Güven Adıgüzel: SONSUZA DEK BRUCE LEE

SONSUZA DEK BRUCE LEE
Giriş Tarihi: 18.05.2022 15:58 Son Güncelleme: 18.05.2022 15:58
Çekik gözlü bir Uzak Doğulu olarak güçlülere karşı savaşacak karşı kültüre ait bir kahramanın arandığı yılların ilacı/rol modeliydi Bruce Lee. “Batı’yı Yenen Adam”dı o ve birçok kültürün ortak kahramanı olmayı başardı.

"Neyi vardı bu adamın? Çok mu yakışıklı, çok mu iyi bir oyuncu, hayır ikisi de değil. Sadece aksiyonda muhteşem ve tamamen kendinin yaratmış olduğu, taklit edilemez bir tarzı var. İ şte onu efsane yapan buydu. O bir Asyalıydı. Bunu kabul ediyordu ve başka bir şeymiş gibi davranmadı. Ne ise o oldu. İ şte sırrı buydu, kim olduğunu biliyordu."
Takashi Miike

80'ler Türkiye'sinin sinema salonlarında hep çok özel bir yeri olan, VHS kasetlere kaydedilen bol aksiyonlu filmleri elden elde dolaşan, devam eden yıllarda özellikle 90'ların başından itibaren hanelerimizdeki renkli televizyonlara kadar taşınarak dalga dalga yayılan ve tutkulu bir fırtınaya dönüşerek anlam dünyamıza kocaman bir çizik atan çok yalnız ve çok fiyakalı bir masal kahramanının hikâyesidir bu, dünyayı fetheden bir Asyalının, 60 kiloluk ölümcül bir silahın; Bruce Lee'nin.

Siyah şeritli sarı eşofmanlarıyla tüm iyiler adına daima kötülere attığı tekme ve yumrukları, bir dönemin semt kahvelerinde halka açık gösterimlerle seyredilen filmlerini daha ölümsüz, daha mucizevî bir hale getiriyordu. Taşra akşamlarının bütün can sıkıcılığına ilaç oluyordu onun dünyaya imza atar gibi savurduğu o romantik, bitimsiz ve şiirsel estetiğiyle müsemma tekme ve yumrukları. Çocukların hayranlıkla izlediği bir Oz büyücüsüydü, gençlerin idolü, kıdemlilerin favorisi. Sokaklardaki masum çetelerin ruhuna, birlikte izlenen filmlerin ardından abinin -mutlaka- küçük kardeşe saldırmasına ve mahalle kavgalarında atılan uçan tekmelerin referansına kadar sirayet etmiş sıra dışı bir rüzgârın adıydı Bruce Lee. 1.sınıf bir dövüş sanatçısı, sinemacı, yazar, filozof, dansçı, yapımcı, aktör, sporcu, senarist, hoca, sokak çocuğu, yönetmen, boksör, film yıldızı, şair ve kanayan göğsünde hep üç çizik… Bir neslin kalbini fethetmiş kural dışı savaşçı, neredeyse kurşungeçirmez bir bedenin sahibi olduğuna inanılan, doğduğu günden beri dünyayla baş döndürücü bir hızla dans etmeyi başarmış yarı mitolojik efsanevi bir Hong-Kong'lu. Dövüş sanatlarının Elvis'i. Öteki Amerikalı.

Vatan aidiyetiyle tanışması

Çin Operası'nda oyuncu olan anne-babasının yaptıkları bir Amerikan turnesi sırasında San Francisco'daki bir hastanede dünyaya gözlerini açmıştır Lee, Çin takvimine göre Ejder Yılı'nda ve 1940'da. Ejder Yılı'nda dünyaya gelerek niyetini daha doğarken belli eden Bruce Lee'nin ilginç hayat hikâyesinin en az bilinen kısmı -32 yıllık çok kısa ama dopdolu, tutkulu ve fırtınalı hayatının ilk kırılma noktası da sayılan- Hong-Kong'lu bir yönetmen tarafından keşfedilmesiyle başlayıp 10 yıl kadar devam eden çocuk yıldızlık macerasıydı. Çocuk oyuncu olarak 20'nin üzerinde filmde rol alarak sinema kariyerine çok erken bir başlangıç yapan Bruce Lee'nin henüz 8 yaşında olduğu bu yıllar, aynı zamanda II. Dünya Savaşı'nın en ateşli zamanlarıydı. Hong-Kong'un Japon işgali altında olduğu bu kanlı dönem Bruce Lee için Hong-Kong semalarında pek de masum olmayan niyetlerle gezinen Japon uçaklarına karşı balkondan yumruğunu kaldırarak delicesine bağırdığı öfkeli bir fotoğraf karesi kadar keskindi. Japonlara karşı beslediği duygular en çok bu işgal dönemine aittir zaten.

