Mehmet Şenol: FUTBOLLA BİRLİKTE ENDÜSTRİLEŞEN FUTBOLSEVERLİK

FUTBOLLA BİRLİKTE ENDÜSTRİLEŞEN FUTBOLSEVERLİK
Giriş Tarihi: 14.08.2024 12:09 Son Güncelleme: 14.08.2024 12:09

Futbolda "fanatizm" terimini tam anlayabilmek için bugün de varlığını sürdüren, değişime uğramış olsa da Türkiye statlarında bir realite olarak kabul edilen alt kültürün köklerine inmeliyiz. Bunu da başlangıç noktası "taraftar"ın oluşum sürecini izleyerek, yani taraftar/seyirci ayrımının başlangıç noktasını bularak yapabiliriz. Bu ayrım nasıl oluştu? Eskiden beri, futbolun "seyredilmeye" başlandığı zamandan beri var mıydı? Birbirlerini bu kadar dışlayan ayrımlara hangi dönemlerde düşmeye başladılar?

Oyunun endüstrileşmesi

Futbol, öncelikle 1980'li yıllarda barışçıl, doğrudan ve saf bir tutkunun, adanmışlığın sembolüydü. Stadyumlara giden müdavimler için bir "ayin" gibiydi. Seyirlik bir keyfin ayrıcalıklı paylaşımcıları olmak güzeldi. Futbol kamuya bu düzeyde mal olmamıştı. İşin içine, bugün çok doğal kabul ettiğimiz birçok futbol-dışı unsur girmemişti. Forma tasarımcıları, vitaminciler, naklen yayın şirketleri, formaları karış karış kaplayan sponsorlar vs. bu düzeyde temayüz etmemişti. Maça gidilir ve seyredilirdi.

Maça gitmeyi istemek için, dışsal bir uyarıya, yani basının yarattığı kaotik heyecan seline, televizyonlardan yayılan kritik "o an" çağrılarına, şişirildikçe şişirilen yıldızlar için içinizde uyandırılan "şunu bir göreyim" heveslerine gerek yoktu. Maçın kendisi, stadyumun kendisi ve tabii en önemlisi, renklerine bağlı hissettiğiniz takımın kendisi, sizi stadyumlara götürmek için yeterli ve gerekli şartı oluşturuyordu. Kısacası futbol moda değildi, ürün ya da meta da değildi. Dolayısıyla, futbol seyretmeye gelenler kendilerini Galeano'nun deyimiyle bir "futbol dilencisi", bir "meczup" gibi, hatta bugünün moda deyimiyle "fanatik" gibi görebilirlerdi ama asla bir "tüketici" gibi değil.

1980'lerden sonrasını aklı yeten herkes biliyor: Futbolun kitleselleşmesi ve tüketim ekonomisinin sıkı bir sektörü haline gelmesi… FIFA ve UEFA'nın, neredeyse mafyatik (devlet-dışı, devletler-üstü) bir güç odağı olarak, futbolun kurallarını büyük ölçüde değiştirmeden ama futbolun eski ruhunu tamamen altüst ederek yeni düzenlemelerle bu endüstriyelleşme sürecinde "düzenleyici" bir rol üstlenmesi... Futbol tutkusunun kalıcılığını fark eden çok uluslu güçlerin, reklam şirketlerinin, televizyonların, bin bir çeşit sponsorun bu "piyasaya" hızla geçiş yapmaları...

Futbolseverler nasıl ehlileştirildi?

Futbol zamanla bir seyirlik oyun olarak naklenleştirildi. Ve "naklen" yayınlanan her televizyon programı gibi, bu "programın" da (yani maçın da), önceden tasarlanmış bir akışı olması gerekiyordu: Seremoniler, saha içi reklamlar, görsel unsuru oluşturan tüm "tool"lar, yani formalar, saçlar, bayraklar, panolar, tribün görüntüleri, korner direklerinin arkaları vs. Devamı da 2000'lerde geldi; futbol "canlı" seyredemeyenler için herkese açık bir sosyal medya nesnesi haline getirildi. Bugün artık maçlar her gün; space odalarında, clubhouse'larda oluşturulan yankı odalarında sürekli tüketiliyor. Yeni "fanatizm" orada büyüyor, güçleniyor.

Yeni futbolun yapıcılarının en rahatsız oldukları şey eskiye bağlı, futbolun oyun olarak güzelliğine sadık kalan futbolseverlerdi! Maça gitmek, takımını desteklemek isteyen, o destek çevresinde kendisine bir hayat ritüeli yaratmış insanlar... Onlar nasıl "ehlileştirilebilir" lerdi?

