BEDEN VE HAZ ÜZERİNDEN YENİ KİMLİK İNŞASI
21. yüzyılın gelişiyle beraber giderek yaygınlaşan çeşitli ideolojiler ve alışılmadık inançları benimseyen yeni bir insan modeli sahnede yerini aldı. Peki bu insan modeli, geleneksel her şeyi reddedip yerine köksüz inançları koymaya nasıl meyilli oldu? Asıl soru, kapalı duvarlar ardında yaşanan ve "mahrem alan" olarak tanımladığımız cinsellik ve bu konudaki tercihler nasıl oldu da bireysel kimliğin en öne çıkan parçasına dönüştü? Neden insanlar cinsel tercihlerini sahneye yerleştirerek bu konuyu "öteki"nin onayına açtılar? Bu durum nasıl oldu da 18 yaşından küçük çocukların cinsel kimliğini seçme konusunda ailelerinden bağımsız olabilecekleri bir noktaya geldi?
Modernizmden postmodernizme kadar geçen dönemde sosyolojik, politik ve felsefi alanda meydana gelen değişimler bugün niçin bu fikirlerin sahneye taşındığına dair önemli ipuçları taşıyor. Ancak Kanadalı filozof Charles Taylor, toplumsal değişimin felsefi fikirler özelinde birtakım aristokrat ya da elitist çevrelerce meydana getirilmediğini, aslında bu dönüşümün toplumu oluşturan bireylerin sosyal çevrelerine dair geliştirdikleri "sosyal imaj"lar ile şekillendiğine dikkat çekiyor.i Mesela Descartes'ın meşhur "düşünüyorum öyleyse varım" önermesi, bugün "kadın olduğumu düşünüyorum, öyleyse kadınım" biçimine dönüşüyor. Bu önerme, benlik tanımını insan zihninin oluşturduğu kurgulara dayandırıyor ve Taylor bu benlik kurgularının çeşitli sosyal imajların oluşmasına yol açtığını belirtiyor.
İmaj ve görüntü denince akla ilk gelen sosyal medya mecralarından birisi olan Instagram ise profilimizde paylaştığımız fotoğraflar aracılığıyla benliğe elastik bir form kazandırarak topluma bakan yönümüzü ya da toplumun görmesini istediğimiz yüzümüzü sergilemeye öncülük ediyor. Gerçek üstü (post-truth) bu kimlik, gerçek hayatta olan benliğimize şekil veriyor ve bu şekli verirken seçtiğimiz yeni merkez, "iyi hissetme"ye konuşlanıyor. Bir
diğer ifadeyle bugün kimliğimizi kurgulayan değerler, bizim iyi hissetmemize dayanan "psikolojik benliğe" dayanıyor.
İnsan neden "tükenmiş" hissediyor?
Benlikte meydana gelen bu yarığın yaklaşık yüz yıllık bir hikayesi var. Bugün dedenize "Mesleğinden memnun musun?" diye sorduğunuzda, memnuniyetini evine ekmek götürebilmesi ve çocuklarına giyecek alabilmesi ile ilişkilendirdiğini görebilirsiniz. Ancak 20'li yaşlarının başındaki bir gence aynı soruyu sorduğunuzda, memnuniyetini kişisel hazlarını doyurabilmesi ile ilişkilendirmesi muhtemeldir. Dedenizin hayat memnuniyeti dış yönelimli ve ötekini önceleyen bir mefhum iken, genç birisinin yaşam doyumu, iç yönelimli ve bireyci bir dünyaya kilitlenir.
Hal böyle olunca merkezini benliğine oturtmuş ancak benliğinde kaybolmuş yalnızlar ordusundan müteşekkil bir toplum karşımıza çıkıyor. İnsanın doğası itibariyle ötekinin hazlarına 7/24 cevap verebilmesi mümkün olmadığı için hem ötekini hayal kırıklığına uğratması hem de kendi hazlarını
doyuramadığı için tükenmiş hissetmesi kaçınılmaz oluyor. Amerikalı Profesör Carl Trueman bu kültürel amneziyi tecrübe eden ve dışavurumcu bireyselliği önceleyen benliği "psikolojik benlik" olarak isimlendiriyor. Hazların öncelendiği ve bireyin yegâne mutluluk kaynağının hazlar olduğu psikolojik benlik temelli bir toplumda otantik olmanın yolu, bu hazların kabul gördüğü bir çerçeveye sahip olmaya kilitleniyor. Hazların sınırsız
olarak kabul görmediği bir toplumda Freud'un bahsettiği nevroz ortaya çıkıyor ve bu nevroza şifa dağıtması beklenen(!) psikanaliz odalarının, otantik benliğin toplumsal kabul alabilmesine kaynak sunması amaçlanıyor. Ancak beklenilenin aksine psikanaliz, toplumsal değerler ile taban tabana zıt düşen bu hazcılığın imkansız olduğu gerçeğine ayna tutarak "umutsuzluk" satıyor.
