İlker Nuri Öztürk: ENTELEKTÜELLİK VATAN SAVUNMASIYLA EŞ ANLAMLIDIR

ENTELEKTÜELLİK VATAN SAVUNMASIYLA EŞ ANLAMLIDIR
Giriş Tarihi: 21.2.2023 12:55 Son Güncelleme: 21.2.2023 12:57
İletişim bilimleri alanında akademik çalışmaları bulunan Cumhurb aşkanı Başdanışmanı Doç. Dr. Mücahit Küçükyılmaz’ın farklı dönemlere yeni bakışlar getiren kitabı Tarih Unutmaz, Turkuvaz Kitap etiketiyle okura ulaştı. Sultan Alparslan, Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim dönemlerinden günümüze köprüler kuran Küçükyılmaz, bu kitabında entelektüel kavramının tarihi serüveni içindeki dönüşümüne vurgu yapıyor. Küçükyılmaz ile kitabını, entelektüel geçmişimizi v e bugünümüzü,kültürel iktidarı, aydını aydın yapan nitelikleri, teknolojik dünyada entelektüelliği, deği şen-dönüşen ve günümüzde olması gereken entelektüel modelini konuştuk.

Günümüzde olduğu gibi gelişim ve değişimlerde siyasi, askeri, ekonomik, teknolojik gelişmeler kadar okumuş yazmış kesim de önem arz ediyor. Sizce Türkiye'deki entelektüel insanlara bakış nasıl?

Bir dönem Türkiye'de sömürge tipi aydın yetiştiriliyordu. Yerli ve milli olmak, aydın olmanın önünde bir engel gibi gözüküyordu. Aydın olmanın ilk şartı
Batı'dan bir dil bilmek ve kültürünü benimsemek olarak sayılıyordu. Buna sağdan ve soldan tepkiler yükseldi. Sağdan çok örnek var ama solda; geleneği önemseyen, inanmasa bile dini kültürel bir gerçeklik olarak kabul eden bir entelektüel tipi yetişti. Oğuz Atay bunlardan biriydi. Aynı zamanda tercüme aydın tipini, sömürge aydın tipini sert biçimde eleştirip ironize ederdi. Kemal Tahir de böyledir. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Peyami Safa, Necip Fazıl, Mehmet Akif var… Solda yine, en cins kafalardan birisi, İdris Küçükömer "Türkiye'de sağ sol, sol sağdır" diyerek teşhisi koymuştu. İlerlemeden yana olan, demokratikleşmeden yana olan bütün adımları Türkiye'de sağ siyaset atmıştır. Adnan Menderes'le başlayan silsile Süleyman Demirel'le, Necmettin Erbakan'la, Turgut Özal'la, Recep Tayyip Erdoğan'la devam ediyor. Öte taraftan, Türkiye'deki bütün darbelere baktığınız zaman sol siyaset ya darbenin içindedir ya da utangaç destekçisidir.

Bütün bunlara baktığımız zaman, Türkiye'de aydın olmanın şartı değişmeye başladı. Bir aydın, önce kendi toplumuna karşı sorumludur. Kendi insanını tanımalıdır. Kendi kültürünü bilmeyen, yemeğini yemeyen, tarihini okumayan hatta bunları yapmayı bir eziklik olarak gören insan, artık aydın sayılmıyor. 20 sene önce böyle değildi. Batılı bir dil bilip iki filozof okuduğunuz zaman sizi aydın sanıyorlardı. Özellikle "AK Parti iyi işler yapsa da kültürel iktidar alanında zayıf kaldı" söylemlerine de katılmıyorum. Kültürel iktidarı bir siyasi iktidar inşa etmez. Kültürel iktidar çok daha uzun vadeye yayılmış, toplumun kendi iç dinamiklerinin beslediği bir süreçtir. Bu süreç olumlu bir şekilde ilerlemeye devam etmektedir. Ama bütün alanlara yayılması için zamana ihtiyaç vardır. Bu konuda iktidarın sorumluluk silsilesinde en sonda geleceğini düşünüyorum. Çünkü önce sivil toplumun, önce
yerli ve milli aydınlarımızın görevidir kültürel iktidarı inşa etmek.

