Son zamanlarda gerek birtakım siyasi ideolojik oyunların etkisiyle gerek bazı insanlarımızın ülkemizin sıkıntılarından kâr devşirmeye çalışması yüzünden stokçuluk, ihtikâr aldı başını gitti. Hiç merak ediyor musunuz mezhep imamımız Ebû Hanîfe bu konularda nasıl davranmış nasıl tepkiler vermişti?
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ilimde olduğu kadar ticarette de başarılıydı. "El-Haz" adı verilen yün ve ipekten veya sadece ipekten dokunmuş elbise manasına gelen kumaşı ve bu kumaştan yapılan elbiseyi satmakta ve imal etmekteydi. Bu yüzden kendisine "kumaşçı, kumaş satan" manasına gelen "Hazzâz" da deniliyor ve "el-Hazzâz" (Bezzaz, kumaş tüccarı)" lakabıyla da anılıyordu.
Kumaş ticareti yaptığı ve işadamı olduğu için ticaret hukukunda, selem, murabaha, tevliye, vadî'a ve şirket gibi ticari akitlerdeki hükümleri ilk açıklayan o oldu. Ticaretle ilgili görüşlerinin öteki fakihlerin görüşlerine oranla daha sağlam, çok titiz ve ince olmasının altında da yine onun ticaret tecrübesi yatıyordu. Çünkü ticaretle iştigal ederken, halkla alış-verişte bulunuyor, hayatta ne olup bittiğini, esnafın hilelerini, kısacası çarşı pazarla ilgili her şeyi iyi biliyordu.
Geçtiğimiz günlerde hamsi aldı eşim. Bir Karadenizlinin balık dediğinde ilk tercihidir hamsi. "Hamsi taze abi!" denilince almış, getirmiş. Ancak ben daha pişirirken anladım balığın taze olmadığını. Gazetelerdeki "Hamsi Karadeniz'den Gürcistan'a kaçtı" haberini görünce işin aslını da anlamış olduk. Balıkçımız sattığı hamsinin buzhane hamsisi olduğunu gizlemiş, üstelik bir de yalan söyleyerek "Taze" demişti.
Kusuru söylenmedi diye dağıtılan kazanç
Peki, bir esnaf olarak Ebû Hanife olsa bu durumda ne yapardı? Rahmetle minnetle anarak hemen anlatayım. Bir gün ortağı Hafs b. Abdurrahman'ı mal satmak için gönderdi. Malların içinde kusurlu bir kumaş bulunduğunu belirterek, sıkı sıkıya tembihledi ortağına "Bu malın kusurlu olduğunu satarken belirt" diye. Ama gel gör ki ortağı bu tembihi ve malın kusurlu olduğunu söylemeyi unutarak sattı. Kime sattığını da hatırlayamadı. Aslında ortağı malı defolu fiyatına satmış, sadece kusurunu söylemeyi unutmuştu.
Ebû Hanîfe bunu öğrenince o tezgâhtaki mallardan kazanılan bütün parayı, -rivayet edilir ki dağıttığı bu paranın miktarı otuz bin dirhemmiş- fakirlere dağıttı sadaka olarak. Çünkü malın kusurunun söylenmemesinden dolayı elde edilen paranın helalliği şüpheli duruma düşmüştü. "Büyük İmam"ımızın hanesine de midesine de asla böyle bir para girmemişti. Ona göre; helalliği haramlığı belli olmayan gıda ile beslenen bir bedenin ibadeti de kabul görmezdi.
