Bekir Cantemir/ Şehir tarihçisi
Ülkenin elitleri Nişantaşı'ndaki köşklerini kat karşılığı verdiler
Günümüz Türkiye'si apartmanlarının en önemli sorunu ses mahremiyeti. Hâlbuki akustik projeler belediyeler tarafından isteniyor ama asla kontrol edilmiyor. Kimse de bundan şikâyetçi değil. Binaların iç malzeme kalitelerine bakılıyor ama bu bina sahipleri ve çocukları kendi dışlarındaki binaların güzelliğini eleştiriyor.
Bu ülkenin en elitleri Bağdat Caddesi veya Nişantaşı'nda dedelerinin köşklerini kat karşılığı verdiler. Bu kimseler gecekondu veya TOKİ binası eleştirirken ne kadar samimi olabilirler? Bursa TOKİ binaları gerçekten çirkin oldu. Ama Bursa yerlilerinden kimse dedelerinin eski konaklarını restore ettirip nefes vermiyor ki. Estetik, güzellik tartışması ülkemizde başkalarını suçlamak ve çirkinliğin kendi dışımızda olacağına dair bir monoloğa dönüyor. Bu nedenle samimi bir tartışma ortamı kuramıyoruz. Ekonomi, ergonomi ve estetiği bir üçlü halinde düşünürsek; şehir sakinlerinin kamusal ve bireysel ihtiyaçlarını çözen, bina, şekil, renk ve modeli uyum içinde, ekonomisi sürdürülebilir ve kullanımında da herkesin sorun yaşamadığı mimari güzeli inşa edebilir, bence.
"Gazze'yi nüfusundan arındırıyorlar"
Ulus devletlerin oluşumunda ulusal tarih yazımları arkeoloji üzerine de kuruldu. Bu nedenle Batılı ülkeler arkeolojik eserleri önce çalarak, sonra fonlayarak müzeleri oluşturdular. Bizim coğrafyamızda savaşların bir nedeninin de bu insanlık birikiminin buralardan sökülmesi olarak görüyorum. Gazze meselesinde Siyonist akıl kendine salt askeri güçle bir ülke kuruyor. Kendisi dışındaki tüm insanlığı kendisinin kölesi olarak görüyor. Hastalıklı ruhları ile Gazze'yi oranın yüzyıllardır yaşayan nüfusundan arındırıyorlar. Tarih hırsız ve hadsiz çöplüğü ile dolu. İskender Gazze'nin karşısına İskenderiye'yi askeri güçle kurdu ama
Olcay Aydemir/ Mimar
Turgut Cansever'in projesi yeniden düşünülmeli
Restore edilen eserler için doğru işlevler bulmalıyız
Eski eserler, restore edildikten sonra doğru işlevi bulmak esas mesele. Bazen en iyi karar asli işlevine, özgün işlevine döndürmek de olabilir. Bunun için de iyi analizler gerekli. Bir yapının restorasyon sonrası en önemli koruma parametrelerinden biri doğru işlevdir. Çünkü biz, yapılarda insan yaşarsa yapı yaşar, deriz. Doğru işlev yapının ruhudur. Kullanılmayan bir yapı zamanla köhner, eskir, çöker.
Yapılar çevreleri ile bütünleşmeli; kent içindeki konumu itibariyle işlev ile fiziksel doku da uyum içinde birlikte yaşamını sürdürebilmelidir. Burada yapının da fiziksel olarak özgünlüğünü yitirmemesinin altını çizmek gerekli. Ve tabii herkese açık, herkesin ulaşabildiği, kullanabildiği işlevler olmasının da altını çizmek gerekli.
Son olarak özetleyecek olursak, yapıları bir kültür varlığı olarak öne çıkaran, değerli kılan, tarihi, mimari değerini, özgünlüğünü ortaya çıkaran, mimari, fiziksel, tarihi otantik özelliklerinin sergilemesine olanak tanıyacak işlevler verilmelidir. Fiziksel ve kültürel taşıma kapasitesine uygun kullanımlar seçilerek yapının koruma-kullanım dengesi sağlanmalıdır.
