İnsan davranışının altında yatan nedenler yıllar boyunca tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Psikoloji bilimine getirilen en büyük eleştirilerden biri de bu konudaki çelişki zira Freud ve Klein gibi kuramcılar insan davranışlarının kaynağını büyük oranda bilinç dışı olarak gösterirken, Skinner ve Pavlov gibileri sebebin çevreden gelen uyarıcılar olduğunu söylüyorlar. Kısaca insanı harekete geçiren, içsel nedenler midir yoksa dış çevre midir sorusu hep tartışılmış, bugün de canlılığını korumaya devam ediyor. Peki, aynı konuya bir de şu soru açısından baksak: "Bir çocuk özünde iyi bir ahlaka sahipse hangi ortama girerse girsin kendini koruyabilir mi, yoksa iyi bir ahlaka sahip olsa da etrafında uygunsuz alışkanlıkları olan, sahip olduğu sosyokültürel yapının çok dışındaki insanlarla birlikte oldukça alışkanlıkları, davranışları olumsuz yönde değişir mi?"
Bu konuyu tartışan ve çocuğun gelişiminde çevrenin çok önemli bir yeri olduğunu savunan en güçlü kuramcılardan biri de Vygotsky. Vygotsky; "Kültürel-Tarihsel Etkinlik Kuramı" çerçevesinde çocuğun gelişimini değerlendirirken yakın gelişim alanı kavramından bahseder. Ona göre en etkili öğrenme, çocuğun en yakınındaki kişiler sayesinde olur. Yani bir çocuk bir zorlukla karşılaştığında, mesela ayakkabılarını bağlamakta zorlandığında ve kendi bilgi birikimiyle üstesinden gelemediğinde, o konuda yeterli bilgi birikimine sahip bir yetişkinin rehberliği ve cesaretlendirmesiyle çok daha rahat bir şekilde öğrenir. Bu öğrenme, ona eşlik eden yetişkinle kurduğu sosyal ilişki içinde olur. Kısacası ne yapacağını bilmediği bir durumla karşılaştığında güvenli ve yakın bir bağ kurduğu yetişkinin rehberliğiyle çok daha kalıcı bir öğrenme sürecini deneyimler.
Aslında benzer bir sistemi çocukların gruplara ayrılıp birbirleriyle etkileşime girerek hazırladıkları proje ve ödevlerde de görebiliyoruz. Çocuklar, bulundukları bu sosyal yapı içinde birbirlerine destek olarak ama aynı zamanda bir öğretmenin de rehberliğiyle öğrenmeye devam ediyorlar.
Ancak bu süreç her zaman olumlu ve iyiye yönlendiren bir biçimde ilerlemeyebiliyor. Mesela bir başka çocuk tarafından zorbalığa maruz kalan çocuk, içinde bulunduğu bu problem durumunu mahalledeki çete liderinin şiddet içerikli desteğiyle çözebileceğine inanabiliyor. Bazen de ailesinde gördüğü değersizleştirici tutumu arkadaşlarıyla olan ilişkisine taşıyabiliyor.
Çocuklar yeni bir dünya ile karşılaşınca
Çocuklar bulundukları sosyal çevrelerde sadece "bilgi" değil aynı zamanda "davranış" da öğreniyorlar. Aileleri en tedirgin eden konu da çocukların nasıl bir arkadaş çevresi içinde olup ne tür davranışlar kazandıkları oluyor. Bu nedenle birçok aile çocuklarını gönderecekleri okulları seçerken eğitim kalitesinin yanında özellikle kendileriyle benzer düşünce yapısına sahip kurumları tercih ediyor fakat Türkiye'nin gerçeği, ailelerin korktuklarını çok hızlı bir şekilde başlarına getiriyor. Çocukları, onları içinde tutmaya çalıştıkları bu akvaryumdan, kısa sürede çıkıveriyorlar. Bin bir uğraşla, özenerek, şiddetten uzak, saygı içinde, örf ve adetlere uygun bir şekilde yetiştirmeye çalıştıkları çocuklarını yine benzer bir hassasiyetle seçtikleri okula gönderdikten sonra başka bir çocuktan dayak yemiş ve daha önce hiç duymadığı küfürleri öğrenmiş şekilde geri alıyorlar.
Türkiye, demografik yapısı itibariyle bir tür geçiş noktası; Doğu ve Batı arasında köprü vazifesi görüyor. Türkiye, cumhuriyet kurulmadan önce hep göç almış ve yakın tarihte yaşanan hatta şu an devam eden savaşlar nedeniyle hâlâ almaya devam ediyor. Bu topraklar giderek kalabalıklaşan ve farklı kültürel yapılardan insanların bir araya gelmeye devam ettiği bir yer. Bu nedenle artık "benzer düşünce yapısı ya da benzer sosyokültürel yapı" içinde olabilmek giderek zorlaşıyor. Özel ya da devlet okulu olsun, hemen hemen her sınıfta mutlaka göçmen çocuklar mevcut. Renklerimiz, dillerimiz giderek daha da çeşitleniyor. Teknolojik ilerlemeler ve sosyal medya sayesinde her ülkeden her kültürü evlerimizin içine kolaylıkla alabiliyoruz. Şiddet, saldırgan davranışlar, uygunsuz alışkanlıklar giderek daha yakınlaşıyor. Okyanusun büyüklüğüyle büyülenen çocuklar, o akvaryumda da duramıyorlar ya da başka bir çocuk/yetişkin diğerini çekip çıkarıyor.