İşte böyle, Ebû Hanîfe, kalbine düşen bir şüpheden kurtulmak için gerekirse bütün malını infak ederdi. Bu olayda olduğu gibi helal parasının içine karışan, hatası söylenmeden satılan malın parasını diğer paralardan ayırt edemeyince de o günkü tüm kazancını infak etti. Üstelik bu hatayı yapan ortağı ile de ortaklığını feshederek, yollarını ayırarak…
Esnafa bir çağrı
Esnaf kardeşlerimiz, tezgâhınızdaki ayıplı malları en önde sergilemeye cesaretiniz var mı? Pazara gittiğimizde tezgâhlarda en önde satılan malların en iyisini görürüz. Mesela, en büyük ve dipdiri domatesleri, kıpkırmızı sulu sulu elmaları… Tam el atıp alacakken satıcı durdurur ve kese kâğıdına kendisi doldurur. Eve gittiğimizde bir bakarız ki satın aldığımız mal bizim önde görüp de beğendiğimiz mal değil. Karışık… Ezik, çürük de katılmış arasına… Tezgâhın en önünde malın iyisi var albeni diyerek çekiyor insanları. Arkada da ayıplı, çürük, kötü mal…
Oysa mezhep imamımız Ebû Hanîfe, bunun tam tersini yaparmış tezgâhında. Kumaşların en kötüsünü öne çıkarır sergilermiş. En iyiler arkada yer alırmış. Bu yüzden İmam Hanîfe'yi ticaret hayatında Ebû Bekir (r.a.)'a benzetirlerdi. Ebû Bekir Sıddık da malın kötüsünü öne, iyisini arkaya çıkarırmış ticaret yaparken. Ebû Hanîfe de bu büyük sahabenin, Peygamber dostunun izinden gitmiştir. İnşallah bizim Müslümanım diyen bazı esnafımızın da kulaklarına küpe olur bu uygulama, vicdanlarına da bir muhasebe sebebi…
Methedilen, reklamı yapılan mal
Sattığı malın kusurlarını söyler de öyle satar dedik ya, yine bir gün dükkânında oturmuş, oğluyla bir müşterinin konuşmalarını izliyordu. Pür dikkat oğlunun esnaflığını teftiş ediyordu adeta… Oğlu müşteriye satacağı malı bir methediyor bir methediyor ki sorma gitsin, günümüzün reklamları gibi… Hiddetlenen Ebû Hanîfe, yerinden kalkıp yanlarına gitti ve "O malı müşterinin üzerinde tesir bırakarak satamazsın, bu dürüstlük olmaz. Böyle müşteri üzerinde tesir bırakacak kadar haddinden fazla bir mal methedilirse o malı satmandan sana bir hayır gelmez" diye oğlunu ikaz etti.
Sonra müşterinin elinden malı özür dileyerek geri aldı. Müşteri almakta ısrar ediyordu. O da: "Böyle bir alışverişte hayır yoktur. Özür dilerim bu malı size satamam." diyerek o malı satmadı. Ona göre bir mal olduğu gibi gösterilmeli, müşteri üzerinde etkili olacak şekilde methedilip, konuşulmamalıydı. Günümüzde tüccar ve iş adamlarının mallarını satma yöntemlerini ve yaptıkları reklamları düşünüp, bunu Ebû Hanîfe'nin ticaret ahlakıyla kıyaslayınca ne kadar İslâmiyet'e uygun yaşıyoruz diye sorgulamadan edemiyorum muhterem okurlar!
Alıcının menfaatini koruyan satıcı
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, kendi gibi gönlü de zengin bir insandı. Kanaatkârdı. Tamahkâr değildi. Eli açıktı. Cömertti. Emanete riayet eden güvenilir bir şahıstı. Tacirlerin onu ticarette bu güzel vasıflarından dolayı Hz. Ebûbekir-i Sıddık'a benzetmeleri boşuna değildi. Sanki onun izinden gidiyordu. Bir malı satarken de alırken de dürüsttü, emanet kaidesine daima riayet ederdi.
Bir gün bir hanım ona satmak üzere ipekli elbiselik bir kumaş getirdi. Ebû Hanîfe, "Kaça satıyorsun?" dedi. Hanım, "Yüz dirheme," dedi. Büyük İmam, "Olmaz, bunun değeri yüz dirhemden çok daha fazladır. Kaça vereceğinizi söyleyin de alayım," dedi. Kadın fiyatı yüzer yüzer artırarak 400 dirheme çıktı. Yine itiraz etti Ebû Hanîfe, "Olmaz, bunun değeri daha fazla eder!" dedi.
Hanım, "Benimle eğleniyor musunuz?" diye sordu. Çünkü genelde satın alan kişi yani tüccar, fiyatı düşürmeye çalışır. Oysa bu tam tersi, malın fiyatını artırmaya çalışıyordu. Hanıma, "Ne münasebet eğleneyim? Bir adam getirin de fiyat takdiri yaptıralım. Ben de o fiyata göre alayım bu kumaşı," dedi. Hanım işin erbabı bir adamı çağırdı, kumaşı gösterdiler. Adam bu kumaşa 500 dirhem fiyat biçti. Ebû Hanîfe de 500 dirheme bu kumaşı satın aldı.
Satıcının gafletinden, sıkıntısından istifade edip satın almaya kalkışmaz, kişiyi sömürmez, insanların sıkıntısını fırsata çevirip kâra dönüştürmezdi. Günümüzde böyle bir satış olsa, (Bazı işadamı ve esnaflarımızı tenzih ederek) o satışı yapan elemanın yanına gelir patronu "Helal sana! Sende ticaret zekâsı var!" der ve cebine de teşvik olsun diye kazançtan bir iki kuruş atar, o elemanıyla övünürken kazanılan o parayı da bir güzel yer helal sayarak!
