Herhangi bir şey ötekinden mutlak anlamda izole edilemez, her şey bir şekilde ötekiyle ilişkilidir. Büyük metafizikçi Konevi'nin ifadesiyle, bir şey, bilfiil bir şey iken bil kuvve ötekini ihtiva eder veya öteki haline gelir (A, A ve A olmayandır). Bilhassa insan ve evren ilişkisi ile insanlar arasındaki ilişkinin ahlaki zemini bu minvalde tesis edilir. Kadim düşünürler bunu "her şey her şeydedir" veya "bir, çokluğu içerir gibi" matematiksel ilkelerle açıklarken "âlemde göreli olmayan hiçbir şey yoktur" deyimi de aynı düşünceyi anlatır. "Göreli olmayan (izafet ile birbirine bağlanmayan) bir şey yoktur" demek, "her şey
varlığı ve içeriği bakımından ötekiyle irtibatlıdır, şeyler arasında mecburi ilişkiler vardır" demektir. Binaenaleyh bir şeyden söz etmek, doğrudan veya dolaylı olarak ötekinden söz etmek, bir şey hakkında konuşmak, öteki hakkında bir şey söylemek veya onu ima etmek demektir.
Hal böyleyken düşünmek, şeylere ve hadiselere sınırlar çizmek, onları ötekilerden ayrıştırma amacına matuf zihinsel bir teşebbüstür. Vakıa düşünmenin kendisi ayrıştırma ve temyiz faaliyetine verilen isimdir. Metafizikçiler "bilmek ayrıştırmaktır" derken düşünmenin ayrıştırıcı tarzına dikkati çekerler. Düşünme yoluyla nesneleri ve hadiseleri bilmek, onları birbirinden ayrıştırarak kurucu-mümeyyiz özelliklerini tespit etmek, bu sayede "ilişkiler" dâhilinde yitip giden özel varlıklarını keşfetmek, bütünün içinde bireyselliği saptamak demektir.
Düşünme faaliyetinin maksadına ulaşmasını engelleyen en önemli faktör ise varlığa egemen olan benzerlikler ve ilişkiler ağıdır. Her şey ötekine benzerken nesneleri ayrıştırmak, onları bağımsız ve müstakil sahalarında tanımlamaya çalışmak, disiplin ve soğukkanlılıkla yapılabilecek uzun ve meşakkatli bir yolculuğa bağlıdır. Kadim düşünürler, bilhassa sufiler, benzerlikleri gösterebilecek "duyu" verilerinden zihnimizi sakınmak üzere dikkatleri duyulur dünyadan kopartarak mücerret âlemde var oluşu idrake yönelirler. Bu yönelmenin amacı benzerliklerin istilasından zihni arındırmak,
benzerliğin yol açacağı yanılsamalara karşı idraki muhafazadır. Derin düşüncenin kaynağını teşkil eden soyutlanma ve tecerrüt, bu amaçla takip edilen riyazet yöntemidir.
Zihin ayrıştırmaya gittikçe müdrikemizin başka faaliyet alanları benzerliklere yönelir, ayrıştırma ameliyesinin güçlüğüne karşılık aşinalığın ve hatırlamanın kolaycılığına yönelir. Bu itibarla hayal gücü nesnelerin ve hadiselerin benzerliklerini dikkatimize çekerek -veya benzerliklerden hareketle yeni ilişkiler inşa ederek- ircacı bir tutuma insanı icbar eder. Artık insan için yeni şey yoktur, her şey ötekini anlatır, her şey ötekini çağrıştırır, her şey yeni bir tekrar gibi gelir.
Bir lafza yüklenen çoklu anlamlar ve anlama sorunu
Vakıa geçmişte olduğu kadar günümüzde de en ciddi sorunlardan biri düşünme faaliyetini tehdit eden ircacı yaklaşımdır. Hadiseleri ve nesneleri kendi doğalarında tanımak için meşakkatli bir yol yürümek yerine, benzerliklerin yol açtığı daralmayı ve ircacı yaklaşımı birçok alanda tecrübe ederiz. Hiç kuşkusuz şeyler arasındaki ilişkileri görmek, benzerlikleri fark etmek düşünme faaliyetinin ve öğrenmenin önemli bir merhalesini teşkil ederken bir noktadan sonra bu kez düşünmeye ket vuran bir engele dönüşür. O zaman düşünmek, benzerlikleri görmekle bir noktaya varırken ikinci merhalede kendisini ortaya çıkan süreçten bağımsızlaşmak için mücadele etmeyi gerektirir.
