Cengiz Alğan: ÖZGÜR SURİYE’DE TÜRKİYE’NİN YERİ

ÖZGÜR SURİYE’DE TÜRKİYE’NİN YERİ
Giriş Tarihi: 12.02.2025 10:53 Son Güncelleme: 12.02.2025 10:53

13 yıldan fazla süren Suriye iç savaşı, nihayet bir halk devrimiyle, kanlı BAAS diktatörlüğünün yıkılışıyla sona erdi. 8 Aralık Devrimi, muhalif kuvvetlerin İdlib'den yürüyüşüyle başladı ve organize edenler haricinde herkesi şaşırtacak bir hızla Şam'a girişleriyle, 13 günde başarıya ulaştı.


Devrimci kuvvetlerin ilerleyiş hızı yıllardır bölgeye yerleşmiş bulunan büyük güçleri bile şaşkınlığa uğrattı. Bu yürüyüş çoğu yerde dirençle bile karşılaşmadı. Örneğin 2015'te Esad yönetiminin çağrısıyla, askeri güçlerinin bütün azametiyle gelip Suriye'ye konumlanan Rusya lideri Putin, geleneksel yıllık geniş basın toplantısında şu noktanın altını çiziyordu:


"Suriye'deki muhalif güçler hızlı ilerledi. Halep'e 350 muhalif savaşçı girdi. 30 bin rejim askeri ve İran yanlısı birlikler savaşmadan geri çekildi. Kendi pozisyonlarını patlattı ve gitti. Benzer durum tüm Suriye'de yaşandı!"


Halktan büyük destek görerek ve neredeyse hiç kan dökülmeden gerçekleşen hareket çoğu çevrede kafa karışıklığı yarattı. Dünyaya sadece laiklik gözlüğüyle bakan veya Esad diktatörlüğünü mezhepsel sebeplerle destekleyenler (örneğin İran ve CHP) bunun arkasında ABD-İsrail ortaklığıyla yürütülmüş bir komplo aradılar. Nasıl olurdu da dünyanın süper güçlerinin bulunduğu bir yerde, hafif silahlara sahip "cihatçılar" 13 günde başkenti ele geçirebilirdi? Oysa asıl sorulması gereken, diktatörlüğün nasıl 13 günde devrildiği değil, son 13 yılda nasıl ayakta kalabildiği olmalıydı.

Batı'nın "İslamcı teröristlere" müsaade etmeyeceği ya da iktidarı ele geçirenleri dünyadan tecrit edeceğini dile getirenlerin tezleri de devrimle aynı hızda çöktü. Fransa, Almanya, İngiltere, ABD gibi büyük güçler yeni yönetimle hemen temas kurdular, dış işleri yetkililerini Şam'a yolladılar. Rusya elçiliğini zaten kapatmamıştı ve yeni yönetim gelince de açık tutmaya devam etti.


En büyük kaybeden ise İran oldu. İç savaş boyunca, sayısı on binleri bulan Şii milislerini Suriye'de konuşlandırmış olan İran devrim sırasında varlık bile gösteremedi. Yıllardır "direniş ekseni" diye pazarladıkları, aslında bir Şii hilali rüyasından ibaret olan konseptleri kabusa dönüştü. Harcadıkları onca emek, para ve zaman heba oldu. Ellerinde bölge halklarının kanları ve nefretiyle çekilmek zorunda kaldılar. Şimdi kendi kamuoylarında büyük bir sorgulamaya tabi tutulacaklar. Bu ülke belki de kısa süre sonra iç karışıklıklara sahne olacak ve rejim sarsıntılarla devrilecek.

Tüm bunlar yaşanırken Türkiye bölgenin "sakin gücü" olarak öne çıktı. Suriye iç savaşından terör, mülteci akını ve ekonomik kayıplar bakımından en çok etkilenen ülke olan Türkiye devrime damgasını vuran ve bütün dünyada gözlerin saygıyla üzerine çevrildiği bir konuma ulaştı. Öyle ki yukarıda sayılan Batılı büyük güçlerin tamamı, yeni Suriye yönetimiyle eş zamanlı olarak, Türkiye'yle görüşmelerde yarıştılar.


Karabağ, Libya, Kıbrıs ve Katar'daki çözümsüzlükleri aşmada büyük rol üstlenen Türkiye, şimdi de Suriye meselesinin çözümünde vazgeçilmez aktör haline geldi. Bölgesinde ve giderek küresel çapta edindiği prestij ve artan stratejik öneminin yanı sıra, Türkiye bu devrim sonrası üç konuda çok değerli pratik kazanımlar elde etmiş olacak.


