Hakkı Öcal: BOL ATIKLI TÜKETİM

BOL ATIKLI TÜKETİM
Giriş Tarihi: 2.2.2023 14:25 Son Güncelleme: 2.2.2023 14:25
Artık her türlü gelişmişliğimizin ölçütü, tükettiğimiz ve ortaya çıkarttığımız atık değil mi? Tükettiğin kadar modernsin; geride bıraktığın artık kadar çağdaşsın.

Tüketim denince sizin de aklınıza "israf" gelir mi? Benim gelir. Çünkü benim Türkçe öğrenme sürecimde (2 yaşından yakın tarihe kadar) "tüketim" diye bir eylem ve işlem olmadı. Her şeyin adı vardı; yemek, içmek, boyamak, gazete almak, televizyon izlemek, ayakkabı boyatmak, ekmek almak, vs.

Sonra, işin içine "tüketim toplumları" tarafından konuşulan diller ve onların terminolojileri girdi; mesela "gazete okumak" yerine "iletişim araçları çıktılarının tüketimi" diye bir şey, Türkçemizin parçası oldu. Bu ifadeyi bir yüksek lisans tezinde okuduğumda sandalyeden yere düşüyordum! Öğrenci arkadaş bu başlığın altında şu "eylem ve işlemleri" sıralamıştı: Gazete veya dijital ortamda haber okumak, televizyon izlemek, sinemaya gitmek.

İngilizce, Fransızca, Almanca düşünüp Türkçe söylemeye ve yazmaya başlayınca, yemek de tüketim oldu, ekmek de. Haberin tüketildiği bir kavram
kargaşası yumağında, aklımızı tüketmediğimize şükretmemiz lazım. Ama bu tüketim furyasıyla, israf da başladı. Ekmeği iki yerden alabilirdik ben çocukken. Fırından; fırıncı Ahmet'in kürekle çıkartıp müşterilere doğru adeta savurduğu yerden, elin yanarak alırdın; parasını da oradaki tahta kutunun içine bırakırdın. "Kaç para koydun?" diye kimse sormazdı veya bakmazdı. Eğer para bırakmıyorsan, "Sonra vereceğiz"veya "Babam geçerken bırakacak" gibi bir mırıldanma bile yeterli olurdu. Eğer fırın kapalı veya henüz ekmek çıkmamışsa ya da bitmişse, iki adım ötede bakkal Ahmet'e giderdin; parayı tezgâha koyardın, Ahmet ağabey, arkadaki camekândan bir ekmek alır ve uzatırdı.

Hayır, Ahmet ağabey, eline naylon eldiven takmazdı. Çünkü (a) naylon eldiven henüz icat edilmemişti, (b) edilse bile henüz hastaneden dışarı çıkamamıştı.

Tüketimle başlayan mesele

Ahmet ağabey, ekmeği tezgâhın üzerine çıplak olarak koyardı; çıplaktan kastım bir poşete, kese kâğıdına filan konulmamasıdır. Eğer elinde varsa bir fileye aktarmak senin görevindi. Hayır, henüz alışveriş torbaları da icat edilmemişti. İpten örme filemiz
vardı. (Filenin kendisi kalktı ama adı market zincirine verildi; o da başka mesele!)

Bildiğin ekmeğin "tüketilmesi" günümüzde ortaya sadece dilbilimsel bir sorun olarak çıkmıyor; fakat beraberinde şu kadar gram kâğıdın çöpe atılması, bunun için şu kadar metreküp selülozun üretilmesi ve bunun için şu kadar ton ağacın katledilmesi meselesini de getiriyor. Kimi marketlerde elinde naylon eldiven olan bir görevli ekmeği kâğıda sarmak veya kâğıt torbaya koymak yerine bir naylon torbaya sokuyor ve size veriyor. Bu durumda selülozun yerini plastik üretimi ve tüketimiyle başlayan başka bir dizi mesele alıyor.