Sürdürülebilir malzemeye dönüş
Dünyada küresel ısınma ne yazık ki büyük problem. Bununla birlikte sel, deprem gibi doğal afetlerle de karşı karşıyayız. Yapıların yapılacağı yerlerin seçiminden tutun yapım tekniklerine ve malzeme kullanıma kadar çok dikkatli ve bilimsel hareket etmek lazım. Fay hattı üzerinde şehirler kurulması, yine dere yataklarına yapılaşma gibi olumsuz birçok etken var. Konut üretiminde olsun eski eser koruma sürecinde olsun yenilenebilir, sürdürülebilir özgün doğal malzemeleri kullanmak önemli ama diğer taraftan bunu yaparken de doğal kaynakları tüketmemek gerekli.
İstanbul ölçeğinde ise ilk başta yapılması gereken şey; tescilli sivil yapıların korunması, sürdürülmesi, belgeleri varsa olmayanların yeniden yapılması büyük önem taşımaktadır. Yani sürdürülebilir mevcut potansiyelin korunması gerekli. Yeni yapılar açısından da depremselliğin bir an önce ele alınarak, yapıların daha sağlam, daha sürdürülebilir, daha enerji korunumlu ve kendi enerjisini üretebilir halde yeniden yapımının sağlanması gerekir.
Yeni yapılaşma kontrol altına alınmalı
Turgut Cansever, 1999 depremi sonrası jeolog, mimar, sosyolog, ekonomist ve felsefecilerden oluşan bir çalışma grubu kurmuş ve yayımladığı raporda İstanbul'u rahatlatmak için "pilot şehir" önerisinde bulunmuştu. Bu öneriye göre depremden etkilenecek nüfus kademeli olarak Kırklareli'ne taşınacaktı ve proje, ekonomik altyapısına kadar oldukça detaylı düşünülmüştü. Bu planlamanın bir an önce düşünülerek hayata geçirilmesinin büyük önem taşıdığına inanıyorum. Bugün İstanbul'un mevcut nüfusu taşıyamayacağı açıktır. Yakın gelecekte sadece fiziksel değil ekonomik, sosyal, çevresel büyük problemler öngörülmektedir. Küresel ısınma, küresel ekonomik krizler, enerji krizleri, kıtlık gibi gıda problemleri de beraberinde gelebilir. Bu nedenle de Turgut Cansever'in ön gördüğü ve planladığı şekilde İstanbul'a yakın bölgelere kontrollü ve çevreci bir yerleşim modeli, yine tüm bilim insanları ile birlikte bir an önce hayata geçirilmelidir.
Celaleddin Çelik / Mimar
Hafıza inşa etmenin zamandan başka yolu yok
Türk medeniyeti geniş bir zaman aralığı ve yayılı bir coğrafyada neşet eden, bugünden dönüp baktığımızda ise bütüncül bir bakışla ele alınmış olan şehirleşme, mesken kurma, yapılı çevre oluşturma konularında dünya mirasına büyük katkı sunan bir tecrübeye sahip. Bu büyük birikimin -alternatif bir tarih akışında- bugünün ideal şehirlerini kurabilecek ilkelere ana kaynaklık edebileceğinden şüphem yok.
Sadece yeni yerleşim alanları ve yeni yapılaşmalar değil, yakın geçmişte şahit olduğumuz kadarıyla dönüşüm alanları da sorunlara ya sadece geçici çözümler üretiyor, ya da mevcut sorunları daha da problemli hale getiriyor. İnşa etme biçimini değil zihniyetini revize edip yeniden kurmadıkça, yeni yapılaşmalar da, dönüşümler de sorunları ötelenmekle büyütmek arasında gelip gidecek. Bilakis mekân kurma fikrinin kendisini sağlıklı biçimde baştan inşa edersek, yeni yerleşimler de, mevcut şehirler de olumlu yönde değişebilir.