Önce futbolun tüm hayati kavramlarına teker teker el atarak tabii ki... Her yıl parlayıp sonra da pop şarkıcıları gibi bir daha da ortada görünmeyen yıldız oyuncular çıkartılmaya başlandı. Formaların arkasına bu "bireyselleşme" hareketine uygun, futbolun "takım oyunu" hüviyetini ikinci plana
iten simgelerden biri olan "isim yazma" modası başladı. Apaçık bir biçimde maç oynanma alanı olan stadyumlar birer birer işletme, çok amaçlı kompleksler haline geldi...

İngiltere'de Sanayi Devrimi'nin başlarındaki "çitleme" akımı (enclusure) gibi tüm statlara koltuklar konmaya başlandı. Taraftarlar önce tribünde birer numaralı koltuk sahibi olmaya başladılar. Maça giriş bileti, yerini "koltuk bileti"ne bıraktı. Ardından kombine devri başlatıldı. Artık, maça gitmek için, tüm sezonun maçlarının parasını -biraz daha az da olsa- peşin vermeniz gerekiyordu. Giderek pahalılaşan kombine devri, yeni tip bir "futbol seyircisi" yaratacaktı: Parası olan, rahatına düşkün, modernleşmiş bir sosyal hayatın bireyselleşmiş haklarını, ayrıcalıklarını talep eden yeni seyirciyi... Tabii biraz küstah, tabii biraz züppe ve tabii "eski futbol"un hiçbir kurucu öğesini istemeyen, sadece sevinmek/başarmak isteyen, parasının karşılığını isteyen bir garip futbolsever... Eski futbolseverlere önerilen ise tabii ki televizyonlardı.

Sözlü kültürün aktarılamaması sorunu

Peki, "taraftar" adı verdiğimiz bu grupların Türkiye'deki tarihleri nasıl? Bugün, her tribünün "bağıran" kesimlerinin önemli bir çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Tribüne yeni giren birisine, kısa bir süre sonra, tribün tarihinin köşe taşları birtakım lakaplı efsaneleştirilmiş isimlerle hemen aktarılıyor. Artık Anadolu'da yayılmaya başlayan ama İstanbul'da en zengin, en kalabalık içeriğini bulan taraftar gruplarının oluşum tarihine kısaca değinelim.

İstanbul'da, bugünlerde kaybolmaya yüz tutsa da mahalle ve semtlilik 1980'lerin başında taraftar gruplarının temelini oluşturuyordu. Üç büyük kulübümüzün tribünlerini, mahalleden birbirlerini tanıyan ve birlikte maça giderek birlikte oturan insanlar oluşturuyordu. Maltepeliler, Ümraniyeliler, Üsküdarlılar, Mecidiyeköylüler, Nişantaşlılar, Bakırköylüler, Merterliler, Suadiyeliler... Bu semt gruplarının oluşturduğu tribünlerde bugün yeni yeni aydınlanmaya başlayan İstanbul'un futbol alt kültürünün tarihi yazıldı. Bu alt kültür tarihinin, örneğin İngilizler kadar olmasa da Avrupa'nın diğer ülkelerinin çoğundan ileride olduğunu, bazılarıyla da (İtalyanlar, Fransızlar) yarışabilecek düzeyde köklü ve sağlam olduğunu söylemek gerek.

Bugüne kadar İstanbul'da var olan bu alt kültürün geleneklerini sözlü olarak devam ettirmesinin çeşitli nedenleri var. Bunlardan birincisi, sözlü geleneğin aktarıcılarının da çok kapalı bir cemaat halinde yaşamayı ilke edinmiş olmaları. Dışarıya sır vermez yapısıyla bu taraftar grupları, bir ölçüde gıdasını pek alışılmış olmayan pratiklerden de aldığı için, yanına kimseyi yaklaştırmamış. Bu açıdan bakıldığında geçmişi toparlayan değerli yazarların her zaman yalnızca kulüpler tarihiyle yetinmiş olmaları büyük talihsizlik.

Göz ardı edilmiş muazzam bir alt kültür

Dolayısıyla bu muazzam alt kültürü kimse hâlâ tanımıyor, bilmiyor. Gül Baba'ları, Emin Bülent'leri, Şeref Stadı'nı, İstiklal Harbi'ne giden Fenerbahçelileri biliyoruz. Peki ya futbolun gayri resmi tarihini? 120 yıllık bir tarihte, puan bilgileri, takım sıralamaları, ezeli rekabetin ezeli puan tabloları ve en hurda teferruata kadar istatistiki bilgileri yok ama "yaşayan" canlı insanlar, ilişkiler ve olaylar var.

