Turkuvaz Kitap'tan çıkan yeni kitabınız BildiğinizGibi Değil son dönemde Türkiye'nin gündeminde yer alan neredeyse tüm mesele ve tartışmalara açıklık getiriyor. Böyle bir kitabı yazmaya sizi yönlendiren ne oldu? Bu kitapla ne anlatmak istiyorsunuz?
Ülkemizde uzun zamandır ciddi boyutlarda bir "farkındalık problemi" var. Bu problemi bana hissettiren şey öncelikle çevremdekilerin ülke tartışmalarına yaklaşımlarında, yaptığım seyahatlerde karşılaştığım insanların, katıldığım TV programlarında konuşanların aslında üzerinde konuştukları meseleler konusunda ciddi bir farkındalık sorunu müşahede etmem oldu. Mesela televizyon tartışma programlarında adam tarım konusunda konuşuyor, "yandık, bittik, mahvolduk" gibi şeyler söylüyor ama bir süre sonra bakıyorsunuz ki konuyu bilmiyor. "Buğdayı, şekeri bile dışarıdan alıyoruz" diye şikâyet ediyor ama sorduğunuzda Türkiye'nin ne kadar buğday ürettiğini bilmiyor. Mesela Türkiye'nin ihtiyacının çok üstünde buğday ürettiğini, dışarıdan aldıklarını da işleyerek makarna, un, vs. olarak ihraç ettiğini bilmiyor. Türkiye'nin üç milyon ton şeker ürettiğini, 2,5 milyon tonunu iç tüketimde kullanıp, kalan kısmını ve dışarıdan ithal ettiğini işlet-ye şekerleme olarak ihraç ettiğini bilmiyor. Bakıyorsunuz bazı insanlar da bildikleri halde bu şekilde konuşuyorlar. Bunun gibi birilerinin bilerek ya da bilmeyerek gündemimize soktuğu, insanların da herhalde doğrudur diye inandığı böyle birçok yanlış var. Buradan yola çıkarak yazdığım Bildiğiniz Gibi Değil, insanların Türkiye'ye dair birçok konuda bildiklerini zannettikleri yanlışlardan doğan bir kitap. Eski duayen gazetecilerden Burhan Felek'in "Recep'in Kahvesi" adlı bir köşesi vardı. Bu köşede bu kahvenin müdavimleri olan isimlerin diyalogları üzerinden ülke gündemindeki meseleleri ele alırdı. Ben de kitabımda meseleleri böyle bir üslupla izah etmeyi tercih ettim.
Bu "farkındalık problemi"ni biraz açıklar mısınız? Sebebi nedir ve daha ziyade hangi kesimlerde söz konu oluyor?
Bu farkındalık probleminin arkam planında bence olumsuz algılar yatıyor. Malum; Batılıların Türkiye'nin Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülke olduğuna dair bir anlayışları vardır. Bu aslında makul bir görüştür zira Türkiye stratejik ve tarihi derinlik açıdan son derece önemli bir bölgede, önemli bir ülkedir. Dolayısıyla bazı ülkeler ve güçler kendi menfaatleri doğrultusunda Türkiye'nin ipleri eline almaması için hesaplar yapıyorlar. Şunu inkârın anlamı yok; yakın döneme kadar Türkiye "sırtına vur, ağzından lokmasını al" denilen türden bir ülkeydi. Ama son 20 sene içerisinde tesis edilen yeni iktidar yapısının etkisiyle Türkiye kendi ayakları üzerinde durmaya karar veren, bunu çeşitli şekillerde sağlayan bir ülke durumuna geldi. Ne var ki dışarıdan birileri bu durumun bizim için lüks olduğu kanaatindeler ve onların içeriden ikna ettikleri bazı mahfiller de "Batılıların dediğini yaparsak, onlara teslim olursak bizim için daha iyi olacağı" düşüncesiyle maalesef teslimiyetçi politikalar izliyorlar. Bu amaçla ülkede olup bitenleri çarpıtarak aktarmayı, yapılanları inkâr etmeyi, itibarsızlaştırmayı görev addediyorlar. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz gerçekleri değil de birilerinin bunlar üzerinden oluşturdukları negatif algılara muhatap oluyoruz. Mesela bu zihniyettekiler çıkıp "Ak Parti 20 senedir hiçbir şey yapmadı" diyorlar. Oysa baktığımız zaman Ak Parti'nin 20 senede 80 yılda yapılandan daha fazla icraat yaptığını görüyoruz. Yapılanlarda belki eksikler olabilir ama görüyorsunuz ki birilerinin yapılanları değersizleştirme, itibarsızlaştırma, karalama gayreti var. Zannederim bu, Türkiye'yi ensesine vurulup ağzından lokmasının alındığı o eksi günlere götürme isteğinin bir uzantısı. Farkındalık problemi dediğimiz bu şeyin arka planında belki kendiliğinden olan bazı sebepler de vardır ama bunların payı çok azdır. Esas mesele birilerinin yapılan her şeyi karalama gayretinin sonucu olarak biz şu an farkındalık problemi yaşıyoruz.
