"Sabahları yorgun uyanıyorum ve işe giderken ayaklarım geri geri gidiyor", "birisi bir şey isteyecek olsa aniden parlıyorum", "çok tahammülsüzüm", "erken uyansam da işe geç kalıyorum", "hiçbir şeyden zevk alamıyorum", "hayallerimi süsleyen iş yerinde çalışıyor olsam da çok mutsuzum", "yapacak bir iş olmasa hep dinlenirim ama yapacak işim olmadığında iç sıkıntısından bunalıyorum", "geceleri düşünmekten uykuya dalamıyorum" cümlelerini sıklıkla işitiyor ya da söylüyor olabilirsiniz. Bu cümlelerin tükenmişlik sendromuna yakalanmış olabileceğinizin sinyalleri olduğunu bilseydiniz…
Tükenmişlik sendromu nedir?
Tükenmişlik sendromu, yaptığınız işe karşı duyarsızlaşma ve başarısızlık hisleri beslemenin sonucunda yaşadığınız duygusal tükenmeyle karakterize olan bir stres türevidir. Tükenmişlik kavramı, ilk kez 1974'te Alman psikolog Freudenberger tarafından "iş hayatında yaşanılan yıpranma, başarısızlık, enerji ve istek azalması ve karşılanamayan taleplerin oluşturduğu yüke bağlı olarak bireyin içsel kaynaklarında tükenme yaşaması hali" olarak tanımlanır.
Tükenmişlik sendromunu psikoloji literatürüne kazandırmış olan sosyal psikolog Maslach da bu içsel kaynakların tükenmesini kişiler arası stresörler çerçevesinde ele alarak bir psikolojik sendrom çeşidi olan tükenmişlik sendromunu üç alt boyutta ele alır. Birinci alt boyut duygusal ve fiziksel bitkinlik hissini içerirken; ikinci alt boyut kişisel başarının azalmasını, üçüncü ve son alt boyut ise kişinin duyarsızlaşmasını ifade eder.
Bu sendrom, her ne kadar mesleki bir konjonktürde tanımlansa da ev hanımından emekliye, gençlerden çocuklara dek farklı demografik özelliklere sahip gruplarda gözlenebilir. Kapana kısılmışlık hissi, çaresizlik, umutsuzluk, şevkin kırılması, asabi olma ile karakterize bir ruh hali olarak tükenmişlik hissi hayatın her alanında karşımıza çıkabilir.
Tükenmişliğe götüren sebepler
Tükenmişlik sendromunu ilk tanımlandığı sürece göre ele alacak olursak hem çalışma koşullarının hem de bazı bireysel özelliklerin tükenmişlik sendromuna yol açabileceğini söyleyebiliriz. İş tanımının belirsizliği, kurumsal hiyerarşide meydana gelen sıkıntılar, sunulan hizmet ile hak edilen maaş arasındaki uyumsuzluk, mesai saatlerininuzun olmasına bağlı uykusuzluk, gürültülü ortamda çalışmak, iş arkadaşları arasında haksız rekabet ve mobbing olması ofis koşullarının sağlığa elverişli olmaması, takdir kültürünün ve hizmet içi eğitimlerin eksikliği gibi kurumsal koşullar uzun vadede tükenmişlik sendromuna yol açar.
Öte yandan nevrotik kişilik özellikleri olarak tanımlanan aşırı şefkat isteme, odaklanamama, güvensizlik, plan yapamama, düşmanca ve saldırgan tutumlar içinde olma, nefret, kin gibi kişiyi sağlıklı kişilerden ayıran tutum ve davranışlar da tükenmişlik sendromuyla ilişkili bulunur. Özgüven problemi, hayır diyememek, kaygılı olmak, kariyer konusunda memnuniyetsizlik, aile ile yeterince zaman geçirememe ve zihni boşaltabilecek aktivite ve tatil olanağının olmayışı gibi psikososyal ve çevresel konjonktürde bireysel problemler de tükenmişlik sendromuna sebep olabilir.
Bir sendroma yol açan faktörleri tanımak pergelin ucunu bir noktaya sabitlemek kadar önemlidir zira pergeli bir merkeze sabitlediğinizde harekete geçebilir ve bir eylemde bulunabilirsiniz. Terapi sürecinde de formülasyonu bir diğer ifadeyle terapistin yol haritasını belirlemede sebepleri tanımak önemli rol oynar. Sebebini bildiğiniz problemin çözümüne de giden yolu ve bu yolda yapacaklarınıza dair eylem planını geliştirebilirsiniz. Ancak tükenmişlik sendromu yaşayan her bireyin psikoterapi hizmetine ulaşma imkânı olmuyor.
Vitrindeki hipergerçeklikler
Doç. Dr. Gülüşan Göcen'in ifadesiylev tarihte günlük yaşamda bilginin inşa merkezi olan agoraların nyerini günümüzde sosyal medya almıştır. Dolayısıyla pek çok gerçekliği hipergerçeklik olan sanal dünya üzerinden inşa eder hale gelmiş durumdayız çünkü artık herkes sahnede ve herkesin sesini duyurabileceği mikrofonu bir tık mesafesinde yer alıyor.
Öte yandan estetik işlemler ile mükemmelin peşinde insanlar… Leziz yemek sunumları, lüks arabalar, markalı kıyafetler, mutlu ilişkiler, mutlu çocuklar, kısacası mükemmellik filtresiyle önümüze serilen bir vitrin ile telefonumuzu elimize alır almaz muhatap oluyoruz. Vitrine konulan eşyalar doğası gereği hassas ve kırılgan olur ve o eşyaların işlevselliğinden ziyade sergilenmesi daha ön plandadır.