40 yıllık terörün tasfiyesi

Türkiye 1980'lerden beri Suriye üzerinden ihraç edilen PKK terörü belasıyla meşgul ediliyor. Terörün yarattığı doğrudan ve dolaylı çok sayıda sorunla boğuşuyor. Verilen şehit ve gaziler başta olmak üzere 100 bin kişilik insan kaynağının yitirilmesi belki de en büyük kayıp oldu. Teröre bahane edilen Kürt meselesi zaman zaman içinden çıkılmaz haller aldı ve dünyadan gelen basınçların pek çoğu bu konuya odaklandı.


Toplumu boyunduruk altında tutan vesayet sistemi de son 40 yılda özellikle bu mesele üzerinden şekillendi. Üstelik uzun yıllar uygulanan inkâr ve baskı siyaseti Kürtlerin devlete küsmesine ve terör örgütünün uzantılarıyla iş birliği yapmasına yol açtı. Her ne kadar AK Parti hükümetleriyle sorunun bu kısmı büyük oranda çözülmüşse de terör örgütünün fiili varlığı devam ediyor ve partileri hâlâ teveccüh görüyor.

Meselenin bir de mali boyutu var elbette. 40 yıllık terörün en doğrudan maliyetinin yaklaşık iki trilyon dolar olduğu hesaplanıyor. Yani Türkiye'nin cebinden her yıl 50 milyar dolar sırf bu konuya harcanıyor. Neredeyse ithal ettiğimiz enerji giderine eşdeğer bir miktar. Üstelik örgütün daha önce kuvvetli olduğu kimi bölgelerden bugün petrol fışkırması da yılların kayıplarının gerçek maliyetini göz önüne seriyor.


PKK'yı Irak'ta köşeye sıkıştırıp sınırlarından kovan Türkiye Suriye'de kalan unsurları da ortadan kaldırmak için çok önemli bir momentum yakalamış durumda. Örgüt yöneticilerinin yaşadığı panikten bunu anlamak kolay. Elebaşlarının "İsrail'in güvenliğini HTŞ değil biz sağlarız. Bize yardım edin" çağrıları, görevde son ayına giren Biden yönetimine yalvarmaları, henüz iş başına geçmemiş Trump'a yazılan mektuplar, devrim sonrası YPG bayraklarının indirilip yeni Suriye bayrağıyla kamufle olma çabaları, 10 yıldır elde tuttukları Tel Rıfat ve Münbiç gibi bölgelerden bir çırpıda kaçmaları paniğin boyutunu gösteriyor.

Onlar Trump'tan yardım istiyor ama Trump "Suriye'nin anahtarı Türkiye'de" diyerek açık adresi veriyor. Üstelik bölgede yıllardır örgütün zulmüne maruz kalan Arap, Türkmen ve hatta Kürtler yaka silktikleri teröristlere baş kaldırıyor. Devrimi yöneten gruplar ve Türkiye'nin desteklediği SMO da silahlı grupların tasfiyesi konusunda çok net mesajlar veriyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın vurguladığı gibi "Terör örgütünün raf ömrü tükenmiştir".


Sığınmacı meselesi

BAAS diktatörlüğünün Suriye'yi iç savaşa sürüklediği 13 yılda, topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların büyük bölümü Türkiye'ye sığındı. En uzun sınıra sahip olması, istikrarlı oluşu, Avrupa'ya daha kolay geçiş sağlaması, iş ve barınma imkanları ve açık kapı politikası milyonlarca sığınmacının Türkiye'ye akın etmesine yol açtı. Onca yılın ardından, bugün hâlâ üç milyon civarında Suriyeli sığınmacı ülkemizde yaşıyor.

Taşıdığı tüm zorluklara ve mali-siyasi külfete rağmen, Erdoğan'ın insani ve ahlaki yaklaşımı sayesinde Türkiye, bu sığınmacılara elinden gelen her türlü desteği sağlayarak dünyaya örnek bir duruş sergiledi.

İç muhalefette bu konu çok uzun süre yıpratma malzemesi olarak kullanıldı. 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinde en büyük muhalefet partisi CHP'nin ana kampanya konusu haline geldi. Sadece bu konuyu istismar eden bir siyasi parti bile kuruldu ve Kılıçdaroğlu tarafından bu partiye üç bakanlık ve MİT başkanlığının teklif edildiği sonradan ifşa edildi. Bu partinin başındaki şahıs sığınmacıları "mancınıkla postalayacaklarını" söylüyordu. Erdoğan ise seçimi kaybetmek pahasına "Biz Müslümanız. Kapımıza sığınmış mazlumları bir zalimin insafına terk edemeyiz" şeklinde özetlediği çizgisinden taviz vermedi.


Avrupa Birliği ülkeleriyle yaşanan pek çok sorunda da sığınmacı konusu ilk sırada yer aldı. Türkiye yıllarca Avrupa'nın ikiyüzlü yaklaşımını teşhir etmek için uğraşmak zorunda kaldı. İç kamuoyunda ise kendi seçmen tabanının bir bölümü de dahil olmak üzere yoğun eleştiriler aldı. Hatta Kayseri'de olduğu gibi, neredeyse pogroma varacak provokasyonlar, sığınmacılara her türlü saldırılar gerçekleşti.