Düşünün 2023 Nisan ayı itibarıyla kendi otomobilini yapan bir ülkeyiz. TOGG fabrikası kuruldu, otomobiller yollara çıkmaya başladı ama buna rağmen
sosyal medya üzerinden böyle bir aracın olmadığına, aracın aslında dışarıdan getirildiğine, fabrikasının dahi olmadığına dair yalanlar dolaştırılıyor. Şu
an itibarıyla otomobiller trafiğe çıkmış durumda ama buna rağmen bu tür yalanların hala iş yapabildiği bir ülkeyiz biz. Teorik olarak yalan, doğruya nazaran 7 kat hızlı yayılıyor. "Yalan dağları aşarken doğru yerinden yeni kalkarmış" derler. İşte tam da seçim arifesinde birileri yalanlar ve karalamalarla bir farkındalık problemine yol açıp, böylelikle bir kırılma meydana getirme gayretindeler.
Kitabınızdan anladığım kadarıyla bu problemde sanırım cehalet ve inadın da etkili olduğunu düşünüyorsunuz. Zaten başlıklardan biri de "Cahillik ya da Kötü Niyet."
Olumsuz algı oluşturma çabalarının odaklanmadığı bir konu neredeyse yok gibi. Mesela bakın Türkiye tarımda bir-iki kalem hariç kendine yeten beş-altı üründe dünya birincisi olan nadir ülkelerden biri. Kendimize yetmediğimiz neredeyse hiçbir şey yok. Buna rağmen birileri tarımda kendimize yetemediğimiz algısını oluşturuyor. Benzer hikâyeler hayvancılık için de uy-duruluyor. 25 milyon ton saman üretiyoruz ama birileri bir bölgede değişik
bir tür samandan 25 bin ton ithal edince "samanı bile dışarıdan almaya başladık" haberleri yapılmaya başlanıyor. Mesela 21-22 milyon ton buğday üretimimiz var, bunun 18 milyon tonunu içeride kullanıyor, kalanını da dışarıdan ithal ettiklerimizle un, makarna, nişasta olarak ihraç ediyoruz. Un ihracatında dünya birincisi, makarnada dünya ikincisiyiz. Hayvancılık rakamlarına baktığımızda Türkiye Avrupa'da son derece önlerde geliyor ama birileri öyle bir algı oluşturuyor ki insanlar kendimize yetemiyoruz demeye hazır hale getiriliyor.
Aynı algı yönetimi enerji konusunda da yapılıyor. Birileri çıkıp "Ak Parti iktidarı Türkiye'yi doğalgazda yüzde 99 bağımlı hale getirdi" diyorlar. Ama "Ak
Parti'den önce doğalgazda ne zaman kendimize yetiyorduk" diye sorunca da bön bön bakıyorlar. Doğalgazı hep yüzde 99 ithal ediyorduk ama şimdi hamdolsun birkaç ay içerisinde Türkiye'deki bütün konutlara yetecek doğalgazı Karadeniz'den çıkardığımızla karşılayabileceğiz. Bu ise ihtiyacımızın neredeyse yüzde 30'una tekabül ediyor. Petrolde de dışarıya muhtaç olduğumuz konusu sürekli gündeme getiriliyor. İyi ama zaten petrolde eskiden beri yüzde 92 oranında dışarıya bağımlıydık. Hâlbuki Ak Parti'nin iş başına gelmesinden sonra Türkiye son 20 yılda petrol çıkarma konusunda yüzde 40-50 oranında mesafe kat etti. Doğalgazda Karadeniz'de bulduğumuz 710 milyar metreküpe ek olarak yeni bulunanlarla birlikte keşfimiz belki 1 trilyon metreküpü bulacak.