Çok kolay yok eden, yıkıp yenisini yapan, eldekini korumak için değil yok etmek için gerekçe arayan bir toplumsal yapımız var. Zamanın bize kazandırdığı kıymeti başka hiç bir şeyle elde etmek mümkün değil. Bu büyük hazineye doğuştan fazla fazla sahip olduğumuzdan mıdır, bilmiyorum. Ancak bu yaklaşım sadece tarihi alanlar, kültür mirasımız için geçerli değil. Kent hafızasını ve kişisel tarihi oluşturan güncel mekânlar için de aynı yap-boz alışkanlığı geçerli. Aidiyet kurulabilecek sağlıklı bir kentte yollar, sokaklar, yapılar, işletmeler, havaalanları, okullar, köşedeki fırın, aile evinden ilk ayrıldığınız seyahatin başlangıç noktası olan tren istasyonu vs. hepsi devamlılığını sağladığı ölçüde kıymetlidir. Yapılı çevrenin ve devam edegelen işletmelerin, kurumların varlığı kişinin şehirle kuracağı aidiyet hissinin temelini oluşturuyor. Bunların her revizyonu, beraberinde birçok şehir sakininin hatıralarını da yok ediyor. Hafıza inşa etmenin, zamandan başka bir yolu da yok. Tarihi yerleşimlerde de, ama özellikle genelde gözden kaçırılan yeni yerleşimlerde de en önemli meselelerden birinin bu devamlılık hissi olduğunu düşünüyorum.
İstanbul'un önceliklerinin ve ufkunun yeniden çizilmesi gerekiyor. Bu önceliklere dair tavır ortaya koymak ve ufuk çizmek için bazı sembolik kararlar alınabilir belki. Yayanın öncelikli geçiş hakkı olmadığı bir şehir, şehir değildir. Kentin sahibi insandır, insan yayadır, motorlu taşıtlar insana hizmet etmek için vardır. Kaldırımında yürüyemediğimiz bir şehri reddetmeliyiz. Çok şeyin dönüşümü, bu kararla başlayacak.
Niyet her şeyin başı
Konutta ve kentte estetik arayışını öncelikle "nitelikli yapılı çevre arayışı"na evriltmemiz gerekiyor. Şıkır şıkır tasarlanmış, göze hoş gelen birçok yapı, "ağuyu bala sarıp" bize yutturan bir kandırmacanın aktörü aslında. Estetik arayışın katmanları derine gitmediğinde, etrafımızı saran zihniyet size "mesele ettiğin estetik mi, al bak sana onu getirdim" diye yaklaşıyor. Bu yüzden, kavramları, ilkeleri daha çok konuşmaya ihtiyacımız var. Niyet her şeyin başı, sanırım neye niyet ettiğimizi samimiyetle tespit ettikten sonra gündeme alınabilecek meseleler bunlar.
Seda Özen Bilgili/ Mimar
Anadolu için sosyal donatılar gerekiyor
Tarihi dokuda oluşmuş bir hikaye var. İstanbul özelinde, sihirli topoğrafyasının getirdiği bir cazibe var. Halkın, hatta tüm ülkenin ortak tarihi hafızası da Tarihi Yarımada, Beyoğlu, Boğaziçi hattında yer alıyor. Binlerce yılda oluşmuş sokaklar, arkeolojik kalıntılar, anıt yapılar, sivil mimari miras ile tasarımı üzerine çok da kafa yorulmamış yüksek bloklar elbette bir tutulamaz. Ancak yeni yerleşimlerin de kendine özgü planlama kararları olması gerek. İstanbul'da Levent, Koşuyolu, Ankara'da Saraçoğlu Mahallesi Cumhuriyet döneminin başarılı yerleşimleri ve kendine özgü bir mimari – tarihi karakter oluştu.
Anadolu şehirlerinin imkanları genişletilmeli
Marmara Bölgesi'nde yeni yapılaşma alanları üretmek bana çok mantıklı gelmiyor. Ankara'da belki bu mümkün ama İstanbul, beş İstanbul kadar bir yerleşim sınırına ulaştı. Belki elde olanı daha akılcı yönetmek mümkün olabilir. İstanbul'da kesinlikle korunacak doğal alanlar ve mahalleye dönüştürülen köyler konusunda, Beykoz, Şile, Sarıyer, Çatalca köyleri konusunda yapılaşma sınırı, mimari karakter konusunda birtakım çalışmalar yapılabilir. Bunların dışında bana kalırsa doğru olan, İstanbul'dan geri dönüşün planlanmasıdır.