Peki, insan zihni niçin benzerlikleri görmek ister, niçin benzerlikler düşünme faaliyetine ket vurmaya başlar? Bunun nedeni herhalde insanın aşina olduğu işleri kolayca öğrenebilmesi buna mukabil yeni şeyleri ve yeni özellikleri tanımak için gerekli gayreti göstermedeki tembelliğidir. Bu durum bir çok ortak kelimenin doğmasına yol açar; bunlara farklı anlamlar yüklesek bile, yoğun bir şekilde böyle kelimeleri kullanmakla iletişim imkânları ararız. Herkes aynı kelime kullanır, fakat kendince onu yorumlar, kendi tecrübesince anlamlandırır, kendi dünyasında onu bir yere yerleştirir. Bu sayede düşünmenin en ciddi sorunu ile karşı karşıya kalırız: Bir kelime çok anlamlı olarak kullanılmaya başlar, herkes "anladığını" veya anlaşıldığını düşünerek o kelime etrafında toplanır, ısrarla onu kendi düşüncesi için istimal eder. Gerçekte ne kendisi ötekini anlıyordur ne onun kast ettiği anlam öteki tarafından anlaşılırdır.
Mevlana'nın neyin yolculuğundan söz ederken dile getirdiği "anlama" sorunu burada tam olarak nükseder: Herkes zihnindeki anlama ve halet-i ruhiyyesine göre kelimeyi yorumlar, ona göre kelimeyi dinler, fakat gerçekte kelimenin neyi taşıdığını ve neyi temsil ettiğini merak etmez.
Herhalde konuşma ve bilgiyi paylaşma faaliyetinin en önemli sorunlarından biri, çok anlamlı kelimelerin yol açtığı bu iletişim kazalarıdır. Başka bir ifadeyle bir lafza yüklenen çoklu anlamlar, her insanın ve her gurubun o kelimeyi kendi tecrübesi üzerinden okuma alışkanlığını güçlendirir. Binaenaleyh "lafız bir, anlam çok" ise iletişim mümkün olmayacaktır.
Bir kelime ve anlam çokluğunda iletişim sorunu
Günümüzde yaygın olarak kullanılan çok anlamlı -katmanlı değilkelimelerin başında herhalde enerji kelimesi veya kavramı gelir (gerçekte kavram denilemeyecek kadar göreli bir şeyden söz ediyor olabiliriz): Bu itibarla "enerji" birçok yönden iletişimi ortadan kaldıran tehlikeli bir kavram olarak kullanılır olmuştur. Her şeyden önce "enerji" bir yandan madde ve maddi olanla ilişkili iken öte yandan görece soyut anlamıyla bir tür gayr-i maddinin temsilcisi haline gelir. Çağdaş fizik teorilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte enerji neredeyse en genel geçer kavram haline gelerek birçok şeyi açıklayan, birçok şeyle ilişkili ve birbirinden farklı ekolleri etrafında toplayabilen üst kavrama dönüşmüştür.
Evrenin enerjisinden insanların günlük hayatlarında kullandıkları enerjilerine kadar hayatın hemen her alanında yaygın bir kavramdan söz ediyoruz: İnsanlar evreni açıklarken enerjiden söz ettikleri kadar günlük hayatlarında, ahlaki hallerinde, psikolojik durumlarında kısaca hemen her alanda bir enerjiden söz eder odular. Mücerret düşüncelere ve şeylere yatkın insanlar soyut konuları enerjinin soyutluğa yakın anlamıyla anlatırken materyalist ve maddeci düşünmeye yönelik olanlar ise kelimenin öteki yönüyle düşüncelerini açıklama eğiliminde olmuşlardır. "Ara durum" kelimesi olması itibarıyla enerji herkese istediğini veriyor veya en azından bunu verebildiği düşünülüyor.
