Ekrem Demirli: YAHUDİLİK MUHARREF OLMASAYDI NE DEĞİŞİRDİ: TAHRİF VE NESİH ÜZERİNDEN DİNLERİ DÜŞÜNMEK

YAHUDİLİK MUHARREF OLMASAYDI NE DEĞİŞİRDİ: TAHRİF VE NESİH ÜZERİNDEN DİNLERİ DÜŞÜNMEK
Giriş Tarihi: 29.12.2023 11:17 Son Güncelleme: 29.12.2023 11:19

Yahudilik ile Hristiyanlığa bakarken Müslüman toplumun perspektifine hâkim olan ana kavram, her ikisinin tahrif edilmiş ve hakikatlerini yitirmiş dinler olduğunu belirten "tahrif" kavramıdır. Tahrif ve bozmak, insanların dinle ilişkilerinde en kolay dile getirilen, özellikle selefi akımlarca en çabuk benimsenen bir yönelimi bize anlatır. Bu yaklaşıma göre Yahudilik ve Hristiyanlık sahih dinler olarak gelmiş, fakat zamanla tarihin ve kültürün etkileri altında bozulmuş, gerçek hüviyetlerini yitirerek kültürel kalıplara dönüşmüşlerdir. Bu yaklaşım dinin insanca yorumunu genellikle bir bozulma ve tahrif eylemi olarak görmeyi zımnen içeriyor. Hemen bütün sosyal hadiselere böyle bir bakış getirmek, onların gerçekte başka türlü olduklarını kabul ederek bir takım nedenlerle bozulduklarını iddia etmek mümkündür. Fakat böyle bir yaklaşıma karşı sorulabilecek, bâtılı ve tahrif edileni görüyor olsak bile, "hakikati nerededir?" sorusunun makul ve nesnel bir cevabı yoktur.

Bu yaklaşımın izin verdiği ikinci bir yaklaşım daha vardır: O da bu bozulmuş dinler içerisinde hakikate daha uygun ve daha makul bir geleneği keşfederek din içindeki çelişkilerden tahrifin boyutunu temellendirme arzusudur. Bu yoruma göre din dahilindeki mezheplerde genellikle gerilere itilmiş birtakım gruplar hakikate daha yakın bir tutum sergilerler, daha doğru bir din yorumunu temsil ederler. Ana akım ise genellikle bozuk ve batıl anlayışı temsil eder. Müslüman toplumun her iki dine bakışında hâkim tutum budur: Onların bâtıl ve tahrif edilmiş din olduklarını düşünmek, buna bağlı olarak dinlerin içinde ve periferide bir takım zayıf akımları bularak bozulma öncesinde unutulmuş hakikatin izlerinin şahitleri olarak onlara bakmak!

Çağdaş teolojik araştırmalar muvacehesinde meseleye bakacak olursak, Yahudilik veya başka bir dini, tahrif ve bozulma üzerinden eleştirmek, kanıtlanması güç bir yola girmek ancak Müslüman toplumun kabul edebileceği argümanda yöntemi hapsetmek ve daraltmak demektir. Her şeyden önce böyle bir yorumda belirleyici olan şey, Müslüman toplumun din algısı olmalıdır. Başka bir anlatımla İslam hakkındaki tasavvur öteki dinlere sirayet eder, öteki dinleri İslam gibi düşünmek, o dinlerle İslam'ı aynı hakikat düzlemine yerleştirmek böyle bir bakış açısının mazeretini oluşturur. Binaenaleyh Müslüman toplumun ve kısmen de ilahiyatçıların yanılgısı bütün dinleri İslam gibi bir çerçevede düşünmekten kaynaklanır.

Anakronik okuma sorunu

Haddizatında bu durum yani her insanın bulunduğu yerden hareketle ötekini anlama imkanı yaygın ve anlaşılır bir durumdur. Nitekim tarihsel araştırmalarda ciddi sorunlardan biri budur. Buna en azından yanılsamaların en büyük nedenlerinden biri olmak üzere "anakronik" okuma sorunu
diyebiliriz. Fakat teolojik araştırmalarda en azından nesnelliğe yaklaşabilmek için böyle bir bakış açısından mümkün mertebe uzaklaşarak dinlere kendi gerçeklikleri ve kendi metinleri üzerinden bakmakta fayda vardır. Bunun için "Yahudilik tahrif edilmiştir, din bozulmuştur" veya "Hristiyanlık bozulmuştur" derken ne demek istediğimizi daha derinden düşünmek gerekir: Sahi "din tahrif edilmiştir" dediğimizde, tahrif edilmemiş halinden hangi çözümler, hangi hakikatler ortaya çıkabilecektir? Başka bir anlatımla bozulmamış halleri hakkında nasıl bir tasavvurumuz olacaktır?