Nitekim Freud bunu "psikanaliz, köklü ve genel kabul gören geleneksel toplumsal yasakların karşısında durur" şeklinde ifade eder. Daha çarpıcı bir tarihsel veri ise Freud'un 29 Ağustos 1909'da bindiği geminin New York limanına yanaşırken yoldaşları Sandor Ferenczi ve Carl Jung'a Batı uygarlığının özünü, metafizik ve ruhsal köklerini baltalamaya yönelik bir eleştiride bulunurken söylediği şu ifadelerdir: "Onlar bizim (psikanalistlerin) nasıl bir veba getirdiğimizin farkında değiller."ii
Freudyen psikoloji, hazları ve toplumsal değerleri arasında sıkışan insanın psikolojik açıdan iyi hissetmesini önceleyerek onun toplumsal yabancılaşma ya da içe çekilmeyle baş başa bırakılmasına ya da ikameler aracılığıyla nevroza yakalanmasına yol açar. Bu yabancılaşmayı René Guénon'un "contre-initiation" (ters-öğreti) kavramı açıklar. Guénon'a göre bir toplum bireylere sunulan hizmetleri, malları veya değerleri için ikameler sunduğunda bu toplum popülerleşir ve geleneksel değerler bu türde bir öğreti yoluyla kaybolur.
Modernizm, Freud'un cinsel devrim yoluyla katkıda bulunduğu ters öğretiyi beraberinde getirerek geleneksel değerlerin karşısında
bireyci hazları önceleyen yeni bir insan modeli oluşturur. Bu durumu Gayatri Spivak "epistemik şiddet" olarak adlandırır çünkü psikanaliz, psikoloji, sosyoloji ve sosyal bilimlerde ikame bir çerçevede sunulan yeni insan modeli, günlük yaşamda yer alan doğruları yeniden şekillendirir.
Travmatize edici bir figür olarak ebeveynlik
İnsan modelinin değişiminin ilk etkilediği kurum "aile" olmuştur. Freud'a göre, ebeveynler yetki sahibi varlıklardır ve çocuklar ya ihtiyaçlarının aşırı derecede karşılanması ya da bu yetkili tutumlar aracılığıyla hadım edilme veya ihmal edilme nedeniyle travmatize olabilir. Başka bir deyişle, meydana gelebilecek bir durumda çocuğun ihtiyaçlarının karşılanamaması kaçınılmazdır ve bu durum hem ebeveynin hem de çocuğun nevroza girmesine yol açar.
Bu bakış açısı, görünürde herhangi bir problem olmasa bile hastanın sorunlarının kökenlerini ebeveynlerinin davranışlarında aramaya ve hatta onların terapi odası dışında dahi toksik olarak etiketlenmesine neden olur. Geçmişte ebeveynlerin yarattığı olumsuz etkiler ve bu etkilerin mevcut
davranışlar üzerindeki yansıması, bir problem yaratmanın ötesinde kişinin köklerinden ayrılmasına yol açar. Gerçeğin köksüz olduğu bir durumda illüzyon yaşıyormuş hissinin gelmesi muhtemeldir.
Nitekim Freud'un her gerçeğin eşit ölçüde geçerli ve geçersiz olabileceği düşüncesi, bireyleri büyük bir illüzyona sürükler. Bu illüzyon, bilinçdışında yaşamakla ve bilinçdışı varlıklar olarak bu illüzyon içinde bulunmakla ilişkilidir. Hatta kendisi bunu "Gerçeklik ölçütü mevcut olmadığından benimseyeceğimiz görüşlerin herhangi bir önemi yoktur. Hepsi eşit derecede doğru ve eşit derecede yanlıştır."iii şeklinde ifade eder.