Başını CHP'nin çektiği muhalefet cenahı Esad'ın çıkardığı aflardan söz edip sığınmacıları davul zurnayla yollamayı vadediyordu. Oysa devrim sonrası tüm dünyanın gözleri önüne serilen Sednaya cezaevindeki koşullar, sığınmacıların geri gönderilmesinin doğrudan işkence ve ölüm demek olduğunu ortaya çıkardı. Üstelik çoğunun gittiğinde yerleşeceği bir evi, çalışacağı bir işyeri de kalmamıştı.

Bugün gelinen aşamada, Esad'ın devrildiğini gören bütün Suriyeliler bayram havasında kutlamalar yapıyor. İmkânı olanlar, vatan hasretiyle sınır kapılarına koşup geçiş için sıraya giriyor. Eğitim yılının ortasında olmamızdan dolayı, Türkiye'de okuyan çocuklarının seneyi tamamlamasını bekleyen çok sayıda Suriyeli aile var. Muhtemelen yaz aylarında geri dönüşler hızlanacaktır.


Buna bir de gidince kendilerini neyin beklediğini tam olarak bilmeyenlerin tedirginliğini ekleyelim. Giden "öncüler" durum tespiti yapıp geri bildirimde bulundukça, ülkede güvenlik, sağlık, eğitim, barınma gibi temel sorunlar çözüldükçe Türkiye'den geri dönüşlerin artacağını öngörebiliriz.

Öte yandan hem sınırdan geçenlerde hem de ülkesini terk etmemiş Suriyelilerde Erdoğan ve Türkiye'ye karşı müthiş bir sevgi, saygı yaklaşımının hâkim olduğunu görüyoruz. "Cumhurbaşkanımız" dedikleri Erdoğan'a ve Türkiye'ye şükran belirtmeden giden tek bir kişi bile çıkmıyor. Kutlama gösterilerinde yeni Suriye bayrağı yanında Türk bayrağı sallanıyor, Türkiye'ye dualar ediliyor.


Türkiye 13 yılda adeta "büyük abi" olarak görüldüğü Suriye'de bu insancıl yaklaşımın semeresini alacaktır. Şimdiden yeni Suriye Dışişleri Bakanlığı'na Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde yüksek lisans yapmış Şaybani'nin, Halep valiliğine Bingöl ilahiyatta yüksek lisans yapmış Azzam Garip'in atanması bunun göstergesidir. Ayrıca şu an yönetimde ağırlığı olan HTŞ'nin Türkiye'ye olan saygısı da geleceğin nasıl şekilleneceğine işaret ediyor.

Doğu Akdeniz ve enerji meselesi
Son olarak, 8 Aralık Devrimi sonrası Türkiye, dünyada yeniden şekillenen enerji hatları ve Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon kaynakları üzerindeki hakları bakımından çok daha avantajlı bir konuma doğru ilerliyor. ABD işgali sonrasında, Irak'la yaşadığımız pek çok sorunun çözümünde, Basra Körfezi'nden çıkıp Türkiye'deki boru hatlarından geçerek Avrupa'ya ulaşacak olan Kalkınma Yolu projesi önemli bir rol oynadı. Aynı şekilde Suriye'nin yeni döneminde karşılıklı imzalanacak yeni deniz yetki alanları anlaşmasıyla da Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerindeki haklarımızın garantisini sağlamak daha kolay olacaktır.


Bu konu şimdiden uluslararası basının gündemine oturmuş durumda. Örneğin Yunan gazetesi Katimerini, Türkiye-Suriye arasında imzalanacak böyle bir anlaşmanın Yunanistan için en kötü seçenek olduğunu söylüyor. Çünkü Türkiye'yi bölgeden tecrit etme planları suya düşüyor.

İngiliz The Guardian ise daha geniş bir perspektiften bakarak, İran'ın bölgesel gücünün tamamen Türkiye'ye kaydığını belirtiyor. Şii hilali yerine "Türkiye dolunayı geliyor" şeklinde bir tespitleri var. Analize göre bu dolunay (Afrika boynuzundan başlayıp Doğu Akdeniz'den Lübnan, Suriye, Irak, Afganistan'a, oradan kuzeyde Azerbaycan/Kafkasya, Karadeniz'den tekrar güneye) Türkiye'yi yeni güç merkezi yapıyor ve bu merkezin etki alanı bölgedeki bütün büyük güçleri dışarıdan kuşatıyor.


Özetle Türkiye başlangıcından bugüne Suriye iç savaşından en büyük zararı gören ülkeydi. Ama şimdi meyveleri toplama zamanı. 13 yıldır işleyen stratejik aklın önümüzdeki asır boyunca Türkiye'nin izleyeceği yolu sağlama almış olduğunu görüyoruz. Ne demiş atalar: Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.

BİZE ULAŞIN