Entelektüelin politik olması şart mıdır peki?

Bir entelektüel politik olabilir ancak bu gerekli şart değildir. Bir entelektüelin dava bilinci olması lazım. Bir entelektüelin kendi toplumuna karşı, milletine karşı borcu vardır. Bu borcu ödemek onun vazifesidir. Entelektüelin politik olması şart değildir ama yerli ve milli olması şarttır. Bu olmadığı takdirde siz, başka bir toplumun başka bir kültürün entelektüeli olabilirsiniz ama kendi toplumunuzun entelektüeli olamazsınız.

Yazılarınızda "milli demokrat" kavramına vurgu yapıyorsunuz. "Milli entelektüel" de diyorsunuz, bu kavramı entelektüellerin değişimi üzerinden biraz açmanızı rica ediyorum.

Rönesans döneminde aydın dediğiniz zaman her şeyi bilen adam anlaşılıyordu. Fizikten kimyaya, astronomiden edebiyata, tıptan müziğe kadar bilgi sahibi olmaları beklenirdi. Bizim gibi netameli coğrafyalarda yetişen entelektüelin ise durumu böyle değil. Dünyanın pek çok yerinde ülkeler bağımsızlık mücadelesi veriyorlar. Bu mücadelenin içinde önde gelen kanaat önderlerine bir misyon düşüyor. Bundan kaçtığınız zaman o toplumun
entelektüeli olamıyorsunuz. 1950'lerden itibaren Türkiye'deki sosyo politik dönüşümle beraber zaman içerisinde entelektüel, aydın, münevver kavramlarının dönüşmeye başladığını gördük. Değerlerinden, geleneğinden, toplumundan,kendisinden utanan aydın tipi yavaş yavaş kayboldu. Kendi toplumuna değer veren, anlamaya çalışan bir entelektüel tipine evrildi. Bugün mesela Noam Chomsky, Amerikan sistemini eleştirir ama o bir Amerikan entelektüelidir. Bernard Lewis için de bunu genişletebilirsiniz. Hatta İngiliz, Fransız entelektüellerinin Ortadoğu ve Afrika konusunda kendi ülkelerine danışmanlık yaptıklarını da görürsünüz.

Entelektüel olmak, Cemil Meriç'in dediği gibi fildişi kulede oturup da sanatını icra etmek değildir. Moğollar Bağdat'a girdiği zaman çekilip bir kütüphanede kitap okumak değildir. Haçlılar Şam'ı işgal ettiği zaman Emevi Camii'nin minaresinde oturmak değildir. Entelektüel olmak, bizim gibi netameli coğrafyalarda yaşayanlar için vatan savunmasıyla eş anlamlı bir iştir. Mesela Ömer Muhtar büyük bir entelektüeldi, bir âlimdi ama İtalyanlara karşı bağımsızlık savaşı verirken idam edildi. İmam Şamil Ruslara karşı, Emir Abdülkadir Fransızlara karşı Cezayir'de bağımsızlık mücadelesi verirken öldü. 20. yüzyılda Müslümanların yüz akı olan şahsiyetlerden biri olan Aliya İzzetbegoviç bütün hayatını Bosna'daki ve dünyadaki Müslümanlara adadı. Mehmet Akif Kastamonu'dan başlayarak vazifesini yerine getirdi. Yani entelektüel olmak evvela sorumluluk sahibi olmak demektir.

Oğuz Atay, sorumsuz entelektüel tipini çok güzel eleştirir Korkuyu Beklerken'de özellikle. Kahraman, bilinmeyen bir dilde mesaj alır. O mesajı yorumlarken de çeşitli vehimlere kapılır, anlamak için günlerini geçirir. Bu bir müjde midir, tehdit midir diye kararsızlıklar yaşar. Araştırma için Ölü Diller Enstitüsü'ne gider. Hikâye boyunca ne dendiğini anlamayız. Aslında tercüme diller üzerinden hakikati kavramaya çalışan Türk aydını tipini çok güzel ironize eder. Şimdilerde bu aydın tipi kayboluyor. Dil bilmeyi, o dilin kültürüne teslim olmak anlayan entelektüel tipi Türkiye'de kayboluyor. Osmanlı'daki münevver tipinin yeniden yorumlanarak geri gelmeye başladığını düşünüyorum. Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasal iklimde yaşattığı dönüşüm, yeniden özgüven kazanma sürecini inşa etmesi bizim kültürümüzü de sanatımızı da etkiledi. Bunu da es geçmemeliyiz.