Fazladan alınan parayı iade için Medine'ye giden büyük imam
Bir Medine'li tüccar, Kûfe'ye kumaş almaya Ebû Hanîfe'nin dükkânına geldi. Onun dükkânında haddi aşan, fahiş miktarda, aşırı kâr alınmadığını, kârın İslamiyet'in müsaade ettiği hadde alındığını duymuştu. Medineli tacir kumaşları beğendi. Ebû Hanîfe dükkânda yoktu. Satış elemanları ona sattıkları kumaştan bin akçe fazla istediler. Medineli verdi bin akçeyi, aldı kumaşı ve gitti.
Ebû Hanîfe gelince o kumaşın bedelinin 400 akçe iken yanlışlıkla 1000 akçeye satıldığını duyunca hayıflandı. Koştu, Medineliyi Kûfe sokaklarında arasa da bulamadı. Nihayet bu adamı bulmak için iki ay sonra Hicaz kervanına katılarak Medine'ye gitti ve adamı aramaya başladı. Mescitte üzerinde sattığı o kumaştan elbisesi olan bir adam gördü. Ona yaklaşarak, üzerindeki kıyafetin kumaşını nereden aldığını sordu. Adam sorgu sual edilmekten işkillendi ve: "Çalınmış mal değildir, kendi paramla Kûfe'de Ebû Hanîfe'nin dükkânından aldım" dedi.
Ebû Hanîfe bulmuştu aradığını: "Ben Ebû Hanîfe'yim" diyerek kendisini tanıtınca adam: "Verdiğim para mı azdı? Ne kadarsa üstünü vermeğe, hazırım!" dedi. Ebû Hanîfe bu satış işinde bir yanlışlık olduğunu söyleyerek: "Bilakis bizim sana 600 akçe iade etmemiz lazım!" diyerek fazla alınan parayı adama iade etti. Hatta adamı bulana kadar, o para bir müddet kendi yanında kaldığından dolayı da adamdan helallik istedi. Ticaret ahlâkı böyle olmalı, tüccarlarımıza esnaflarımıza, mağaza sahiplerine, kısacası "dindarım, insanım" diyenlere duyurulur, hassasiyet gösterenleri tenzih ederek.
Ebû Hanîfe yüzyıllar ötesinden sesleniyor
Şule Yayınları'ndan çıkan "İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe" kitabımı yazarken hayranlık duyduğum ve yaptıklarını hayatıma geçirmeye çabaladığım muhteşem bir önderdir Ebû Hanîfe. Onun felsefesinde ticaret, sadece para kazanma aracı değil, halka hizmet etmenin bir vasıtası idi.
Ona göre ticaret sadece para kazanmak değil, halkın ihtiyaç duyduğu şeyleri bulup ayağına getirmekten ibaret bir faaliyet olup, aynı zamanda bir ibadettir. Ebû Hanîfe'ye göre ticarette dürüstlük, emniyet ve güven esastır. Ticaret erbabı, tâcir, emin olmalı, ihtikâr, karaborsacılık yapmamalı, malları stok etmemelidir. Böyle olunca ticaret bir nevi ibadet gibi olur ve sevap kazandırır.
Ebû Hanîfe'ye göre ihtikâr yani karaborsacılık; "Şehirdeki yahut yakın yerde olup da şehre taşınacak olan malları alıp yığmak ve onları satışa sunmamaktır." Ona göre kıtlık ve bolluk dönemlerinde mal yığmanın ayrı ayrı hükümleri vardır. Gıda maddeleri ve hayvan yemleri ihtikâr yasağına girmektedir. Yani gıda maddelerinde ve hayvan yemlerinde karaborsacılık dinen caiz değildir.
Ebû Yusuf, halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi ihtikâr yasağı içinde değerlendirir ve dinen karaborsacılığı yasaklar. Ebû Hanîfe'ye göre ise, diğer maddelerde ve ithal mallarda ise eğer bir şehir çok büyük olup da civarındaki araziden bu şehre getirilen malların alınıp yığılması, bu şehirde hissedilir bir zarar meydana getirmiyorsa ihtikâr (karaborsacılık) sayılmaz.
Ebû Hanîfe ihtikârı "zarar" ile tayin eder. O "bir yerde, piyasadan mal çekip yığmak halka zarar vermiyorsa bunun bir mahsuru yoktur." der. Ama piyasadan malları çekip bir yerde yığmak piyasaya sürmemek halka zarar getiriyorsa, hele hele yığılan stoklanan mal gıda maddesiyse ihtikâr yani karaborsacılık sayılır ve bu yasaktır. Halka hizmet ve ticareti ibadete dönüştürmek yerine cebine hizmet eden, gözünü para hırsı bürümüş karaborsacılık ederek hem halkı hem devleti zor duruma düşüren ticaret erbabının vay haline!