Dolayısıyla ebeveynler terapi seanslarında çocuklarına karşı suçluluk duyguları yaşayabilirler. Freud'a göre bu suçluluk anlayışı, hadım edilme durumu ya da öfke ifade edememe ile psikolojik bir çerçeveye yerleştirilerek yorumlanır. Ancak ebeveynin hissettiği endişenin haklı gerekçeleri
olabilir ve ebeveynlere dayatılan böylesi tutumlar, onları çocuklarının önünde kaygılı veya suçlu hale getirebilir. Freud'un yaklaşımına göre yeterli ebeveynlik sağladıklarını iddia etmelerine rağmen nihayetinde her ebeveyn travmatize edici bir figür olarak ortaya çıkar. Ebeveynlerin bu
kısıtlamayı başka bir ebeveyne Veya objeye yansıtmaları, onları daha büyük bir çıkmaza sokabilir. Freud'un atfettiği ebeveyn rolünde anne/baba hem çocuklar için zevk arayan bir nesne hem de zevki engelleyen bir kural koyucu ve gözetleyici olarak karşımıza çıkar ve böylesi bir yaklaşımla inşa edilen bu rolün bünyesinde taşıdığı çelişkiler toplumun içine bir hastalık gibi yayılır.
Bedenden gelip yine bedene sıkışmak
Nitekim ebeveyni biyolojik bir haz gidericiye ya da engelleyiciye indirgeyen Freud, bize kendi alanımızın efendisi olmadığımızı da göstermektedir. Ona göre kararlarımızın yüzde doksanı bilinçsizce gerçekleşir çünkü yaptıklarımızın çoğu bilinçdışı zorlanmaların sonucudur. Ancak filozof Nietzsche'ye göre, kaderimizi şekillendirmek için kendi alanımızın efendisi olmamız gerekir. Hayatı bilinçsiz ve amaçsız biçimde sürdürdüğümüzde hiçbir şeyi çözemeyiz; öz farkındalık kazanmak için içimizdeki özgürlük alanından beslenen bilinçli tercihlere ihtiyacımız vardır.
21. yüzyıl biricik olmayı öncelemesi bakımından kendimizi sömürgeleştirilmişlikten kurtarma dönemi olarak kabul edilse de insanların yaşadıkları olaylara verdiği tepkiler bedenden gelip yine bedenlerine geri döndükleri bir yere sıkışmıştır. 20. yüzyılda ateizm zihinle sınırlıyken, şimdi
bedende gizlenmiş ve beden bağımlılığına dayalı bir maneviyat teorisi halini almıştır. Lakin beden, maneviyat gibi daha derin bir gerçeği çözümlemek için yüzeysel bir anlam taşır. Dolayısıyla bedensel hazlar ve beden üzerinden tanımlanan benlik, bu anlamların taşıyıcısı haline gelmiştir.
Beden, kimliği taşıyan bir marka değerine sahip olmasının yanı sıra, otantik bir birey olmanın yolu bedensel kimliğin ihtiyaçlarına uygun bir çevreyi inşa edebilmekten geçer. Bu da her türlü estetik işleme maruz bırakılarak mükemmelleştirilen(!) beden aracılığıyla hazlara cevap üretebilecek bir
habitus (sosyal alışkanlıklar sistemi) yaratma çabasını beraberinde getirir. Hal böyle olunca daha bebeklikten itibaren cinselliğin nasıl dışa vurulduğu, ne türde şekillenerek "otantik bir kimliğe" dönüşeceği meselesi ebeveynlerin ve geleneksel değerlerin değil, hazların doyurulması üzerinden şekillendirilmeye evrilmiştir.
Böylesi bir durumda küçücük bir çocuğun cinsel tercihinde özgür olması, onun otantik kimliğinin inşa edilmesine alan açma olarak deklare edilir. Halbuki bu anlayış, insana bedensel sınırlarını aşarak anlam sunma vaadi verirken, aslında tam tersi biçimde onun metafizik yönünü bedene hapseder. Ne yazık ki mükemmellik vaadi na-mükemmel bir anlamsızlığı peşi sıra sürüklemekte.
i Trueman, C. R. (2020). The Rise and Triumph of the Modern Self: Cultural Amnesia, Expressive Individualism, and the Road to Sexual Revolution. Crossway.
ii Johnston, A. (1999). The Freudian Thing, or the Meaning of the Return to Freud in Psychoanalysis, Écrits: The First Complete Edition in English, B. Fink, H. Fink ve R. Grigg (Çev.), W.W. Norton & Company, s. 336; Mannoni, O. (2015). Freud: The Theory of teh Unconscious. Verso.
iii Freud, S. (1933). The question of a Weltanschauung. J. Strachey (Ed. & Trans.), New introductory lectures on psycho-analysis (s. 217). W.W. Norton & Company.