Osmanlı entelektüeli ile Cumhuriyet entelektüelinin ayırıcı vasıfları nelerdir?

Osmanlı entelektüeli dediğimiz tipi, 19. yüzyıldan alacaksak dağılmakta olan bir imparatorluğu kurtarma telaşıyla çırpınan insanlar görürüz. Ziya Paşa'dan Namık Kemal'e, Muallim Naci'den Recaizade Mahmut Ekrem'e, daha sonra Akif'e, Filibeli Ahmed Hilmi'ye, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Beşir Fuad'a kadar bütün bunların tek bir ortak gayesi var, imparatorluğu kurtarmak. Bunu yapmak için de yer yer birbiriyle çatışan Türkçülük, Osmanlıcılık, Batıcılık gibi farklı formüller üretmişlerdir. Adeta bir itfaiye eri gibi yangın söndürme misyonu üstlenmişlerdir.

Cumhuriyet dönemi entelektüelinde ise biraz daha içe dönüş var. Toplumunu anlamaya çalışırken zihnindeki ideal toplumu da inşa etme çabası var. Yakup Kadri'den Falih Rıfkı'ya kadar İslami kesimdeki entelektüellerde de, Batıcılarda da, herkesin zihninde yeni bir toplum tasavvuru var ve öyle olmasını istiyorlar. Arka planda da güçlü bir ideoloji vardır. Bir bakıma hepsi içinde korku taşır. Bunlar, imparatorluğun kaybolduğunu görmüş adamlar oldukları için bebeklik çağındaki Cumhuriyet'i muhafaza etme kaygısıyla hareket ederler. Kimi Sovyet yanlısı olmuştur, kimi Batı yanlısı… Mutlaka kendi ülkesi dışında bir taraf seçme mecburiyeti hissetmiştir.

Bu da travmatiktir ve korkudan beslenir. Hem Moskof korkusu vardır hem de İngiliz… Birinden korkan diğerine sığınmıştır. Bir kafa karışıklığı vardır. Yine Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'da anlattığı çelişkili karakterde, Disconnectus Erectus'ta somutlaşır. Bu, kendisi olamamanın verdiği bir trajedi.

Bu entelektüel tipinin ortadan kalkması ve dönüşmesi için kendini bulması gerekiyordu. Bu da devletin güçlü olmasıyla olur. Kültürün sanatın, sporun,
ekonominin güçlü olmasıyla gerçekleşecek bir durum. Niçin Osmanlı'nın en cins adamları, en yüksek dehaları 16. yüzyılda çıkmıştır? Yavuz Sultan Selim sonrası ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde ortaya çıkmıştır. Çünkü artık devlet siyasi, askeri, iktisadi, kültürel olarak zirvededir ve 16. asır tam anlamıyla bir Türk asrıdır. Bu ortamda Matrakçı Nasuh, Mimar Sinan, Barbaroslar, Ebussuud Efendi, Baki, Fuzuli, Sokollu Mehmet Paşa
çıkmıştır. Şimdi de Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçtikten sonra böyle bir ortamı yakalamaya doğru gidiyoruz.

Medyatik görüntü ve gerçeklik alanında da akademik çalışmalarınız var. Kitap okuyan, konuştuğunda dinleten kişilere entelektüel dendiğini gördük ancak bugün gündemle ilgili bir iki tane şakası olan, iğneleme alanında maharetli kişiler sosyal medyada sözüne itimat edilen, entelektüel olarak görülüyor galiba. Sizce bu değişimi nasıl okumalıyız?