Arayınca buluyorsun. Daha ilginci ise şu an dünya üzerinde Türkiye gibi doğalgazını kendisi arayan, bulan ve sondajını yapıp çıkaran başka ülke yok. Bizim gibi kendine ait 6 sondaj gemisiyle doğalgaz ve petrol arayan ülke yok; diğer ülkeler bunları çok uluslu şirketler üzerinden gerçekleştiriyor. Zaten Türkiye'nin üzerine çok gelinmesinin sebeplerinden biri de Türkiye'nin bu kaynakları kendisinin arayıp kendi başına çıkarması. Geçmişte ülkemizdeki petrol ve doğalgaz aramalarını yabancı şirketler yapıyordu; muhtemelen buldukları halde bizi kandırarak bulamadık diyerek sondaj kuyularını kapattılar. Şimdi biz arıyoruz ve buluyoruz. Aynı şekilde maden konusu ve akla hayale gelebilecek bütün sahalarda da benzer şeyler söz konusu. Problemler tabii ki var ama şikâyet edildiği kadar değil.
Hemen hemen her alana dair olumsuz yayınlar yapan bir medya görüyorum. Ancak sizin kitabınızda da tüm bu alanlarda tam tersine oldukça olumlu bir tablo çiziliyor? Böyle bir fark sadece bakış açısı farkıyla açıklanabilir mi?
Bu bir ahlak meselesi... Medya temelde objektif olmak zorundadır. Bazı ana akım medya gruplarına baktığımızda haberden ziyade belli bir maksat güden yorumlaştırılmış haberler görüyoruz. "Yandık, bittik, mahvolduk" şeklinde haber yapanların bu iddialarını verilerle ispatlamaları ya da hakkı teslim etmeleri lazım. Ben kitabımda tamamen araştırarak her konuda doğruları vermeye çalıştım. 2017'ye kadar bu ülkede rüzgar ve güneş enerjisinden neredeyse bahsedilmezken şu an Türkiye yenilenebilir enerjide bunların payını yüzde 20'lere çıkardı. Şu an rüzgâr ve güneşten ciddi enerji üretiyoruz. Konya'dan Van'a kadar birçok yerde hiç verim alınamayacak kıraç arazilerde güneş tarlaları gördüm. Mesela Kalyon Grubu'nun Karapınar'da tesis ettiği güneş tarlası milyonlarca metrekareye yayılıyor ve herhalde 2-3 milyon nüfuslu bir şehrin ihtiyacını karşılayacak elektrik
üretiyor olmalı. Bir başka güzel tarafı ise burada kullanılan güneş panellerinin büyük çoğunluğunun yerli üretim olması. Ama bunlar görülmek istenmiyor.
Türkiye'deki mesele bu ülkenin bize bırakılmayacak kadar önemli olduğuna inandıkları için yönetimi ele geçirmek, tüm yapılanlara son vermek istemeleri. Benim zihnimi şöyle sorular tırmalıyor; Allah korusun eğer 14 Mayıs'taki seçimde bir kırılma olursa ve iktidar değişirse yeni gelenler Doğu Akdeniz'deki enerji haklarımız konusunda nasıl davranır? İHA ve SİHA'larımızı engellemeye kalkarlar mı? TOGG'un üretimi aynı şekilde devam eder mi? Milli muharip uçağımız konunda ne yaparlar, Hür-Jet'i engellerler mi? Allah korusun seçimde bir kırılma olursa Dağlık Karabağ konusunda Azerbaycan'a verdiğimiz destek devam eder mi? Libya'daki askerlerimizi geri çekerler mi? Askerlerimizi geri çekip Suriye ve Irak'ın kuzeyinde bir terör devleti kurulmasına müsaade ederler mi? Kafamda böyle birçok soru var. Birileri, var olanları ve yapılanları tamamen engellemek, Türkiye'yi tamamen sistemin kucağına teslim etmek, kişi başına 10 bin 600 dolara çıkan milli geliri tekrar 2-3 bin dolara düşürmek, her konuda IMF ve dışarıya muhtaç hale getirmek, bu ülkenin zenginliklerini içerideki ve dışarıdaki rantiyelere peşkeş çekmek derdindeler. Bütün meselelerin gelip odaklandığı
yer burası.
Kitabınızın ön sözünde geçen şu cümleleriniz aklıma takıldı: "İthalat ve ihracat farkını enerji harcıyla kapatmış durumdayız. Karadeniz'deki doğal gazımız ve enerji terminali olma yolundaki adımlar daha parlak bir geleceğin garantisi." Buradan hareketle enerji meselesini konuşmak istiyorum.