Bruce Lee bu yıllarda yaşamış olduğu travmalar neticesinde Çinli olma duygusuyla birlikte vatan aidiyetiyle tanışmıştır. Hong-Kong'un Japon işgali sonrası İngiliz hâkimiyetine girmesiyle başlayan İngiliz-Çin rekabeti, onun okulda İngiliz çocuklarıyla kavga etmesine ve sarı ırktan olduğu için ayrımcılık görmesine yol açmıştı. Bir taraftan savaş-işgal travmasıyla geçen çocukluğu, bir taraftan Hong Kong'un en önemli çocuk yıldızı olması onu çok yormuştu. Japon ve İngilizlerin hâkimiyet saldırılarına, yani "başkaları tarafından geleceğinin belirleneceği duygusu"na hiç alışamamıştı. 12 yaşındaydı, lakabı Küçük Ejder'di, mutsuzdu ve olanlara çok öfkeliydi. Bruce Lee bu yüzden bir an önce dövüşmeyi, yumruk atmayı ve kavga etmeyi öğrenmek istiyordu. Rastlantıya bakın ki; boksör Muhammed Ali'nin de boksa başlama nedeni; 12 yaşında bir çocukken (ki birbirlerinin çağdaşı oldukları için aynı tarihlere denk gelir) bisikletinin çalınmasına öfkelenerek bir daha haksızlığa uğramamak istemesiydi. 10-12 yaşlarındaki siyahî veya çekik gözlü çocukları kızdırmamalıyız.

Rüzgârı çağıramazsın

Bruce Lee, Hong-Kong'un efsanevi Kung Fu ustası Yip Man'a kavga etmeyi öğretmesi için gittiğinde kafasında hep aynı sorular vardı aslında, ruhundan taşan bir öfkeyi dindirme çabası yani. 12 yaşında bir çocuk için oldukça anlaşılır şeyler. Ders almak için gittiği Üstad Yip Man, Bruce'u Wing Chun dalında eğitti. Hong-Kong'da bugün bile hala devam eden Wing Chun ile Choy Li Fut klanları arasındaki düşmanlığa varan rekabet o yıllarda çok daha da ateşliydi. Efsanevi çatı kavgaları, düellolar ve sokak dövüşleriyle büyüyen Bruce Lee'nin hayatı boyunca, salon müsabakalarıyla, minderlerle ringlerle ve puanlamalarla arası hiç iyi olmadı. Daha en baştan kuralsız sokak dövüşlerini benimsemişti, minderlerde, ringlerde, steril salonlarda yapılan puanlı müsabakaları hiç sahici bulmuyordu. Kavga sokakta başlayıp, sokakta biten bir şey olmalıydı ona göre, müsabaka değil dövüştü bunun adı. İdealleri sokaklardan taşmaya başladığında, Hong-Kong ona yetmediği gibi, yaralarına ilaç olmayacak kadar tehlikeli bir yerdi artık.