İletişim alanı teknolojiden beslendiği için dinamik bir alan belli bir dönüşüme uğruyor. Sosyal medya da iletişim alanının bir parçası. Son 20 yılda ortaya çıktı belki, kavram olarak da 15 yıllık bir hikâyesi var. Eskiden sanal âlem, dijital dünya deniyordu sonradan da akademik ortamlarda sosyal medya kavramı ortaya çıktı. Dinamik. Arayüzlerle, yeni mecralarla sürekli kendisini yeniliyor. Her mecra da kendi kültürünü inşa ediyor. Facebook, Twitter, Instagram'da kurgulanmış dünyalar görüyoruz. Bu dünyada entelektüel olmak, başarılı olmak için yeterli değil. Bizatihi bilgili, tecrübeli ve entelektüel olmanız sizin ayağınıza da dolanabilir. Neden; o dünyanın içine doğmuş 8 yaşındaki bir çocuk 60 yaşındaki bir akademisyenden daha başarılı olabilir. Tecrübe ve bilgiyi geçersiz kılabilen bir ortam var. İstisnai örneklerin fenomenleştiği, fenomenliğin, hazırcevaplığın başarı sayıldığı
bir ortam var.

Bir entelektüel evvela anlamaya çalışır, girizgâh yapar, yorumlamaya çalışır ve analizini yaparken de ihtiyatlı bir dil kullanır. Ancak çok az şey bilen birisinin sosyal medyada parladığını görebiliyoruz. Burada, kalıcılığı sorgulamak lazım. Ne kadar kalıcı, ne kadar etkili? Şöyle bir araştırma yapmak lazım mesela; 10 sene önceki fenomenlerden geriye kimler kaldı sosyal medyada? Sosyal medya, çok yoğun bir üretimin ve çok hızlı bir tüketimin
olduğu bir yer. Çok hızlı bir biçimde kendinizi geri dönüşüm kutusuna bırakılmış olarak görebilirsiniz. Dolayısıyla ben, kalıcı olana odaklanılması gerektiğine inanıyorum. Bu ortamlarda bizim üzerimize düşen, insan kalitesini arttırmak ve donanımlı, sorumluluk sahibi insanlar yetiştirmektir.

Bu kaotik sürecin durulacağına inanıyorum. Televizyon ilk çıktığında yaşanan gerçekler sonrasında özne-nesne ilişkisi içinde bir hiyerarşi inşa ediliyor. Gazeteyle, radyoyla, televizyonla aramızda nasıl sağlıklı bir ilişkim biçimi geliştirdiysek; aynı şey sosyal medya için de geçerli olacak. Medyatik akıl günlük düşünür, ufku o kadardır. Bir de akademik akıl vardır. Entelektüel olmanın da ilk basamağıdır. O biraz daha araştırma yapar, kıyaslama yapar, aklı 50 seneyi kuşatır. Ayrıca hikmet sahibi akıl vardır. Bu bilge bakış açısı zamanı kavrar. Âlimlerde, ariflerde bulunur daha çok. Bizim entelektüel kavramına yüklememiz gereken anlam, en azından akademik aklı kuşatan bir anlam olması lazım.

Geçmişteki olayları ve kişileri farklı bir bakışla ele aldığınız Zamana Sorular - Tarih Unutmaz'ın ortaya çıkış hikâyesi nedir?

Tarih, modern dönemde çok önemsenen, köklerin araştırılması sırasında atıfta bulunulan bir kavram olarak öne çıktı. Yeniden kurgulandı, yeniden tarih tezleri yazıldı. Milletler, uluslaşma sürecinde tarihlerini bir bakıma yeniden inşa etmeye giriştiler. Bu süreçte farklı yaklaşımlar öne çıktı. Bir kısım, tarihi, şanlı bir geçmiş ve zaferle dolu özlenen malzemeler yığını olarak takdim etti. Bazı kısımlarda ise unutulması gereken, yokluğa mahkûm edilen bir kurgu olarak ortaya çıktı. Bu iki yaklaşım arasında salınıp durmak bizi gerçeklikten koparıyor. Gelecek inşa etmemizi de zorlaştırıyor. Bu tehlikeli
durumu aşmak için tarihe dengeli bir yaklaşım gerekiyor. Bu dengeli yaklaşımın da temel unsuru hamasetten uzak durmak. Bizim tarihimizde hep ak
sayfalar yok, olumsuz taraflar da var. Geçmişi kötülemek için değil ibret alıp hatasız bir gelecek inşa etmek yolunda adım taşı olarak değerlendirmemiz gerekiyor.

