Birol Biçer: TÜKETİYORUM ÖYLEYSE VARIM

TÜKETİYORUM ÖYLEYSE VARIM
Giriş Tarihi: 30.01.2023 10:48 Son Güncelleme: 30.01.2023 10:57
Adeta bir mutant misali sürekli olarak değişimlere maruz kaldığımız şu son dönemlerde her şey gibi alışkanlıklarımız ve eğilimlerimiz de dönüşüm içerisinde. Bunları bir sıralamaya tabi tutsak ilk sırada büyük ihtimalle tüketim biçimimiz ve alışkanlıklarımız gelecektir. Maddi ya da manevi mal ve hizmetler vasıtasıyla ihtiyaçların giderilmesi olarak tanımlanan tüketim de artık sadece tüketimden ibaret değil. İhtiyaç ve beklenti sahibi insanoğlu için son derece doğal bir faaliyet olan tüketim birkaç asır boyunca birlikte maruz kaldığımız külliyetli değişimlerin sonucu olarak sıradan bir ihtiyaçtan çıkmış ve her zamankinden daha güçlü şekilde bireylerle beraber toplumları, ilişkileri, siyaseti, diplomasiyi, düşünce biçimlerini yönlendiren bir niteliğe bürünmüş durumda… Tüketim dediğimiz şey bu kadarla da kalmıyor; kimlikleri, yaşam tarzlarını, sosyalleşmeyi hatta toplumsal yapıyı da şekillendiriyor, kendi kültürünü oluşturuyor. “Tüketim kültürü” dediğimiz şey artık basit bir sosyal hadise değil; adeta insanların varoluşsal değerlerini belirleyen bir ontolojik gösterge neredeyse. Descartes bu günlerde yaşasaydı varoluşu formüle eden vecizesini muhtemelen “Tüketiyorum öyleyse varım” şeklinde ifade ederdi.

İŞTE BU BİZİM HİKÂYEMİZ

"Mobilya alırsın ve kendine aldığın bu kanepenin, ihtiyacın olan son mobilya olduğunu söylersin. Kanepeyi aldıktan sonra, ne olursa olsun kanepe problemini çözdüğün için birkaç yıl için tatmin olmuşsundur. Sonrauygun bir yemek takımı… Sonra en mükemmel yatak… Perdeler. Halılar. Sonra güzel yuvana kısılır kalırsın; sahip olduğun şeyler sana sahip olmaya başlar." Modern insanın, zamanın toplumunun tüketim, alış-veriş ve mülkiyetle ilgili tüm bağlarının neredeyse ontolojik bir boyuta taşınmakta olduğu bir insanlık halini anlatmak için bana kalırsa Chuck Palahniuk'un Dövüş Kulübü adlı romanında ve filminde geçen bu repliğin üzerine başka söz söylemeye gerek yok gibi. Ama ille de bir şey eklenecekse ben yine aynı filmden şu sözleri seçerdim: "Her gün işe gidiyorsun. Akşamları erken uyuyorsun. Ve bunun karşılığında aldığın tek şey koltuk takımı. Gerçekten acınası bir durumdasın." Aslında büyük çoğunluğumuzun halini ve zamanın ruhunun önemli bir veçhesini açıklayan, bir anti-kahramanın dudaklarından dökülen bu repliklerin beni yıllardır can evimden vurmaya devam edişinin sebebi benim de halimi anlatıyor olmaları. Bir diğer sebebi ise bu durumun fena halde farkında olmama rağmen bu kısır döngüden yıllardır bir türlü çıkamayışım. Milyarlarca insan gibi ihtiyaçlarımın bir türlü tükenmemesi ve benim bunları gidermek, sorunlarımı çözmek, hayatımı daha rahat ve kolay hale getirmek için sürekli olarak aslında çok da ihtiyacım olmayan bir sürü eşyayı satın almam, alış-veriş yapmam, vitrinlere ya da sanal mağazalara ikide bir göz atmam, "büyük fırsatı kaçırma", "efsane indirim" diye beni her Allah'ın günü ayartmaya kalkan mesaj ve bildirimlerin baştan çıkarmasına izin vermem. Üstelik "ihtiyaç" bahanesine sığınan nefsimin yine "ihtiyaç" makyajlı metalara her sahip oluşunun sonunda aynı boşluk hissini yaşamasına rağmen… Ama sanmayın bu benim hikâyem. İşte bu bizim hikâyemiz…

ANLATILAN SENİN HALİN!