İslam'ın öteki dinleri yorumlamada ve anlamada bir ayna gibi değerlendirilmesinin Müslümanlığın özel niteliklerini ve kendine mahsus durumunu anlamak bakımından ciddi bir hata olduğunu düşünmek mümkündür. Bunun temel nedeni İslam ile birlikte ortaya çıkan büyük değişim, dinde kavramların tam olarak oturmasının İslam döneminde gerçekleşmiş olması, dinin evrenselliğinin İslam'a mahsus bir gerçeklik olmasıdır. Din olgusu İslam ile birlikte "evrensellik" iddiasına ulaşmıştır dediğimizde, bir dini övmüş veya hamesetle konuşmuş olmuyoruz, İslam'ın temel ve ayırıcı bir niteliğini söylemiş oluyoruz. O zaman öteki dinlerin bozulmamış halini tasavvur ederken "evrensel" bir hakikatten konuşur veya bunu arar gibi tahrif öncesine bakmamak gerekir.

İslam haddizatında dinlerin başka bir zamanda ve mekânda tahakkuk etmiş yeni bir inanç tarzı değildir. İslam bütün dinlerin bir parçasını içerdiği veya bir yönünü anlattığı büyük yapının temsilcisidir. Bir benzetme ile anlatacak olursak, Sezai Karakoç'un ifadesiyle, "her dinin bir kapısı olduğu bütün cennet" İslam'dır. İslam'ın bu ayrıcalığını ele alanlar ise Müslüman düşünce içerisinde metafizikçi sufiler idi. Onlar İslam'ı başka herhangi bir dinle veya gelenekle paralel bir şekilde ele almayı doğru bulmadıkları gibi İslam'dan hareketle tarihe bakmayı da doğru bulmamış, bu dinleri kendi gerçeklikleri ve sınırlı imkânları içinde değerlendirmişlerdir. Çünkü dinin kaynak bakımından hakikat olması, geldiği zaman ve mekân şartlarını bütünüyle anlamsız kılacak derecede "hakikat" olarak nazil olmasını sağlamaz.

İnsanlar arasında "seçilmişlik" veya ayrımcılık gibi iddialar

Bu meyanda bazı ilkeler üzerinden giderek İslam ile öteki dinleri ayrıştırabiliriz: İslam'ın kurucu unsuru tevhit ilkesidir. Tevhit ilkesi ilk insandan itibaren bütün dinlerin ana ilkesi kabul edilebilir. Fakat tevhidin yorumlanma tarzında dinler arasında farklılık olmadığını düşünmek, dinlerin tabiatındaki tekâmül ve gelişim fikrini anlamamak demektir. Bu meyanda tevhidin tezahürlerini hatırlarken akla gelen ilk husus, yer ve gök arasında üstünlük fikri tesis etmeden varlığın eşitliği fikridir. Tanrı tek yaratıcı ilke olunca bütün mümkün âlem bir ilke ekseninde birleşir ve mümkün lem içinde ortaya çıkan bütün varlıklar ve bilhassa insanlar aynı ilke ekseninde eşitlenir. Bu nedenle insanlar arasında "seçilmişlik" veya ayrımcılık gibi iddialar anlamını yitirerek insanlık bir aileye döner.

Şimdi şöyle sormak gerekir: Yahudiliği bozulmamış ve tahrif edilmemiş bir din sayınca tam olarak ne demek isteriz: Acaba Yahudilik başından beri evrenselliği mi kabul etmişti? Bütün insanların bir ve aynı ilkeden geldiklerini, hepsinin aynı haklarla yaratıldığını ve aynı sorumlulukları haiz olduklarını mı söylüyordu? Böyle bir durumu kabul edersek Yahudiliğin evrenselliğini kabul etmiş oluruz ki Kuran-ı Kerim'deki ifadelerden bile vakıanın böyle olmayacağını ima eden birçok işaret bulunabilir. O zaman Yahudilerin dinlerini tahrif etmiş olmaları tarihsel açıdan mümkün olmakla birlikte, özünde evrensellik bulunduğunu düşünmek doğru değildir. Bu meyanda Kuran-ı Kerim'de anlatılan kıssalardan Yahudilerin arz-ı mevud ile sonuçlanan bir talepleri ve Tanrı'yı borçlu çıkartan bir dindarlık anlayışları olduğunu da anlıyoruz. Günümüzde Yahudilerin savunduğu anlamıyla arz-ı mevud, bunu ortaya çıkartan "seçilmişlik" anlayışı başından beri Yahudilik içinde bulunmuş olabilir. Hakikat böyle olunca şunu düşünmek de mümkündür: Yahudiler belki de hiçbir zaman tam olarak Hz. Musa şeriatına girmemişlerdi.

Tahrif veya nesih: Yahudilik tahrif edildiği için değil, neshedildiği için insanlık değerleriyle çelişiyor