Oysa örneğin İngiltere'de öyle mi? Stephen Kelly'nin Red Voices adlı kitabı... Kelly, kitabında, Manchester United tarihinin yazılmamış bir bölümüne el atmış. Taraftarlarla ve eski futbolcularla konuşarak gayri resmi bir sözlü tarihi toparlamış... İngiltere'de çıkan futbol fanzinleri bu durumun en ilginç örnekleri. Sayıları bazı dönemlerde 100'e ulaşan, değişik taraftar gruplarının kendi tarihlerini yazdıkları, yarattıkları, biçimlendirdikleri fanzinler...

Örneğin, 50 peniye satılan Rub of the Greens adlı fanzin Londra'nın yerel kulüplerinden Plymouth Argyle taraftarlarınca çıkarılıyor. 32 sayfalık içeriğinde ne ararsanız buluyorsunuz; maç yorumları, felsefi tartışmalar, son yapılan kavgaların analizleri, Pennycomequick'in (toplandıkları pub'ın adı) son fiyat politikası hakkında görüşler...

Peki, Türkiye'de örnekler yok mu? İstanbul'un futbol alt-kültüründe yılda örneğin 50 futbol kitabını çıkarabilecek, 20-30 fanini yaşatacak birikim yok mu? Var; üstelik belk de yukarıda verdiğim rakamların çok üzerinde sayılara ihtiyaç duyacak kadar genişleyen bir alandan bahsediyoruz... Taraftarların tarihi, kulüplerin gayri resmi tarihi, futbol medyasının kendi tarihi... Stadyumların tarihi, tezahüratların tarihi, grupların tarihi, taraftar derneklerinin tarihi vs. Burada yazılmaya değer o kadar çok bilgi ve tarih üretiliyor ki...

Mahalle gruplarından dernekleşmeye Bu kültürün "aktarılma sorunu"na kısaca değindikten sonra, İstanbul'daki taraftar gruplarının oluşum sürecine göz atabiliriz. Yukarıda sözünü ettiğim semt gruplarının bir kısmının birleşerek daha büyük taraftar grupları oluşturması ve birer güç haline gelerek tribünlerde söz sahibi olmaya başlamaları 1980'lerin ortalarına denk geliyor. İstanbul'daki ezeli rekabetin tribün unsurlarının rekabeti sokaklara taşımasının elbette bazı pratik nedenleri de var. Örneğin Dolmabahçe Stadı'nın ortak kullanım zorunluluğu, büyük ilgi gören maçlar öncesinde bilet bulma mücadelesi nedeniyle sabahlama yapma zorunluluğu...

Semt gruplarının stadyumlarda boy göstermesinin bir başka sonucu daha vardı: İstanbul'un geleneksel "mahalle abiliği" kurumunun statlarda temayüz etmesi. Olağanüstü durumlarda son sözü söyleyen, "karar-verici" ama karşılığında da bir tür grup dayanışmasının olmazsa olmaz temeli olarak, kendisine korkuyla karışık saygı duyanlara, güvenenlere, kısacası takipçilerine "koruyucu"luk sözü veren bir abi. Özellikle deplasman maçları
sırasında, karşı taraftan "korunmak" için, o dönemde icat edilen "koruma parası", bu grupların işlevselliğine maddi bir karşılık da sağlıyordu. Tabii, tamamen taraftarlar arasında kalan, meşrulaştırılmış bir maddi karşılık...

Bu, mahalli gruplara dayalı abilik düzeni yıllarca devam etti İstanbul'da. En gözü kara olanlar, bağlı bulundukları tribünlerde lider kimlikleriyle öne çıkmaya başladılar. "Tribün devralma" adı verilen bir değişim süreci yaşanmaya başlandı. Başlangıçta, rakip tribünlere karşı koordine hareket ve birlikte tavır alma konusunda iş birliği yapan farklı semt grupları içerisinde bazıları öne çıkmaya, o semt grubunun abisi de bütün tribünün liderliğini üstlenmeye başladı. İç çekişmeler, mahalli liderlik kavgaları, "iktidarı" koruma kaygısı elbette her tribünde yaşandı ama sonuçta, tribün hiyerarşisi adı verilen yukarıdan aşağıya merkeziyetçi bir oluşum meydana geldi. Galatasaray ve Fenerbahçe'de özellikle belirgin olan bu süreçte, Beşiktaş belki de tüm semt gruplarının eşit ağırlıkta olmasının ve bir semtin takımı olmanın getirdiği semt ağırlığının etkisiyle, bir tür Abiler Koordinasyonu'nu, deyim yerindeyse kolektif bir liderliği tercih etti.