Bu sürekli bir şeyleri satın alma, bir şeylere sahip olma, gerekli olmasa da bir şeyleri elde etme, alış-veriş yapma, mülkiyet edinme dürtüsü böyle anlatılınca adeta psikolojik bir rahatsızlıkmış gibi görünüyor. Dahası bu hastalıklı gibi görünen durum aslında çağımızın toplumunu tanımlamakta kullanılan en genel geçer kavramlardan birini ifade ediyor: Tüketim toplumu. Bir başka deyişle günümüzü yani bizi tanımlıyor. Benim tasvir ettiğim karikatürize halin milyarlarca insan tarafından benimsenince ne gibi bir şeye dönüştüğünü anlatıyor bu tabir. İlk olarak 1950'ler ve 60'larda Amerikalı iktisatçı John Kenneth Galbraith'in Batılı yaşam tarzına yönelik eleştirilerin ortaya çıkışını haber veren çalışmalarında öne sürüldü. Bundan kısa bir süre sonra Fransız düşünür Jean Baudrillard tarafından çağdaş zaman insanının ana tanımlayıcısı olarak kavramsallaştırıldı. 1970'te yayınladığı Tüketim Toplumu adlı kitabında Baudrillard, Batı toplumlarında tüketimin toplumsal ilişkilerin yapılandırıcı bir unsuru haline geldiğini ileri sürüyordu. Onun tespitine göre tüketim denilen şey artık bireyler seviyesinde ihtiyaçları karşılamanın çok ötesine geçmiş ve daha çok kendini diğerlerinden farklılaştırma aracına dönüşmüştü. Baudrillard'ın tanımladığı bu tüketim anlayışı makul olan "ihtiyaç karşılama" gerekçesini çoktan aşmış patolojik bir eğilimi, daha da kötüsü ekonomik sistem tarafından ısrarla teşvik edilen, pompalanan, aşılanan patolojik bir durumu tasvir ediyor. Böylesi bir toplumda tüm ihtiyaçların asıl çatısını ise farklılaşma ihtiyacı teşkil ediyor.

"EZİKLİĞİN" ÇARESİ PAHALI VE HAVALI TELEFON

Zamane genci işte… Üniversite talebesi yeğenim babasından bir cep telefonu istiyor ancak istediği marka cep telefonunun fiyatı benim altı aylık maaşıma denk geliyor. Yeğenim her şeye rağmen bir "fedakârlık" yapmayı ihmal etmiyor ve 40 bin liralık daha düşük bir modeline razı oluyor. Babası bu kadar pahalı bir model yerine daha makul fiyatlı birçok marka ve modelin olduğunu öne sürse de, yeğenim için bu neredeyse bir onur meselesi. Israrının gerekçesini şöyle özetleyebilirim: Bütün arkadaşları o pahalı havalı modellerden kullanıyormuş, daha düşük ve dolayısıyla ucuz bir marka telefonla dolaşmak "eziklik" anlamına geliyormuş. Bana kalsa ben telefondan önce öyle arkadaşlardan vaz geçerim ama hiç öyleleriyle yakınlığım olmadığı için şükür kimseyi terk etmem gerekmiyor. 25 yıllık profesyonel hayatı olan üstelik medyada çalışan biri olarak 4 yıl önce iki bin liraya satın aldığım "havasız" cep telefonum bütün ihtiyaçlarımı görüyor. Bu yüzden beni hakir görecek arkadaşlarımın olmayışı ise büyük nimet doğrusu. Ne telefonumun, ne kıyafetlerimin, ne de ayakkabılarımın havalı markaları var. Havasız ya da markasız eşyalarımın benim değerimi eksilttiğine dair bir hisse de kapıldığım olmadı. Şimdi şu sosyal medya mecralarında sürekli olarak binlerce yıllık kadim bilgelikten, hikmetten, Mevlana'dan, Yunus'tan alıntılar paylaşanlara şunu demek istiyorum: Havanda su dövüyorsunuz. Hikmetten, sadelikten, derinlikten bahsettiğiniz kuşaklar elleri henüz ekmek tutmadığı halde, bu fakirin altı aylık maaşına denk telefon alamadıkları için eziklik duyuyorlar. Sahi siz bu mesajlarla kime hitap ettiğinizi sanıyorsunuz? Olsa olsa ancak benim gibi "eziklere"…

PAHALI VE LÜKS MAL, İNSANI "MAL" OLMAKTAN ÇIKARIR MI?