Vakıa İslam'ın önceki dinlerle ilişkisini tarif üzerinden düşünmek İslam'ın evrenselliğini anlamamak demektir, dedik. İslam hangi merhalede veya aşamada olursa olsun Müslüman toplumlarda bir kültürel ve ahlaki üstünlük fikriyle birlikte düşünülmelidir. Bunun bir tekebbür veya böbürlenme haline gelme ihtimali ise bireysel ve toplumsal hayatlarını bu eksende dönüştürmemekle malul bir körlüğün neticesi olabilir. İslam bütün zamanlar ve mekanlarda evrensellik iddiası taşıyan yegâne dindir. Belki Hristiyanlık belirli bir noktaya kadar böyle bir iddia taşımış olsa bile, onun malul olduğu "oğul-Tanrı" telakkisi evrenselliği imkansız hale getirmektedir. Müslüman toplumun dünya ile daha sahih ve güçlü ilişki kurmaya taşıyabilecek temel unsur, dinin evrensel ilkeleri ile insanlık değerleri arasında kurabilecekleri ilişkidir. Bu nedenle İslam'ın önceki dinlerle ilişkisini kuracağımız kavram "tahrif" değildir, nesih, yani evrensel olmayan değerlerin, anlatının artık geçersizliğini ilan ederek yeni bir söylemde insanlığın buluşmasını savunmaktır. Başka bir anlatımla tahrif üzerinde durmak yerine dikkatleri evrensellik meselesine odaklayarak bütün zamanlar, mekânlar ve insanlar için geçerli ilkelerin dinin kendisiyle ilişkisini kurmak gerekir. Müslüman toplumu yeniden dünyalı haline getirecek dil, bu evrensellik dilidir.

Kudüs kimindir? On Emir'e kim daha çok inanıyorsa Kudüs o'nun olmalıdır

Dindar bir insan için yerler, gökler ve varlıklar hiç kuskusuz Allah'ın mülküdür. Bu bakımdan O'ndan başkasının mülk iddia etme hakkı yoktur, daha önemlisi ezeli mülkiyetten ve hukuk tanımayan kudretten söz etmek dindarlığa ve ahlaka aykırı abes bir iddiadır. İnsanlar sadece "emanet" tarzında eşyadan istifade ederler, Tanrı'nın mülkünde ahlak ve adap üzere yaşarlar. Hangi dinde olursa olsun gerçek bir dindar böyle inanır, meseleye böyle bakar. Kudüs gündeme her geldiğinde "buranın sahibi kimdir?" sorusu ortaya çıkınca, Kudüs'ün manevi sahibi daha doğrusu "emanetçisi ve
hadimi kimdir?" diye düşünelim derim. Öncelikle "Kudüs neresidir?" diye sormak veya Kudüs derken ne anlamak gerektiğine işaret etmek gerekir. Müslümanlar için Kudüs Yahudilerin düşündüğü ölçekte kutsal toprak veya vaat edilmiş topraklar değil, tarihsel, kültürel ve insan hakları ve değerleri bakımından hayati öneme sahip bir mübarek yerdir. Öte yandan Kudüs'un en önemli yönü nebilerin kurduğu bir şehir olmasıdır. Kudüs, Sezai Karakoç merhumun anlatımıyla "Gökte kurulan ve yere indirilen" şehirdir. Hal böyle olunca Kudüs'ün kuruluş ilkelerine daha yakın olanlar, şehrin hadimi olmaya hak sahibi olmalıdır. Bu itibarla Kudüs'ün hadimini tespit ederken, mesela On Emir üzerinden gitmek mümkündür.

O zaman "Kudus'ün hadimi kimdir?" sorusunun birinci cevabı şudur: Kim Tanrı'ya ama gerçekten Tanrı'ya "Tanrı" olduğu için iman ediyor, O'na hiçbir şeyi otak koşmuyorsa Kudüs'ün hadimi olmaya layık olan odur. Tanrı her şeyin sahibi ve her şeyin yaratıcısıdır. İnsanın O'nun hakkındaki bilgisi ilahi isimlerle sınırlıdır. Bu bakımdan ilahi isimler bize Tanrı'nın nasıl fiiller işlediğini ve bizden neyi talep ettiğini anlatır. Böyle olunca bütün İbrahim dinler yaklaşık olarak Tanrı hakkında birbirine yakın kanaatleri öğrenmişlerdir. O zaman ilahi isimler ile bize anlatılan ahlakı kim ideal ahlak olarak benimsiyorsa Kudüs'ün hadimi o olmalıdır.

İkinci mesele, birinci ilkenin sonucudur: Kudüs yeryüzünde kim haksız yere ölüme karşı çıkıyor ve yaşamayı temel insanlık hakkı sayıyorsa onundur. Başkası Kudüs'ü ele geçirirse onu işgalci ve hırsız bir zorba saymak gerekir. Bu itibarla yaşamak belirli sayıdaki insanın tekelinde olan bir ayrıcalık değildir. Yaşamak Tanrı'nın el-Hay isminin bir neticesi olmak üzere tamamen ilahi bir hak ve Allah'ın bir lütfudur. Yaşam hakkı var olan herkesin doğuştan getirdiği bir haktır.

On Emir'in öteki ilkeleri de bu şekilde ele alınabilir. Öyleyse Müslüman toplum en mağlup zamanlarından birini yaşadığı bugünlerde bile, entelektüel ve manevi değerler bakımından daha güçlü olmak, ayağa kalkmak zorundadır. Bunun yolu ise dinleri içinde bulunan evrensel değerleri yeniden keşfetmek, Tanrı ve doğa ile olan çok yönlü ilişkilerini hatırlamak, insana insan olarak bakabilecekleri bir basiret kazanmaktır.

BİZE ULAŞIN