Rusya–Ukrayna Savaşı nedeniyle Türkiye'nin kuzeyinden Avrupa'ya giden boru hattı devre dışı kaldı. Şu an tek alternatif olarak Türkiye üzerinden akan hatlar var. Bu arada Rusya'nın da doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa'ya aktarma hesapları söz konusu. Aynı şey İsrail açıklarında
çıkarılan doğalgaz için de geçerli. Doğu Akdeniz doğalgazını Akdeniz altından boru hattıyla Avrupa'ya aktarma hesapları tutmadı. East-Med denilen botu hattının gerçekleşmesi şansı yok gibi görünüyor. Doğu Akdenizdoğalgazının Avrupa'ya Türkiye üzerinden akma ihtimali var. Dolayısıyla Türkiye'nin giderek bir enerji terminaline dönüşme ve dolayısıyla ticaretten kazanabileceğimiz paranın enerjideki açığımızı kapatma ihtimali çok yüksek. Bu belki birkaç senelik bir iş… Karadeniz'de gerçekleşen yeni keşifler, Akdeniz'de muhtemel keşifler, değişik bölgelerde petrolle ilgili atılan adımlar ve keşifler… Tabii bulunan petrol doğalgaz kadar değil ama yine de Türkiye'nin bugüne kadar bulduğu petrol oranını yüzde 40-50'ye yakın artırmış durumda. Dolayısıyla Türkiye'nin enerji konusunda önü açık… 2012'lerden beri yaşadığımız bazı olaylar Doğu Akdeniz'deki doğalgazın
Türkiye üzerinden gitmesi gerektiğinin ortaya çıkmasıyla eş zamanlı olarak çıktı. Sanki birileri Türkiye'de kırılgan bir iktidar oluşturup bu vasıtayla Avrupa'ya doğalgaz akışında Türkiye'nin taleplerini asgari seviyeye indirmeyi hedefliyor. Türkiye'nin 2012'den beri saldırıya uğrama sebeplerinden biri de Türkiye üzerinden gitmesi gerektiği anlaşılan doğalgaz hatlarının birileri tarafından ucuza mal edilme çabasıdır diyebiliriz.
Dünya genelinde süren enerji savaşlarından bahsediliyor. Bu açıdan yakın geçmişe kadar Türkiye olarak pasiftik ama bir süredir bu rekabette etkin bir aktör profili çizmeye başladık. Ne dersiniz?
Bence bizim yüzeyden gördüğümüz çatışmaların arka planında –pek gündemde yokmuş gibi görünse de – enerji meselesi birinci sırada yer alıyor. Enerji konusu ABD'nin Avrupa, Çin ve Japonya gibi ülkeleri hizada tutma usullerinden biridir. Rusya'ya yönelik tavrının arkasında da yine enerji meselesi yer alıyor. Burada Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun arkasında bizim bağımsız tavrımızın birilerinde doğurduğu rahatsızlık var. Bu nedenle bazen hiç zikredilmese de enerjinin arka plandaki en önemli sebeplerden biri olduğunu düşünüyorum. Enerji üretilen ve nakledilen güzergâhların hep çatışma alanı olmasından da bunu görebiliriz. Bize yönelik saldırıların ana sebeplerinden biri de Türkiye'nin bu konuda oynayabileceği roldür. Nükleer enerji konusunda da aynı tavır var. Kendileri kullanıyorlar ama başkasının ve bizim sahip olmamızı istemiyorlar. Bunun sebebi nükleer enerjiye sahip olmanın giderek nükleer silaha sahip olmak anlamına gelebileceğinin farkında olmaları. Dolayısıyla Türkiye nükleer enerjiye sahip olmak istediğinde içimizdeki uzantıları vasıtasıyla bunu önlemek adına bin türlü hikâyeye başvuruyorlar. Bu tavırlarının
çevre hassasiyetiyle hiç alakası yok. Çevreci grupları da zaman zaman kullanıyorlar. Fransa, Almanya ve bazı diğer ülkeler ihtiyaçlarının büyük bölümünü nükleer santrallerden karşılıyor. Öyleyse biz niye sahip olmayalım ki! Açıkça söylemiyorlar ama asıl endişeleri yarın bir gün nükleer silah yapabilecek teknolojiye sahip olmamız.
Yakında yapılacak seçimlere gelirsek… CumhurbaşkanlığıHükümet Sistemi'ne geçilmesinden sonra ilk genel seçime gidiyoruz yakında. Siz bu seçimi ve sonucunu nasıl öngörüyorsunuz?
Bu seçim sonrasında neler değişecek deriniz? Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 2018'de başladı ve zaman içinde modifiye edilen tarafları oldu. Şimdi 5 sene sonrasında insanımızın istediği ve referandumla kabul ettiği bu sistemi test edip sonuçlarını alacağımız bir seçim yapacağız.