Yukarıda, aile içi gibi görünene ama özellikle gençlerde hayli yaygın olduğunu gözlemlediğim meseleyi neden mi anlattım? Geçmişe göre refah ve bolluğun arttığı ve dolayısıyla tüketimin körüklendiği günümüzü ve özellikle bunun baş müsebbibi olarak gösterilen kapitalist sistemi eleştiren pek çok başka düşünüre göre bu sistemin devamlılığının garantisi ya da yakıtını teşkil eden tüketimin artık çok farklı saiklerle gerçekleştirildiği meselesine girebilmek için. Eleştirel düşünürlere göre insanlar nesneleri salt kullanım değerleri ya da ihtiyaçları üzerinden tüketmiyor ya da satın almıyorlar. Bu yeni dönemin insanına göre cep telefonu artık salt bir iletişim, kılık kıyafet bir örtünme, otomobil bir ulaşım aracından ibaret değil. O metalara, o nesnelere, o mallara artık çok daha farklı değerler atfediliyor: İtibar, imtiyaz, daha üst bir sınıfa mensubiyet, daha kaliteli bir insan olmak ya da mutluluk, huzur, gurur, başarı, daha güzel bir hayat, gelişmişlik, zamanı yakalamak, özgüven gibi değerler. Dolayısıyla bu mallara sahip olmak insanların atfettiği bu değerlere sahip olmak gibi algılanılıyor. Bir başka deyişle aslında tüketilen o mallar değil onlara yüklenen ve artık temsilcileri oldukları değerler ve konumlar. Marka, fiyat ve kalite bakımından piyasaya sunulan bu mallar arasında ister istemez bir hiyerarşi oluşturuluyor. Bu hiyerarşinin bizim toplumsal hayattaki yerimizi de etkileyen ve temsil eden bir algısı oluşuyor peşi sıra. Haliyle mallar arasında hiyerarşisi yüksek olan bir mala sahip olmak da insanı toplumsal hiyerarşide o denli yükseltirmiş gibi bir illüzyona yol açıyor.

HER ŞEY SİZİN İÇİN… YANİ DAHA FAZLA TÜKETMENİZ İÇİN

Mevcut hâkim ekonomik sistemin işlemesi için bol bol üretim ve tüketim şart. Hemen hemen tüm sektörlerden pek çok kişinin geçimini sağlaması bu çarkın işlemesine bağlı… Bu çarkın işlemesi için yine sürekli yeni ürün ve hizmetlerin üretilmesi ve bunlara ihtiyaç duyacak potansiyel müşterilerin oluşturulması gerekiyor. İşin bu ayağının en kullanışlı elamanları ise reklam, pazarlama ve medya ayakları. Bu üçlü sacayağının ortak çalışması ile insanlar yeni ürünlerden haberdar oldukları kadar aynı zamanda onlara neden ihtiyaç duyacakları konusunda da belli bir bombardımana tabi tutuluyor. Dijital teknolojilerle herkesin bu mesaj ve ikna bombardımanına maruz bırakılması artık vaka-i adiyeden oldu. Bunlar sizi daha fazla tüketime yönlendirmek ya da hiç ihtiyacınız olmayan bir şeyi aklınıza sokmak için cep telefonu mesajlarıyla, algotritmalar vasıtasıyla her türlü dijital mecrada, direksiyon başında ya da hastanedeki yatağınızda size ulaşabiliyorlar. Bir margarini çocuklarına özen gösteren anne imgesiyle, tek taş bileziği aşk ve sadakatle, bir gazozu özgüvenle, bir bankayı tercih etmeyi vatanseverlikle, dışarıda yüz milyonlarca insanın giydiği bir spor ayakkabıyı almanın kendin olmak ve herkesten farklı olmakla ya da üç-dört kuşağın buluştuğu bir aile ziyafetinde dışarıdan ısmarlanmış hazır tepsi börek yemeyi aile saadetiyle özdeşleştirebilen bir süreç bu.

DAHA FAZLA SATIN ALARAK DAHA MUTLU OLUNABİLİR Mİ?