Ekmek bir tüketim aracı olmasaydı da doğrudan doğruya yenilmeye devam edilse idi acaba yine bu israf edilen ambalaj meselesi olmayacak mıydı? Şimdi bu noktada dilbilimsel meselenin, israfla doğrudan ilgisi varmış gibi sunulunca, insan ne cevap vereceğini şaşırıyor. Ama dildeki gelişmenin hayat tarzımızdaki değişimle paralelliğine işaret edersek, cevap kolaylaşacaktır. Günlük yaşamımızda, almak, satmak, yemek-içmek gibi ekonomik faaliyetlere ekonomi biliminin terim ve terminolojisi ile göndermeler yapmak, bizim "soyut" düşünmeye, genellemeler yapmaya ve böyle bir dille konuşmaya başladığımızın göstergesiydi. Bir tür gelişmeydi yani.

Soyut kavramlarla düşünmek


Soyut kavramlarla düşünmek neden bir "gelişmişlik" belirtisi oluyor? Çünkü fiziksel nesneler ve gerçek deneyimlerle doğrudan bağlantılı olmayan kavramları anlamak, idrak etmek ve o kavramları bir söylemde kullanmak farklı bir yetenek aşamasıdır ve duygularımızla fark ettiğimiz
yakın çevremizden daha uzak bir boyuta (uzama) aklımızın erdiğini göstermektir.

Şu son cümle bile başlı başına bir eğitim düzeyi gerektirir duyanda. Ama doğru bu ifade… Bu başlığa bir anekdotla devam edelim. Rahmetli Ahmet Kabaklı, Tercüman Gazetesi'nin bir toplantısında, öz Türkçede, soyut kavramların isimleri olmadığını, bizim bu isimleri önce Çince, sonra Farsça, Yunanca, Latince ve Arapçadan aldığımızı söylemiş ve bu sözler salonda bomba etkisine yol açmıştı.

Kısa bir sessizlikten sonra salondaki yüzden fazla kişi, Ahmet Hoca'nın yanıldığını kanıtlamak üzere zihnindeki lügati açtı ve içinden özbeöz Türkçe
soyut kavram belirten kelimeleri seçip, adeta haykırmaya başladı. Öyle ya! Ana dilini savunmak, insanın anasını savunması gibi bir görevdi ve kendisine kadar sevgimiz ve saygımız olsa da Ahmet Hoca'ya karşı koymamız gerekiyordu. 5 ciltlik Türk Edebiyatı dâhil 20'ye yakın Türkçe konulu kitabın yazarı da olsa, "Ne demek dilimizde soyut kelime yoktur!" demek?

Yarım saatlik bu anavatan-anadil savunmasının sonunda Ahmet Hoca haklı çıktı ve biz Klingonlar gibi en yüce, en genel, en fiziksel gerçekliği olmayan, düşünsel kavramları bile somuta "indirgeyerek" konuştuğumuzu kabul etmek zorunda kaldık. Egomuz incindi biraz (ego'yu Latinceden almıştık), "Aşk olsun hoca!" dedik (aşk'ı Arapçadan, hoca'yı Farsçadan almıştık); pes ettik (pes'i Kürtçeden almıştık).

Aldığımız tüketim alışkanlığı


Peki, bu kötü bir şey miydi? Hayır. Bizim ürettiğimiz birçok kavramı ifade eden kelimeyi de Çinceden, Rusçaya, İngilizceden Fransızcaya, Sırpçadan Arnavutçaya, İtalyancadan Norveçceye, aklınıza gelen dillere ihraç etmişken, kendimizi kötü hissetmemiz için sebep yoktu. Fakat mesele bizi dilimize kavram ithal etmek zorunda bırakan sosyal, ekonomik ve hatta siyasal gelişmelerle birlikte aldığımız tüketim alışkanlığında idi.

