Hikmet Barutçugil: SANAT TEKÂMÜL İSTER

SANAT TEKÂMÜL İSTER
Giriş Tarihi: 13.02.2025 13:57 Son Güncelleme: 13.02.2025 13:57

Ebru ve diğer ananevi sanatlarımız söz konusu olduğunda öncelikle hangi kurallar üzerine inşa edildiğine bakmamız gerekir. Batı sanatları Grek ve Romen estetik kurallarına göre kurulmuştur. Batılı sanat göze, İslam sanatları gönle hitap eder. Gönül kelimesinin Batılı hiçbir dilde karşılığı olmadığı için anlaşılmasını da beklememeliyiz ve onların gözlüğü ile kendi sanatlarımıza da bakmamalıyız.

Bu kısa girişi, iştigal ettiğim sanat dalı olan ebru ile tafsil etmeye çalışayım. Ebrunun bir zahiri (görünen) bir de batıni (görünmeyen) tarafının olduğunun farkına varıldı. Bu iki kısımla ayrı ayrı ilgilenenler oldu. Görünen tarafı boyalı bir kâğıttır ve para-pul, şan-şöhret, ilgi-itibar gibi amaçların peşinde koşmaktır. Bu da gölgenin peşinden koşmaya benzer, yani ışığı arkamıza almak demektir. Ne kadar hızlı koşarsanız koşun, gölgeniz de sizden o hızla uzaklaşacaktır. Ayrıca ışığa, güneşe arkanızı döndüğünüz için gölgeniz büyüyerek sizden uzaklaşacaktır.

Görünmeyen batıni tarafında ise ilahi güzellik, gerçek bilgi, erdem arayışı vardır; yani ışığa doğru koşmak gibidir. Bu özellik, insan olma yolunda yürümek isteyenlerin ruhsal gelişiminde ve manevi terakkilerinde, ruh sağlığının koruyucu hekimliği olarak kullanılması gibi değerlendirilmiştir. Aslında bu durum yeni bir şey değil, unutturulmuş olan eskiyi hatırlamaktır.

Bunun kanıtı ise, bu sanat, günümüzde bağımsız hale gelene kadar, daha çok dergâhlarda ve tasavvuf ehlinin nezdinde neşvünema bulmuş ve itibar görmüştür. (Özbekler Tekkesi halen devam eden ünü ve unvanı ile bilinmektedir). Görünen tarafı Batılı anlayışla değerlendirilir ve göze hitap eder. Görünmeyen tarafı -ki İslam sanatları içinde yer alır- ise gönle hitap eder. Görünen tarafını yaşatanlar için "estetik" kelimesi belki yeterli olabilir ancak görünmeyen tarafı için estetik kelimesi yeterli olmaz.

Estetik yerine letafet

Yunanlılar metafizik ile uğraşmaya başladıkları vakit, Allah'ın varlığını ispat için bulunan türlü delillerin arasında "estetik delil" (duyu bilimi öğretisi) adını alan eşyanın ahengi yahut kozmos (evren) üzerinde çok durmuşlardır. Oldukça kavrayışlı olan bu kelime daha çok açıklamaya lüzum bırakmaz. Çünkü gerçek imanlı bir Müslüman Allah'ı ispat için asla uğraşmaz ve bu uğraşı Allah'ın varlığından şüphe duyanların işi olarak görür. Müslüman ilahiyatında bu cins delil yoktur. Tek bir delil vardır. Baki olan yalnız Allah'tır. Her şey geçip gider, her şey fanidir. Kendi deyimiyle yalnız O'nun didarı (yüzü, çehresi) bakidir.

Bu sebeple, İslam sanatlarının niteliklerini anlatırken kullanılan "estetik" kelimesi her zaman yeterli gelmez. Kendinden geçercesine, vecd (ilahi aşk, muhabbet) anlamlarını da içeren letafet (cisimden alakayı kesip bir nevi nuraniyet kesp etmek) kelimesini kullanmak daha doğru bir yaklaşım olur. Ayrıca bu kelime "estetiğin" içerdiği bütün anlamları da içinde barındırır.