Çevremizde de görüyoruz, büyük şehirlerde yaşamak imkânsız hale geldikçe, insanların bir bölümü ülkenin güney kesimine taşınmaya başladı, bir başka bölümü de kendi memleketine yerleşiyor. İnsanların, büyük şehirlere göçmesi sonucu ıssız kalan Anadolu şehirlerine göç etmesi, geri dönmesi için sosyal donatılar gerekiyor. İş, istihdam konusunu bir tarafa bıraksak bile, insanlara alışveriş merkezleri dışında sosyalleşme imkanını sunmak gerek. Spor tesisleri, konser, tiyatro salonları gibi ilk akla gelen sosyal alanlar, çocuklar için çeşitli kurs imkanları olmadığı durumda insanlara memlekete yerleşmek çok cazip gelmeyecektir. Bunun dışında köylerde de sosyal alanlar, toplu ulaşım imkanları, tamir ve onarımlar, alışveriş için kolaylıklar olmadığında diyelim ki Almanya'da gördüğümüz gibi şehirden uzakta yaşayarak işine gidip gelen insan profili göremeyiz. Bizde köyler/kırsal yerleşimler, hayattan elinizi eteğinizi çektiğiniz dönemde yaşanacak yerler gibi görülüyor.
Emine Öğün/ Mimar
Az ile yetinerek şehirleri inşa edebiliriz
Son iki asırda, son 50, son 10-15 senede önceliklerimiz, günlük akış değişti. Artık anlar, tabiat yaşanmıyor. Kapalı yerlerde sigara yasağı çok hızla kaldırımlara taşarak, açık havada, kahve keyfine sığınmamızı sağladı. Daracık, biçimsiz kaldırımlarda, her yıl acımasızca budanan birkaç ağaç görerek sohbet etmek, iş çıkışı ya da gün içinde belki de en keyifli anlarımız; gri, yüksek, içindekiler ile tanışmadığımız apartmanların altında.
Şehrin içinde bir ucundan öbürüne giderken, işe, eve ulaşmaya çalışırken metro, otobüs veya özel araçla, hep tenekeden bir nesnenin içinde, metro ise yerin altında, insanlık tarihinde hiç yerin altında yaşanmamışken… İşin acı tarafı bunların hepsini gelişme, çözüm, medeniyet gibi tanımlamalarla güzellememiz. Kanmaya çok hazırız. Bu sadece bizim toplumumuzun sorunu değil tabii, tüm dünyada, en gelişmiş olan ülkelerde aynı trajedi yaşanıyor.
Öte yandan, sözde en gelişmiş diye tanımladığımız ülkelerin önemli bir avantajı tarihi çevrelerinin akıllıca yeni ile harmanlanmış, çözüme kavuşturulmuş olması, aradaki bağı kurma çabası sürdürülmekte; sınanmış geleneksel insanlık bilgisi, özellikle mimari alanda, hâlâ denenmeye devam ediyor. Yeni denemeler yapanlar diğerlerine büyük ölçüde saygılı, toplumsal sınırlar, kurallar tanımlı, bunları gelişigüzel esnetme eğilimiyse çok sınırlı. Dolayısıyla yapılaşmış çevre bireyin aidiyet kurabileceği referanslara sahip; tarih,hafıza, birey ve çevre bütünleşebiliyor, katılım ve sürdürülebilirlik mümkün oluyor.
Ülkemizde modernleşme çabası, tarihi birikimi değerlendirerek aktüel çözümler üretme becerisini gösteremedi. Kırsal nüfusun neredeyse olduğu gibi şehirlerde kümelenmesi, kontrolsüz büyüyen konut sorunu, spekülatif girişimlerin sorgusuz kabullenildiği, uzun vadeli planlamanın, yanlışların eleştirisinin imkansız kılındığı bir ortam neticesinde şehirlerimiz bugüne geldi, çarpık süreç sorgulanmadan kabullenildi ve devam ettirilmekte.
Yığınlar içinde yaşayan bizlere kalan ise eskilere yakın hissetmek, onları yüceltmek ve ne yapacağını bilemeden, büyük ölçüde çaresizce yaşamı sürdürmek maalesef. Alçakgönüllülükle hatalarımızı anlayarak, dünyevi çıkar arayışlarından uzak, az ile yetinmeyi kabullenerek, tabiat ile uyumlu, makul, asgari ihtiyaca göre şekillenenleri tercih ederek zaman içinde şehirleri yeniden inşa edebiliriz, eğer niyet edersek.