Acaba biz, tüketim alışkanlıklarımızdaki gelişmeyle birlikte, sadece yeni dilbilimsel aşamalardan geçmekle kalmıyor ama aynı zamanda sahip olduğumuz bazı kavramları da çöpe mi atıyorduk? Kedi ve köpeklerimizi evden bahçeden kovup, onları sokak hayvanı haline getirdiğimiz yetmiyordu da onlara verdiğimiz yemek artıklarını artık çöpe mi atıyorduk? Tabii vicdanımızı çöpe atamadığımız için bu kez sokak hayvanları için hazır gıdalar alıyorduk; içine yeri göğü sığdırabileceğiniz, yırtılmaz, doğada parçalanmaz ambalajlarını çöpe atıyorduk.

"Çöp" kavramımız da dilbilimine ve tüketimimize paralel değişim geçirmişti. Çöplerimizi el ayak çekilince götürüp mahallenin çöplüğüne dökmüyorduk; hepsini bir naylon torbaya doldurup gelecek kuşaklara armağan olmak üzere, gündüz gözüne, kimseden saklamaya gerek kalmadan, gösterişli
torbalarla belediyenin çöp toplayan aracının alacağı şekle getiriyorduk. O kadar ki, bu çöp torbalarımız bir atom savaşına bile dayanacak şekilde üretilmişti; denize atsan erimiyor, yere gömsen çürümüyordu. İçinde kediye-köpeğe ver(e)mediğimiz ekmek ve diğer tüketim maddeleriyle birlikte! Sonuçta yemek yemiyor, "gıda tüketiyoruz."

"Tüketmek" sonlandırmak, bitirmek, tamamen kullanmak anlamına gelmese idi ve biz yaptığımız işe, böyle gerçeklikle ilgisi olmayan bir soyut kavram
yerine hakiki adıyla atıfta bulunmaya devam etse idik, acaba yaptığımız işin sonunda, kaynaklarımızın tamamen tükenmediğini, bazı şeylerin arttığını görebilir miydik? Muhtemelen evet, çünkü o zaman dünyamızda hala "artan" bir şeylerin olduğunun farkına varırdık. Komşu Ahmet amcanın okunmuş gazeteleri, bir tükenmişliğin ifadesi değildi; gazetelerin okunduktan sonra yeni bir hayat evresi başlayabilirdi.

Gazetelerin okunması, bir tükenmenin değil, bir yeniden doğuşun ifadesiydi bir zamanlar. Tüketilmemişti gazeteler, sadece okunmuştu; şimdi yeni bir hayata doğuyorlardı. Okunmuş gazeteyle yapılabilecek şeyleri saysam, genç okuyucuların çoğuna inandırıcı gelmeyecektir; çünkü çoğunun evinde artık tavada kızartma yapılmıyor. Dolayısıyla ocağın üzerine, tavanın kenarına eski gazeteleri sermenin de kavramsal olarak gönderim yaptığı bir şey, bir uygulama kalmadı. Kızartma zaten bir numaralı kolesterol kaynağıydı; ondanbahsetmek bile abesti!

Ayrıca illa kızartmalı bir şeyler yiyecekseniz, evlere hazır yemek servisi yapan bir getir-götür, hemen al-hemen ye firmasından isteyeceksiniz; onlar da size son derece steril bir hizmet sunacaktır. Her ne kadar yiyeceğiniz üç lokma şeyin üç kilo kâğıt-karton ve plastik artığı çıkacaksa da onları yemeğinizin geldiği naylon poşetin içine koyarak çöpe atarsınız artık! Sonuçta yemek yemiyor, "gıda tüketiyoruz."

Genç öğrenci anlatıyordu yüksek lisans tezini savunurken: Kişi başına ortalama televizyon haberi tüketiminin artması nasıl o ülkenin modernleşmesinin bir belirtisi oluyor? Artık her türlü gelişmişliğimizin ölçütü, tükettiğimiz ve ortaya çıkarttığımız artık değil mi? Tükettiğin kadar modernsin; geride bıraktığın artık kadar çağdaşsın.


İyi şey şu ki, televizyonda haber tüketiminden sonra geriye artık bir şey kalmıyor.

BİZE ULAŞIN