Dolayısıyla sanat onlar için yaratılmışların kendiliklerinden var olmadıklarını göstermeye bir vesile olacak ve belki bundan başka bir şey olmayacaktır. Şu halde İslam sanatı bize "değişmeyi bildirecek bir sanattır." Müslüman, sanatın tuzağına düşmek istemez. "Allah'ın izni olmadan bir yaprak bile kıpırdamaz."

İslam sanatlarının nasıl kurulduğunu incelerken anlaşılacaktır ki, bu sanat yabancı tesirlerle doğmamış ve İslam metafiziğinin en esaslı önerilerine
dayanarak büyümüş, kıvamını bulmuştur. Kur'an, İslam metafiziğinin birinci misalidir. Baştan aşağı metafizik tariflerle doludur. Zaten metafizik (doğa ötesi) iddialı bir kelimedir. Düşünmeye başlayan her insan, metafizikle uğraşmış olur.

Bütün bu anlatılanları, yani İslam sanatlarının temel ilkelerini merhum Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre'den bizlere intikal eden "Ebru duasında"
özet olarak bulabiliyoruz: "Bismillâhirrahmânirrrahiym. İlâhî, ya Rabbî! Ezel'deki Hükm'üne uygun olarak bu teknede zuhûr edecek olan nakışların, Hilkat'inin (yaradılışın) nakışlarında meknûz (saklı) olan Hikmet'ini (gizli sırlarını) idrâkden ciz olan bu fakîrin nefsini teshîr (büyüleyip aldatma)
edip de enâniyyetini (benlik, ego) azdırmasına izin verme! Nefsimi, Senin gibi bir Hâlık (yaratıcı) olma vehminden de bu vehmin tevlîd edeceği
(doğuracağı) bir şirk-i hafîden de (gizli şirk), hubb-i riyâsetten (üstünlük sevdası) de koru, yâ Hafîz! (Koruyan) Fakîri "Lâ Fâile İllâllāh" (Allah'tan
başka yapan yoktur) sırrının edebiyle teçhiz (donat) et! Bu tekne başındaki mesâiyi Senin zikrinle taltîf (iltifat, yumuşatma) ve sana olan kulluğumun bir nişânesi (göstergesi) olarak kabûl et!"

Sanat ve ibadet ilişkisi
Duada geçen "Sana olan kulluğumun bir nişanesi olarak kabul et'' cümlesinden şunu anlamalıyız: Gerçek sanat duygusunun farkındalığına ulaşmış
kimseler, şuursal olarak teslimiyet içerisinde yaptıkları eserlerin inşa sürecinde tıpkı ibadetlerde olduğu gibi sevgiyle, zevkle, canla, başla, huşu (yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük, hayâ etmek) ve vecd ile kendinden geçer ve bir tür boyut değiştirme, o boyuttaki yaşamını idrak ve seyretme hali yaşar. Çünkü yapılan ibadet ile alt frekanslardaki yapı (beden) tek olana (yüksek frekanslı bilinç hallerine) yükselmektedir.

Yapılan ibadetler gibi yapılan sanat eserleri de bilinçsizce, tefekkürden uzak bir şekilde, başkalarını takliden yapıldığında, vazife gereği yapılan zahmet ve külfete dayalı zoraki bir hizmet olmaktadır. Beyin sadece bedensellikte "günlük bilinç hallerinde" kalıp üst bilinç hallerine geçiş yapamadığından, kişinin yaptığı eser aynen ibadet gibi, kıldığını zannettiği namaz gibi gerçek amacına hizmet edemeyebilir. Burada, gerçek ibadetin
herkesin kendi hakikatini, yani yaradılıştaki ismini ortaya çıkarmak olduğunu öğreniyoruz.

İsmimizin (Rabb-i Has) hakikatine mecbur olduğumuzu idrak ediyoruz...

Yaradılışın sırrındaki tekamül (ilerleme, evrim) doğal olarak sanatta da bulunmaktadır. Her bölgenin olduğu gibi her dönemin de belirli bir tarzı, zevki ve anlayışı var. Bunun için sanat tarihi diye bir bilim dalı var. Allah her insanda farklı tecelli ediyor, yani herkesin ilhamları farklı. Kur'an da "Ben insanı yarattım ve ona bütün isimleri (esma) öğrettim" diyor.