"Daha fazlasını iste" mottosunu dillerine pelesenk eden pazarlama gurularına kalsa mutluluğun formülü hazır: Pazarladıkları şeyi almanız ve daha çok kullanmanız halinde daha mutlu, huzurlu ve rahat olacağınız garanti. İnsan mutluluğunun bir nesneye sahip olmaya endekslendiği böyle bir dünyanın bezirgânlarına göre böyle bir şey mümkün. Oysa benim tanıdığım, bildiğim, konuştuğum psikiyatr, psikolog, filozof, mutasavvıf ya da felsefecilere göre bu boş ve sonu asla gelmeyecek olan bir hayalden ibaret. Dahası sahip olarak, daha çok tüketerek mutluluğu herkesten çok deneyimleme şansına sahip olduğum kalburüstü insanların neredeyse tamamı geldikleri noktada bunun mutluluk getirmediğini ifade ediyorlar. Bu şekilde geçici bir ferahlık ve rahat elde ettiklerini ve marjinal faydaya ulaştıktan sonra mutluluk ve tatmin anlamında düşüşe geçerek başka arayışlara yöneldiklerini gizlemiyorlar. Ehl-i hikmet ise aşırı mülkiyet ve tüketimin mutluluk ve rahatlık yerine daha fazla kaos ve stres getirdiğini söylüyor. Bu bakımdan önemli bir düşünür olan Cemil Meriç'in şu sözleri kayda değer: "İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır." Bence Cemil Meriç aşırı maddeperestlikten, aşırı tüketimden çok daha vahim bir insanlık durumuna işaret ediyor bu tespitinde.

HER ŞEY TÜKETİLİYOR; BUNA İNSAN DA, DEĞERLER DE DÂHİL

Tüketim toplumu, kapitalist sistemlerin toplumu dönüştürmesi ve insanların artık ihtiyaçlardan çok, imajları ve çeşitli duygusal faydaları satın almaya başlaması olarak tanımlanıyor. Böyle bir toplumda artık her şey tüketim nesnesi: Somut ve pratik olanları bırakın duygular, değerler, hatıralar, inançlar, düşünce akımları, sağlıklı yaşam formları, ideolojiler, spor, moda, müzik, aşk, sevgililer, edebiyat, sanat, hayaller, kadim bilgelikve din bile. Hatta ve hatta insan bile… Şimdi insanlar da tüketiliyor, tıpkı insana dair her şeyin tüketime konu olması gibi. Bu eğilimdeki toplumda maddi ya da manevi değerler önce bir umutla ele alınıyor, deneyimleniyor, tartışılıyor sonra verdiği heyecan, salgılattığı dopamin ve endorfin seviyesi düşünce gözden düşüyor, son tüketim tarihine geldiğine karar verilince "kullan-at" formülü gereği bir kenara atılıyor ve yeni beklentiler için yenilerine sarılınıyor ve bunlar da tüketilmeye başlıyor. Haliyle bu nesneleştirmeye insanlar da konu oluyor. İnsandan da elde edilen fayda, zevk, heyecan, beklenti azalınca o a bir kenara atılıyor ve yeri derhal yeni birisiyle dolduruluyor. Bunu çevremizdeki ilişki hikayelerinde net olarak görmek mümkün. Bir başka deyişle hepimiz deneyimlenen, kullanılan ve atılan nesneler, değerler ve duygular gibi bir süreliğine deneyimleniyoruz, sonra biden alınan marjinal fayda değerini kaybettikçe biz de ilişkilerden, arkadaşlıklardan, topluluklardan ve iş hayatımızdan ya uzaklaştırılıyor ya da uzaklaştırılması gereken safralar olarak görülmeye başlıyoruz.

BİREYLERİN NEFSLERİNİN BİLEŞKESİ VE TOPLUMUN NEFSİ

Arayış içinde olduğum dönemlerden birinde buhranımı hafifletmek adına bilgeliğinden istifa ettiğim bir zat da yabancı bir Zen ustasıydı. O belki Zen Budizminin kadim öğretilerini günümüz insanlarının anlayacağı daha modern bir formatta sunuyordu, çağın insanının algısına ve diline indirgiyordu ama anlattıkları büyük ölçüde bizim tasavvuf olarak bildiğimiz, tek dinin değişmez hakikat boyutunun bu çağın insanının idrakine indirgenmesinden ibaretti. Ben okuduğum ve dinlediğim onca mutasavvıfa rağmen insan nefsinin en bariz tarifini, onu yönlendiren temel saikleri, ne gibi yollara başvurabildiğini ondan öğrendim.