Her şeyden önce bütün evrende cari bir enerjiden söz edilir günümüz dünyasında. Bu "enerji" tek bir şey midir, yoksa hakkında bildiğimiz tek enerji oluşu mudur, bunu henüz bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey bir enerjinin egemenliğidir. Üstelik bu enerjinin mahiyeti hakkında bilgimizin olması gerekmiyor, sadece "enerji" veya "güç" kavramı meramı anlatıyor gibi geliyor insanlara.
"Herkesin enerjisi kendisine"
"Evrenin gücü" neredeyse "tanrı" anlamında kullanılmaya elverişli bir kelime veya kavrama dönüşmüştür. Artık insanlar Tanrı'dan söz etmek istediklerinde bir tür evrensel güçten veya evrene cari güçten söz etmeye başlarlar. Haddizatında "evrenin gücü" veya "evrendeki enerji" insanlığın öteden beri aşina olduğu bir tabir olabilir. Daha çok animistik geleneklerde yer alan her şeyin canlılığı ilkesi aynı zamanda her şeyin bir güç taşıdığı inancını beraberinde getiriyordu. Her şey canlı olduğu kadar her şey güç taşır ve insan şeylerin gücüne dikkat ederek yaşamak zorundadır (Bu tarz inançlara işaret eden meşhur bir film Japon yönetmen A. Kurosova'nın Dersu Uzala filmini hatırlamak gerekir).
Bununla birlikte dinlerdeki Tanrı inancı evren gücünün bir ölçüde kırılmasını ve bütün gücün Tanrı'da toplanmasını gerektiriyordu. Bu nedenle dinlerle birlikte evrenin gücü tabirinde zayıflama ortaya çıkmış, buna mukabil güç ve kudret bütünüyle Tanrı'da temerküz ederek evren Tanrı'nın sadece bir tecellisi veya "ayeti" kabul edilmiştir. Zamanladini inancın temelini teşkil eden evrenin üzerindeki bir güç ve hakikat olarak Tanrı anlayışı daha içkin ve daha yakın bir tanrı anlayışına dönüşerek çağımızda "evrendeki güç'"fikriyle ilişkili hale getirilmek istenmiştir. Doğrusu burada başlama noktası "doğa" tabiri olabilir.
Ortaçağların "evren üstündeki" veya ötesindeki Tanrı anlayışının aşındırılarak modern din telakkilerine intikalde anahtar kavramlardan biri, Tanrı ile doğa arasında kurulan yakın ilişkidir. Öyle ki bazı durumlarda bu ilişki bir özdeşliğe bile varmıştır. Haddizatında doğa, neredeyse en güçlü ortak kavram olarak, tanrı anlayışını kabul edenler ile etmeyenleri bir düşüncede toplamayı başarmış sihirli bir kelime idi. Dindar insan "doğa" veya doğanın gücü dediğinde Tanrı'nın gücünü kast ettiğini düşünürken dini reddederek bilimselliği insanlığın yeni dini kabul eden pozitivist "doğa" dediğinde geçmişte insanların belirsiz bir güce izafe ettikleri nitelikleri izafe edebileceği somut bir olgu keşfetmiş oluyor, dinin büyüsünü bozmuş oluyordu. Bu bakımdan başlı başına "doğa" ve doğanın gücü anlayışı yeni çağ içindeki yaklaşımları göstermek için yeterlidir. Burada iki farklı amaç birbiriyle çatışırken ekoller bir kelime üzerinden kendilerini anlatma imkânı arıyorlardı. Gerçekte ortada olan şey, bir yanlış anlamaydı ve kelime kendisine yüklenen anlamlarla iletişimi mümkün kılmak yerine iletişimsizliğe imkân açıyordu.