Buradan hareketle; bildiğimiz olayların arka sayfasına mercek tuttum. Alparslan Gazi'nin Malazgirt Zaferi'ni herkes bilip kabul eder, 50 bin kişilik orduyla 200 bin kişilik orduyu yenmiştir. Peki, "Alparslan sadece Diyojen'le mi savaştı? Aynı zamanda kendi kandaşlarıyla da mücadele ediyor muydu?" diye sorduğumuzda diğer sayfayı görüyoruz. Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü kurtardı, Haçlılara direndi. Fakat arka planda Selahaddin ile halifenin sitem dolu mektupları var, çünkü yardım gelmiyor. Emirler kendisini terk ediyor. Yavuz Sultan Selim, kaybedildiğinde telafisi
olmayacak işler yapmıştır. Bu fetihler sırasında kendi vezirleriyle de kendi dindaşlarıyla mücadele etmek zorunda kaldı. Bütün bunlara baktığımızda tarih, günümüze ışık tutan bereketli bir malzeme yığını. Günümüzde de Alparslan'la çatışan emirler var, Selahaddin'e karşı Haçlıların tarafına geçenler var. Bunları doğru anlamak için bu kitabı yazma ihtiyacı doğdu.

Kitapta Batılı ve yerli tarih anlayışı olarak bir ayrım sunuluyor. Aralarında ne gibi farklar var?

Bizim kültürümüzde zamanın ve mekânın sahibi Allah'tır. İkisinin kesiştiği yerde ise hayat vardır, hakikat başlar. Zaman ve mekânı hükmedecek bir şey olarak görmeyiz, ona teslim oluruz. En fazla da güzelleştirmeye çalışırız. Modern Batı kültürüyle bizim aramızdaki en önemli farktır bu.
Kadim kültürlerde ise yerine göre tanrılaştırmayı seçebiliyorlar. Kadim kültürlerde zaman döngüseldir, tarih tekerrürden ibarettir bakışı hâkimdir. Aydınlanma ve Rönesans sonrasındaki modern kültür ise zamanı çizgisel, doğrusal olarak görür. Sürekli bir evrim düşüncesi vardır. İnsan zamanda ilerlerken mekânda da genişler. Yani mekâna hükmetmeye çalışır. Yeraltı zenginlikleri, yerüstü zenginlikleri, ormanlar bütün bunlar dönüştürülür.

Müslümanlar olarak döngüsel ve çizgisel zaman anlayışı arasında bir denge kurmak zorundayız. İkisinin de mümkün olduğu bir ortak senteze ulaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Tarih boyunca benzer şeyleri yaşamaya devam ediyoruz. Âl-i İmrân suresinde geçtiği gibi "Biz iyi ve kötü günleri insanlar arasında çevirir dururuz" deniyor. Bir yandan da reddedilemeyecek bir vakıa olarak insanoğlu gelişiyor, değişiyor. Biz hem inançlarımızla çelişmemek hem de çağı yakalayabilmek, bu dünyadan kopmamak için bu iki yaklaşım arasında denge kurmak zorundayız. Bu da spiral bir akıştır. Hem döngüselliğin hem de ilerlemenin söz konusu olduğu bir spiralitedir. Zamana bu açıdan bakmaya çalışıyorum.

Bu gelişimin, ilerlemenin akıl ve ahlak ile olacağını okuyoruz kitapta…


Evet, asıl gelişme ahlakın rasyonaliteyle, akılla at başı gittiği bir gelişmedir. 1945 yılında insanlığın teknik açıdan ulaştığı en yüksek seviye bize atom bombasını getirmişti. O atom bombasıyla yüz binlerce insan öldü. Biz buna gelişme mi diyeceğiz, gerileme mi?

BİZE ULAŞIN