Bence bu sistem hızlı karar alma mekanizmasının ne olduğunu bize öğretti. İkincisi Ak Parti hükümetlerinin öncekileri gibi kırılgan olmayan hükümetin ne olduğunu bize gösterdi. Geçmiş dönemlerde ABD ya da diğer ülkeler bir şeylere müdahale etmek istediklerinde gelip içeriden birilerini teşvik ediyor ve hükümetler gelip gidebiliyordu. Allah korusun salgın döneminde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi değil de başka bir sistemde olsaydık ülkemize can kaybı mevcut rakamın üç-beş misline çıkabilirdi. Yakın dönemlerde yaşanan deprem başta felaketlerde gördük ki bu sistemle idare
hızla hareket ederek gerekli tasarrufları yerine getirebiliyor. Bir de şu var; bu sistemi sürekli eleştiren ve değiştireceklerini söyleyenlerin geldikleri konum çok ilginç: Cumhurbaşkanı bir yardımcıyla çalışırken ona ölçüsüz yardımcılar alıyor diyen lider şu an kafadan yedi yardımcıyla işe başlamayı öngörüyor. "Partili cumhurbaşkanı mı olur" diyordu kendisi partili cumhurbaşkanı adayı oldu. Seçilirse de bırakmaya niyeti yok. Hiç istemiyoruz, parlamenter sisteme geçeceğiz diyenler de sanki şu an güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı sisteminden yana gibiler zira "değiştireceğiz" söylemleri bitti, 7 yardımcıdan hatta daha fazlasından bahsedilir oldu. Seçim sonuna gelirsek ben Allah'ın izniyle cumhurbaşkanımızın ilk turda kazanacağına inanıyorum. Menderes, Özal gibi bu sistemi öneren rahmetli Erbakan şöyle demişti: "Bu millet cumhurbaşkanını doğrudan kendisi seçerse inancıyla çatışan birilerini bu ülkenin başına getirmez" demişti. Muhteşem bir tespit.
Meslek hayatınız boyunca birçok ittifak ya da koalisyona şahit oldunuz. Bu seçimlere ittifaklar olarak girilmesi sizce neyin göstergesi. İttifak oluşumlarını işlevsel görüyor musunuz? İşler böyle yürür mü?
İttifak başka, koalisyon başka şeyler. Allah korusun parlamenter sisteme geri dönülür de koalisyon oluşturulursa neler olur kim bilir? Tıpkı bugün 6'lı Masa'nın 13 aydır toplanıp toplanıp en önemli konu olanaday meselesinde birbirlerine girmeleri gibi. Geçmişte parlamenter sistem içerisinde ABD istemediği için ittifaklar, vekil transferleri, teknokrat hükümetleri ile düşürülen hükümetler gördük. Parlamenter sistem kırılganlıklarla doludur, hele bir
de koalisyonlar var ise. Dolayısıyla koalisyona kapı açabilecek parlamenter sistemi istemek bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Koalisyon gerçekten baş belası bir şey.
EKREM KIZILTAŞ KİMDİR?
Gazeteci ve köşe yazarı Ekrem Kızıltaş 1958'de Ordu'da dünyaya geldi. Ordu Lisesi'nden mezuniyetinin ardından Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni bitirdi. Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde yayınlanan Çatı isimli gazetede yayın yönetmenliği yaptı. Ardından 1979'da yayın hayatına atılan Tebliğ dergisinde çalıştı. 1980'de Sebil dergisinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1981'de Yeni Devir gazetesine geçti. Bir yıl sonra geçtiği Hikmet Neşriyat'ta yayın müdürü olarak çalıştı. 1983'te tamamladığı askerlik vazifesinden sonra Ensar Neşriyat'a, ardından da 1984'te Milli Gazete'ye geçti. Bu gazetede önce istihbarat şefi, daha sonra 20 yıl boyunca yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. 2005'ten itibaren aynı gazetede yayın danışmalığı ve köşe yazarlığı yapmaya başladı. Çeşitli TV kanallarında programlar yapan Kızıltaş, 2011'de yayına başlayan Dünyaya Yeni Söz Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Halen Takvim gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta ve Medya Derneği'nin başkanlığını yürütmektedir. Herkesin Hocası Erbakan ve geçtiğimiz günlerde Turkuvaz Kitap tarafından yayımlanan Bildiğiniz Gibi Değil gibi kitaplara imza attı.