Günlük yaşamlarımızı sosyal medya vitrinine yerleştirdiğimizden bu yana her birimiz daha kırılganlaşıyor ve daha iyi hipergerçeklikleri(!) hayatımızda var edebilmek için çalışıyor ve gün sonunda -pek tabii- yetersizliğe sarılıp uyuyoruz. Erich Fromm'un Sahip olmak ya da Olmak eserinde zikrettiği "Ben sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim!" ifadesi bir alt yazı olarak yaşam hikâyemizin kurgusuna yön veriyor.
Endüstrileşmenin sunamadığı mutluluk
Teknolojik gelişmelerin yaşamımızı kolaylaştırdığını pandemi döneminde uyum problemleri yaşasak da dünyanın bir ucunda çevrimiçi etkinliklere
katılarak, derslerimizi ve iş görüşmelerimizi online kanallarla yürüterek şahit olduk. Çocukluk yıllarımızda kuyruklarda bekleyerek ödediğimiz faturaları internet bankacılığında bir tık ile halledebilmenin konforu bir tarafa diğer yandan her şey bu kadar kolaylaşırken, niçin bu durum beklenen mutluluk yerine tükenmişliğe yol açtı?
Fromm bu durumu mezkûr eserinde radikal hedonizm ve bencillik ekseninde açıklamaktadır. Yaşamın tek amacının mutluluk ve maksimum
hazza ulaşmaktan geçtiği düşüncesine dayanan radikal hedonizm endüstrileşme ile beraber hayatımızın zeminine oturdu. Öte yandan Descartes'ın meşhur "düşünüyorum öyleyse varım" fikrinin getirisi olarak insan, var olabilmek için önce kendisini desteklemeyi şiar edindi. Hal böyle olunca sistemin kendi varlığını koruyabilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik, kendi çıkarını düşünmek, açgözlülük ve sahip olma ihtirasının barışı
sağlayacağı yanılgısı ile baş başa kaldık.
Sahip olmak, bizi her defasında yeni yoksunluklar sahiline bırakarak yeniden yetersiz hale getirdi. Adeta deniz suyu içmişçesine daha çok su içmek
istedikçe daha çok susadık. Bugün alışveriş yapmak, bir ürüne sahip olmaktan ziyade salt bir eylem olarak hayatımızın merkezine yerleşti. Zira kendini merkeze alan ve sosyal bağlarından soyutlanmış özgür insan bu kez de dış bağlarından kopup kendi iç zindanında hapsolmuştur. Ali Şeriati'nin İnsanın Dört Zindanı eserinde bahsettiği dördüncü zindan olan "benlik zindanı", çağımız insanının çıkmazı haline gelmiştir.
Ürüne yüklenen anlam ve semboller
Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış kitabında insanın bu kaygıyla baş edebilmek için yeni boyun eğecek kaynaklar peşinde koştuğunu ve bu sebeple kendisine sürekli meşguliyetler yarattığını öne sürer. Bu sebeple alışverişte alınan materyalden çok alışveriş yapmanın kendisi bir meşguliyet halini almış, trendler ise yeni gündemler olarak insanın hayatının merkezine yerleşmiştir.
Öte yandan hikâyesini kaybetmiş insanlar alışveriş yaparken aslında ürün değil hikayeler satın almaktadır. Zygmunt Bauman'ın Özgürlük kitabında bahsettiğine göre postmodern dönemde, ürünün kendisinden çok ona yüklenilen anlam ve semboller tüketilmektedir. Pazarlama sektöründe bu kavram sembolik tüketim olarak adlandırılır.
Nitekim bir pazarlama stratejisi olan retro, geçmişte üretilen ürünlerin güncel ihtiyaçlara yönelik yeni bir form kazanarak yeniden üretilip tüketilmesini hedeflemektedir. Bugün bir hayli popüler ikinci el vintage ürünlerin kendisinden çok kurgulandığı hikâye ile sunumunun alıcıların dikkatini
çekmesinin sebeplerinden birisi de budur.
"Ölümden daha güçlü olanm şey bize ölümü göze aldıran şeydir" der İbn Hazm Güvercin Gerdanlığı isimli eserinde. Bugün insan değişmeyecek ölüm gerçeğinden sürekli meşgul olmak suretiyle uyuşarak kaçar. Bizden önceki kuşakların çok daha fazla mesai harcamasına kıyasla teknolojik cihazların şipşak işlerimizi hallettiği bir devirde olsak da ne hikmetse her birimiz zaman fakiri insanlara dönüştük.
"Özgür ol!" diyerek hapsedildiğimiz yapayalnız zindanlarımızda her gün sanal dünyadan devşirdiğimiz hipergerçeklik ile gerçek hayatımızı kurguluyoruz. Her dakika bize pompalanan yetersizlik hissiyle dolaştığımız sanal mağazalarda indirim peşinde koşma halimiz hiçbir zaman yeterli olamayacağımız ve "insan" olduğumuz gerçeğine karşı üç maymunu oynamaktan farksız. Hal böyle olunca tükenmişlik sendromunun kapitalist sistemin bize paketleyip sunduğu bir psikolojik rahatsızlık olarak önümüze düşmesi işten bile değil…