Bu zorluğun bizim için bir nimet olduğuna, akvaryumun bir insana yetmeyeceğine inananlardanım. Düşünsenize herkesin aynı sosyokültürel yapıya sahip olduğu, benzer şeyler düşünüp benzer şekilde hareket ettiği bir toplumda çocuklarımız da sağlıklı bir düşünme sistemine sahip olabilir miydi acaba? Hiç problemle karşılaşmayan bir çocuk, düşünmeyi öğrenebilir miydi?
Cole, Vygotsky'nin kuramını destekleyerek çocuğun içinde bulunduğu kültürel ortamın onun nasıl düşündüğü ve nasıl problem çözdüğü üzerinde etkili olduğunu söylüyor. Yani aslında çocuğun içinde bulunduğu ortam, onun bilişsel süreçlerini de etkiliyor. Mesela sınıfına katılan farklı kültürel yapıya sahip ya da farklı gelişen bir çocuğu dışlamak yerine anlamaya çalışmak çocukta büyük bir duygusal ve düşünsel zenginliğe kapı açıyor. Bu sayede empati becerilerini geliştirebiliyor, hem kendine hem arkadaşına ait farklı ve güçlü yanları keşfetmeyi, probleme çözüm yolları üretebilmeyi öğreniyor. Sonuç olarak bir kişinin herkesten farklı olmadığını, aslında herkesin birbirinden farklı olduğunu ve bu durumun insanları nasıl bir arada tutabileceğini deneyimleme fırsatı buluyor.
Mecburiyetlerimizle yaşamayı öğrenmek
Genel olarak bizler, alıştığımız sistemin dışına çıkmaktan pek hoşlanmıyoruz. Farklı olan kişiye, duruma ya da olaya tahammülümüz pek olmuyor fakat Türkiye gibi bir ülkede yaşamak farklı olanla ilişki kurmaya açık olmayı da mecburi hâle getiriyor. Bir çocuğun bu açıklığı, tahammülü,
kucaklamayı, sevmeyi ve saymayı öğrenebileceği en temel yapı sistemi öncelikle kendi ailesi oluyor. Dolayısıyla önce kendi ailesinin farklı olana tepkisini öğrenip sonra bunu içinde bulunduğu ortama aktarıyor. Ailesi içinde farklı görünenin, farklı düşünenin ya da farklı davrananın kötü, hatalı, kusurlu, eksik olduğunu öğrenen çocuk karşısına çıkan her farklıyı da ötekileştirmeye yöneliyor. Ancak bunun alternatifini sağlamak da mümkün. Çocuk kendi ailesinde yeterli olduğu kadar eksik tarafların da olabileceğini, farklılığın aslında herkese ait olabileceğini, dolayısıyla farklı, eksik ya da kusurlu görünse de mutlaka güçlü bir tarafının da olacağını öğrenebiliyor.
Vygotsky, Kültürel-Tarihsel Etkinlik Kuramı'nda insanın yalnızca çevrenin bir ürünü olmadığını, aynı zamanda kendi çevresini de yarattığını söylüyor. Yani insan ve çevresini birbirini besleyen, destekleyen ve dönüştüren parçalar olarak tanımlıyor. Aslında bu tanımın, yazının başındaki ilk soruya da bir cevap niteliğinde olduğunu düşünüyorum: "İnsanı harekete geçiren, içsel nedenler midir yoksa dış çevre midir?" Bir çocuğun davranışının kaynağı hakkında düşünürken yaşına,
içine girdiği bu farklı sistemin yapısına ve çocuğun altyapısına dikkat etmek gerekebilir. Ya da nasıl bir duygusal yapılanması olduğu, çevreden gelen uyaranların şiddetine karşı kendini ne şekilde ifade edeceğinde de etkili olabilir. Dolayısıyla bu sorunun çok da net bir cevabı bulunmayabilir çünkü çocuk büyüdükçe sahip olduğu ruhsal parçaları etrafında gördükleriyle birleştirerek öğrenmeye ve gelişmeye devam eder. Çevresinden etkilenir ama ne şekilde etkilendiği ve/veya ne şekilde etkilediği, kendi iç dinamikleriyle de ilgilidir.
Kolay olanı seçmek yani bulunduğumuz sosyokültürel yapıyı temel alarak buna uymayan herkesi dışarıda tutmaya çalışmak Türkiye gibi bir ülkede pek mümkün değil. Ayrıca her ne kadar bilinmezlik, kontrol edilemezlik anne babaları korkutsa da çocukların o akvaryumdan eninde sonunda çıkacakları ve okyanusa doğru yol alacakları da önemli bir gerçek. Bu durumda ebeveyn olarak yapılabilecek en temel şey; önce çocukları için yeterince güvenli bir ortam sağlamak, sonra da o zamana kadar öğrettikleri ve çocuklarının sahip olduğunu hissettikleri yüzme becerilerine güvenmek…