Onun Zen'i esas alan izahlarına göre ego yani insan nefsi insanın "ana kaynak" olan Tanrı'ya bağlı olan hakiki benliğin üzerini örten ve yerine geçen zihinsel bir kurgudan ibaretti. Bu kurgusal benlik yani nefs geçici olduğunu bildiği için en büyük kaygısı güvenlikti. Bunun yol açtığı korkuyla kendi varlığındaki eksikliği gidermek ve boşluğunu doldurmak adına başvurduğu başlıca yollardan biri de kendisini eşyalarla tanımlamak, onlar üzerinde kurduğu mülkiyet gibi tahakküm yollarıyla kurgusal benliğini tahkim etmekti. Böylelikle nefs sanal varlığı ve faniliğinin getirdiği bu korkuyu sürekli bir şeyleri tadarak, deneyimleyerek, sahip olarak, kullanarak, tüketerek ve hep dahasına yönelerek bastırmaya çalışıyordu.

İşin ilginci tüketim toplumunu tahlil eden düşünürlere göre de nefsin bu eğilimi aslında tüketim toplumunun da başlıca dürtüsüyle örtüşüyordu. Onlara göre tüketim toplumunun işlerliğini sağlayan başlıca amil yoksulluk korkusuydu. Sürekli "bir şeylere sahip olamazsam, kazanamazsam akıbetim ne olur?" kaygısıyla daimi para kazanmanın peşinde koşuyor ve kazandıklarını da bolluğu elde etmeye sarf ediyorlardı. Böylelikle buradan bir kimlik ve beraberinde kaygıyı aza indirgeyeceği düşünülen daha güçlü bir varlık şuuru elde etmeyi umuyorlardı. İnsan topluluklarının ve toplumlarının da aynı amanda içlerinde barındırdıkları birey sayısınca nefslerin toplamı olduğu düşünüldüğünde bu açıklama aslında oldukça makul görünüyor.

"İNSAN İNSANIN KURDUDUR" DÜZENİNDE TÜKETTİĞİN GİBİ TÜKETİLECEKSİN DE

İhtiyaç, zaruret, fayda gözetmeden kapıldığımız bu tüketim çılgınlığında tüketilenler sadece metalar, nesneler olsa belki bir derece. Ama iş bu kadarla kalmıyor ki. Bu "kullan, sıkıldın mı fırlat at" anlayışı altında çoğu zaman kısa sürede sıkılıp posası çıkartılarak bir kenara atılma furyasından sadece eşyalar değil duygular, değerler, kavramlar, estetik değerler, tarzlar, örfler, edepler, adab-ı muaşeret kaideleri, ahlak hatta maneviyat ve din de nasibini alıyor. Müzik türlerinin, sanat akımlarının, moda eğilimlerinin mevsimlik olarak tüketilip terkedildiği bir atmosferde yeni dini hareketler çerçevesinde her biri salt bir terapi mantığıyla araçsallaştırılan binlerce yıllık kadim geleneklerin ve ritüellerinin bile sürekli değişen bir moda unsuruna dönüştürülüşüne şahit oluyoruz. Bir video oyununun birkaç ayda yeni uyarlamasının piyasaya sürülmesiyle eski sürümün hurdaya atılması gibi yüzlerce yıldır benimsenen ahlak ve adab-ı muaşeret kurallarının bir anda ithal bir davranış moduyla değiştirilip çöpe atılışına şahit oluyoruz. Çalıştığımız işlerde bile artık belli bir yaşa ulaştıktan sonra kazandığımız deneyim, beceri, edindiğimiz birikim sanki hiçbir şeye yaramıyormuş gibi ilk fırsatta atılması gereken safralarmışız gibi bazı profesyonel uygulamaları sineye çekiyoruz. Aslında değişim adı ve bahanesi altında hem değerlerimizin hem de insanlığımızın tüketilişine maruz kalıyoruz. Ama insanı insandan başka kimse tüketmiyor. "İnsan insanın kurdudur" şiarı üzerine kurulu bir düzene tabi olmanın kaçınılmaz getirisi olarak, insan kalarak insanlar tarafından tüketiliyoruz.

BİZE ULAŞIN