İsimlerin aslı, âlemin yapı taşları, yani şimdi içinde bulunduğumuz yaradılışımız, atomlarımız, zerrelerimizdir. Bu isimlerle adlandırılışımız
ona hayatımızda yer açmamızdır. Esmasız hayat olmaz. Allah'ın, "ruhumdan ruh üflediğim" dediği insana bazı şeyleri devrettiğini, kendine ait özellikleri, zenginlikleri belirli derecelerde, ölçülerde ve herkese farklı olarak yüklediğini görmekteyiz. Sınırlı olanın sınırsız olanı anlaması tabii ki imkânsızdır. Ancak Allah'ın isimleri ile bize vermek istediği mesajları kavramak O'nu tanımamıza, hayatımıza zenginlik ve derinlik katmamıza vesile olur.

İsimlerin tezahürlerini kendinde görmek, Hakk'ı o isimle çağırmak, anmak demektir. Bu da Allah'ın boyası ile boyanmak anlamına gelir. Gül bahçesinden gelen gül kokar, "Ben Hakk'ın kuluyum beni O yarattı" diyorsan Hakk'ın tecellileri nerede? Allah bize güvendi ve birçok imkân verdi. Gören göz, işiten kulak, yürüyen ayaklar, düşünen beyin, hisseden kalp, hayal gücü, akıl, hayat… Bunların hiçbirinin bedellerini ödemezsek
Allah belki de bize sorar. "Ben sana güvendim, yaradılış amacın uğrunda davranman için seni donattım, ben abes, amaçsız iş yapmam." İşte Rabbimizi böyle anlarsak yaptığımız işlerde, ürettiğimiz eserlerde ya da başkalarının eserlerinde O'nun tecellileri görünmeye başlar.

Sanat tevhidi hedefler
İslam sanatları bir ilahi güzellik arayışı içinde Allah'a yaklaşmayı, Allah'la bir olmayı, tasavvufta vahdet-i vücut olarak bilinen sonuca ulaşmayı hedefler. Hedef bu olduğunda ilk vazgeçilmesi gereken engel nefsimiz, egomuzdur. İslami sanat eserlerine genellikle imza atma geleneğinin olmadığını görürüz. Mesela Mimar Sinan'ın hiçbir eserinde imzası yoktu. Sadece bir köprüde adı geçer ki onu da kendisi değil başkaları yazdırmıştı. Her sanatçı kendi üslubu, yöntemi ile ilgilileri tarafından bilinir ve tanınırdı. Bazı hat eserlerinde bulunan isimlerin başında "hakir, fakir, takdise muhtaç" gibi kendini aşağılayan kelimeler bulunurdu. Derviş tevazusu gereği, "bunu ben yarattım" anlamına gelebilecek isim yazma, imza atma işi pek hoş karşılanmazdı. Ancak tarihe vesika bırakmak, şüpheleri kaldırmak amacı ile eserin arkasına veya fazla görünmeyen bir yerine tarih, yer ve isim gibi notlar düşülürdü. Ancak günümüzde sanatkârların çoğalmasına mukabil ilgili entelektüellerin azalmasıyla ve Batı etkisiyle imzasız eserlerin değersiz olduğu anlayışı yaygınlaştı.

2000 yılında Porto Riko'da UNESCO'nun düzenlediği bir uluslararası zanaatkârlar toplantısına katılmıştım. İspanyolca bir bildiride, "sanatkâr imza atmamalı, eseriyle tanınmalı" diye bir cümle duydum. O anda aklıma gelen ve ebrunun görselliğini anlatan bir tamlama içimi rahatlattı: "Hikmet-i Huda", Farsça anlamıyla "Allah'ın hikmeti" yani bilinmeyen sırları. Bu anlamda ebru tamamen kontrol edilebilen bir yöntem değildir. Eski ustalar ebru için "zuhurat sanatı" ibaresini kullanmışlardır. Yani, "kendi kendine oluşan beklenmedik gelişmeler" anlamına gelir. Ebru duamızda geçen bu cümle işin özünü anlatmaya yeterlidir: "Hilkat'inin (yaradılışın) nakışlarında meknûz (saklı) olan Hikmet'ini (gizli sırlarını) idrâkden âciz olan bu fakîrin nefsini teshîr (büyüleyip aldatma) edip de enâniyyetimi (benlik, ego) azdırmasına izin verme!" Eserlerimin altında kullandığım Hikmet-i Huda ibaresi ebru görüntüsünün ne ve nasıl olduğunu bilmekten aciz olduğumu anlatmaktadır.