Enerji kuramlarının insan psikolojisi ile ilişkisi
Doğayı, Tanrı'nın gücünü anlatan bir kavram olarak kullanmak isteyen dindarlar için amaç belliydi: Tanrı'nın bir yönünü anlatan kuvvet ve güç kavramını doğadaki güç ile ilişkilendirerek inancı savunmak istiyorlardı. Buna mukabil "bilimciler" ise insanları bir dogmanın karanlığından ikaz ederek bilimin aydınlığına çekmek istiyorlardı. Kelime bir fakat yüklenen anlamlar çoktu. Burada bir hususa daha işaret etmek gerekiyor: Dini gelenekler arasında görece panteist yaklaşımı benimseyen ekoller her zaman doğa ile insan ve Tanrı arasında güçlü ilişki kurmuşlardır, en azından onların yaklaşımları böyle bir çağrışıma yol açmıştır. Bu bakımdan özellikle çağımızda yaygınlaşan kuantum teorileri ile vahdet-i vücud arasında aranan ilişkinin zemini geçmişte kurulan bu ilişkilerdir. Ortada yine bir kelime var fakat her gurup veya ekol kelimeye kendi anlamını yüklemektedir. O zaman ortada birden çok yorum birden çok anlayış bulunmaktadır.
Enerjinin kozmik dünyadaki yansımaları hakkında böyle düşünmek mümkündür. Fakat meselenin bir de öteki yanı hatırlanmalıdır. O da insan psikolojisi veya ahlakı ile bu enerji kuramlarının ilişkisi sorunudur. İnsan evrendeki bir varlık olarak enerji taşıyıcısıdır ve insanın öteki varlıklar gibi azalan veya artan bir enerjisi olacaktır. Üstelik insan çevresiyle iletişiminde -verenalan olarak enerji taşıyıcısıdır. Günümüzde daha da yaygınlaşan bu anlayışın izleri geçmişin beden ve ruh teorilerinde bulunabilir. Özellikle kadim ahlak nazariyeleri olmak üzere insanla ilgili hemen her teori insanın taşıdığı gücü ele almıştır. Her şeyden önce insan bedeni birbirine zıt unsurların bileşimi kabul ediliyordu. Bu unsurların ahenkli bileşimi insan bünyesinde itidali ve sağlığı ortaya çıkartır.
Buna mukabil unsurların bir de sıvı türleri, onların da güç/ kuvvet olarak isimlendirilen daha soyut yönleri vardır. Ahlak insandaki güçlerin insan bünyesinde ahenkli ve itidalli bir halde bulunmasına verilen isimdir. Öte yandan bu güçler ve unsurlar aynı zamanda evrenin yapı taşları ve unsurları olduğu için insan ile evren arasındaki yapısal ilişki ve benzerlik bunlar üzerinden kurulur, insan "küçük evren" kabul edilirdi. Bununla birlikte dini düşünceler, özellikle tasavvuf, bu teorilere birçok çekince eklemiş, kudreti Tanrı'da toplamaya dikkat etmişti. Kudret Tanrı'da ve Tanrıdan ise o zaman insanın ve âlemin sabit bir gücü olamaz. Bu durumda kudret sadece belirli bir nedenle veya durumla insandan sudur eder, insan kudrete vesile olurdu.
Bu itibarla ortaya çıkan önemli dini kavramlardan birisi "gücün taşması" anlamında bereket kavramıdır. Bereket Tanrı'dan gelen bir gücün insan veya başka bir şey üzerinden ortaya çıkması ve Tanrı'yı hatırlatmak üzere tekrar Tanrı'ya dönmesidir. Bu itibarla insan ahlakı sadece evren ile insan veya insan ile öteki insanlar arasındaki ilişkiye değil, daha çok insan ile Tanrı arasındaki ilişkinin zemini haline gelerek metafizik anlam kazanıyordu. Çağımızda düşüncenin istikameti daha çok insan-evren ilişkisine döndüğünü ve insanın ve evrenin sabit ve statik gücüyle ilişki kurmak üzere değiştiğini hatırlamak gerekir. Çağımızda tasavvuf akımları böyle kavramları kullanmaya başladığında meselenin bu yönünü hesaba katmak zorundadır. Bütün bunlara rağmen gelenekler kendi varlıklarını ve kendi duyarlılıklarını korumaya devam edecek, kelime bir iken çok anlam yükleyerek herkes kendince konuşmaya devam edecektir.