Belki başlangıçta ortak kabulleniş, saygılı bir rıza ile oluşan bu çekirdek taraftar gruplarının 1990'ların ortalarından itibaren edindikleri güç, bugün birçok kişinin sözünü ettiği "yönetimin kullandığı paralı askerler" oluşumlarının nedenidir aynı zamanda. Bu gruplara kulüp yönetimlerinin sağladığı ayrıcalıklar, örneğin dağıtılan bedava biletler, bir zamanlar kendi olanaklarıyla maçlara giden, aralarında para toplayarak maça giremeyecek kadar yoksul grup arkadaşlarına bilet alan semt gruplarının önüne "yeni imkânlar" açtı: Rant!

Ancak bu tür kemik grupların, futbolun gelişen ve değişen yüzü karşısında varlıklarını aynı tarzda devam ederek sürdürmeleri giderek imkânsız hale geliyor. Bir süredir devam eden bu sürecin doğal ömrünün sonuna doğru yaklaşıyoruz. Gelişmeye açık olmadan, tamamen kendi içerisinde kapalı devre yürüyen grupların sonu gibi... Artık giderek gelişen yeni ve daha "kültürlü", kaynaklarını daha çok modern dünyanın referanslarından almaya çalışan bir futbolsever kuşağı var. Eski grupların da oluşmaya başlayan bu tribün kültürüne bir şekilde ayak uydurması gerekiyor.

Taraftarlığı yeniden tanımlamak gerekiyor

Günümüzde tribünün yükünü çeken kalabalık taraftar gruplarının organizasyonu var olabilmek için bir zorunluluktur. Bu taraftar grupları, artık kendilerini bir isimle anıyorlar her şeyden önce. "Fossa del Leone" gibi, "Brigade" gibi... Örneğin İtalyan taraftar gruplarına bakıldığında kendi finansmanını kendi sağlayan, gelişmeye ve yaratıcılığa açık organize gruplarla karşılaşıyoruz. Bütün Türkiye tribünleri için de böyle bir kopuşa gereksinim var (ve ilk emareleri de görünmeye başladı). Basında sık sık belirtilen paralı amigoların yerini artık yeri yurdu belli, organizasyonuyla açık gruplar alıyor.

Eski, geleneksel yöntemlerle "yıldırıcı" bir hâkimiyetin devam etmesi mümkün değil. Çünkü liderlik hiyerarşisi içinde kurulmuş bir taraftar grubunun, bu konuda kendisini takip edenlere, başlangıçta sunduğu "şeyler" neyse, bunu devam ettirmesi gerekir. Bu vaatler, artık grup üyesi için adeta üye olmanın ön koşulu haline gelir bir süre sonra. Bu kadar "zayıf" bir aidiyet hissinin günümüzde devam ettirilmesi bana imkansız geliyor. Bir gün gelir, örneğin bilet bulamadığınız için, grubunuzun has üyeleri sandığınız insanlar birdenbire yok olur. Bu belki bugün değil ama gelecekte muhakkak olacaktır. O zaman yapılması gereken şey: Grubun üyesi olma "nedenlerini" yeniden tanımlamak ve bunu organize etmek. Ama bu gerçekleşir mi; bilemiyoruz hâlâ…

Tribünde cemaatleşme ve izolasyon eğilimi, futbola farklı bakışın bir sonucu aynı zamanda. Sosyal statülere bağlı olmaksızın var olmayı bir zamanlar başaran tribün, artık bu özelliğini kaybediyor. Yanındaki insanın kim olduğunu, kültürünün düzeyini, cebindeki parasını kimse merak etmezdi. Herkes oraya tek bir amaç için gelirdi: Takımını desteklemek ve orada yaşayacağı futbol ritüellerinin tadını sonuna kadar almak. Ama artık öyle değil. Yanındakinin bırakın futbola bakışını, takımını algılayışının bile aynı olduğundan şüpheye düşmeniz için birçok neden var.


Belki de bu yüzden rengarenk tribünlerin, yavaş yavaş bizim tribünlere de gelen "pahalı" tribün organizasyonlarının arkasında, biz "eski futbol" bağımlıları, hep aynı olan, hep birbirine benzeyen ve hep "içi boş" bir şeyler sezinliyoruz. Gidenin arkasından ağlanmaz ama futbolun büyüsünün en parladığı bu dönemde, sanki asıl büyü yavaş yavaş kayboluyor gibi.

BİZE ULAŞIN