Son yıllarda ebruya ve diğer kadim sanatlarımıza ilgi giderek artıyor. İlginin daha da yaygınlaşması ve tekâmülün devamı için sanatın eğitim tarafını asla göz ardı etmemeliyiz. Ebrunun zanaat tarafında söylenecek fazla bir şey yok ancak sanat tarafındaki gerçek eğitim önce eski tarz ebruyu öğrenmekle başlamalıdır. El becerisi olan kişi öğrendiklerinin aynısını sürekli yaparak geçmiş dönemleri yaşatırlar. Akıl sahipleri için bu tekrar, son derece güzel bir davranıştır, olmalıdır, gereklidir. Ancak fikir sahibi insanlar yani tefekkürle yeni fikir üretebilme yeteneğine sahip olanlar öğrendikleri ile yetinemezler; onlar başka şeyler, farklı güzellikler, değişiklikler ve yenilikler araştırırlar. Yaradılışın sırlarından biri de tekâmüldür.

Geleneği tekâmül ettirmeli

"İki günü eşit olan ziyandadır" der Efendimiz. İkbal, "Kalk, başka bir âlemi tasvir et. Aşkı zekâya karıştır." diyor. Bu özlü sözlerin anlamını kavrayan mütefekkirler, zanaatın içinden farklı geçiş, çıkış yolları ararlar. Bu arayışlar hedefine ulaşır, yani ortaya konan şeyler eğer beğeni görür ise, (belki uzun yıllar sonra da olabilir) işte bu sanat eseri olur. Bu durumda "inovasyon" gerçekleşmiş demektir. Sanatta yapılan yenilikler eğer taklit edilmeye başlanıyorsa -ki bu aslını yaşatmak demek oluyor- ve de beğeni alıyorsa, işte o zaman inovasyon gerçekleşmiş, yerine oturmuş demektir.

Eğitimden maksat alfabeyi iyice öğretmek (gelenek) ve sonrasında da talebenin kendi hikâyesini, romanını, şiirini yazması için önünü açmaktır. Yoksa belli bir kalıp içine sıkışıp aynı şeyleri sürekli olarak yapmak hem sıkıcı bir tekdüzelik getirir hem de ilerleme gerçekleşmez. Bu durum sanatın özüne ve insanlığın yaratılış prensibi olan tekâmül ilkesine son derece aykırıdır. Ayrıca aynı şeyleri görmekten insanlar sıkılır, bıkar ve zamanla terk ederek unutulur.

Günümüzde kadim sanatlarımızda başarılı olanların, yurt dışında tanınanların birçoğu geleneğin üzerine yenilik yapanlardır. İşin zanaat kısmına takılıp kendini sanatçı sananların, hüsranda olduklarının farkında bile olmadıkları kanaatindeyim. Hiç kimse sanatçı olduğunu söylemez. Torunlarımız, belki de onların çocukları bizi ansiklopedilerde, yaşayan eserlerde gördükleri zaman "sanatçı" kelimesini kullanabilirler.

Ebru sanatının ruha hitap ettiğini, bu sanatı uygulayanlar, ebrunun oluşumunu seyredenler ile sudan çıkan ebrulara bakanların, insanın özünü keşfetmesi ve maneviyatını güçlendirmesi yolunda ilerleme kaydettiğini daha eski zamanlarda bile anlamış insanoğlu.

"Uygar insan" düşünmek zorundadır… Cenab-ı Allah cümlemize akıl fikir versin.

BİZE ULAŞIN