19 yaşındayken Hong-Kong'a veda ederek Amerika'ya gitmeye karar verdiğinde cebinde sadece 100 dolar vardı, birçok filmde oynamış bir çocuk yıldız olarak; doğduğu yere, sonrası hep kâbus olan rüyalar ülkesine, Amerika'ya gidecekti. Yönetmen Wong Kar-Wai'nin Amerika'daki Bruce Lee imgesi hakkındaki tespitleri ilgi çekicidir; "Dövüş sanatları geleneği tehlikede. Son yıllarda Çin birçok değişimle yüz yüze geldi, fakat modernleşmesi yalnızca Batılılaşmadan ibaret olmamalı. Mirasımızı canlı tutmalıyız. Dövüş sanatları her şeyden önce korumamız gereken sistemler ve felsefelerdir. Bruce Lee şöyle demişti: 'Rüzgârı çağıramazsın ama pencereyi açık bırakabilirsin her zaman.' Ben de Büyük Usta'nın dünyanın dört bir yanındaki seyirciler için açık bir pencere olmasını istiyorum. Bruce Lee, her şeyden önce bir elçiydi. Birleşik Devletler'de büyüdüğü için analiz ve işlem konusunda Batılı bir tarzı vardı. Bence bir nevi çevirmendi, Çin felsefesini Batılılar için anlaşılır hale getirdi. Sadece iyi dövüşçü olduğu için değil, dövüş konusundaki doğal yeteneğinin gerisindeki bütün o felsefeyi de keşfettiği için bir ikona dönüştü. Ben onu bir dövüşçüden çok bir felsefeci olarak görüyorum. Ayrıca karizmatikti çünkü çok da medeniydi. Hakkında okuduğunuz kitaplarda ya da söyleşilerinde Yip Man'ın etkisini görürsünüz''

Dövüş felsefesini insanlara ulaştırmak

Bruce Lee, 21 yaşında Washington Üniversitesi felsefe bölümünde eğitim almaya başladığında hem Hegel felsefesi hem de dövüş disiplinleri üstüne yaptığı çalışmalarıyla dikkatleri hemen üzerine çekmişti. Diğer öğrencilere Çin kültürü dersleri veriyordu aynı zamanda. Japon okulları amansız bir takiple peşindeydi yine. Çin kültürünü yaygınlaştırdığı için Japonlar ondan pek hoşlanmıyordu. (İkinci filmi Öfkenin Yumruğu'nda, Fist of Fury, Chen Zhen karakteriyle Japon kötü adamları ustasının öcünü almak için çok fena hırpalayarak intikamını alacaktı) 22 yaşındayken Kendini Korumanın Felsefi Sanatı (Chinese Kung Fu) adlı ilk kitabını yayımladı. Evinde dev bir kütüphanesi vardı, kitapları çok seviyor, durmadan okuyup sayfalarca not çıkarıyordu, felsefe ağırlıklı okumalarını Lao-Tsu başta olmak üzere Uzak Doğulu filozoflar üzerinden sürdürüyordu. Bu arada çeşitli yerlerde açtığı dövüş okullarıyla büyük bir ilgi uyandırmaya başlaması, içerden Çin lobilerinin de okullarına yoğun bir baskı uygulamasına yol açmıştı. Çin kültürünün bir parçası olan Kung Fu'nun başka ırktan insanlara öğretilmesi geleneksel olarak yasaktı, Lee bu yasağı çiğnemişti. Bruce Lee kafasında oluşturduğu ideallere ulaşarak, felsefesini insanlara iletmek istiyordu sadece, bu yüzden kendi felsefi bakış açısına göre yasağı anlamlı bulmuyordu. Dövüş sanatları felsefesinde derinleşmek yerine, hala bu tip yasaklarla uğraşılması çok yormuştu onu.

Bruce Lee bu dönemde oyunculuğa da adım atmış, Green Hornet isimli dizide bir şoförü oynamaya başlamıştı. Bu rol Uzak Doğu'da onun hatırına o kadar sevilmişti ki, dizi Hong-Kong televizyonunda kendi orijinal ismiyle değil, Bruce Lee'nin oynadığı yan karakterin ismiyle (Şoför Kato) gösteriliyordu. Ama işler iyiye gitmiyordu Lee için. Çin lobilerinin yoğun baskılara dayanamayarak, sıradan Amerikalılarla birlikte Hollywood yıldızlarının ve dünya şampiyonlarının bile gelip ders aldığı okullarının hepsini kapatmak zorunda kaldı. İşsiz, beş parasız olarak oğlu Brandon Lee'yi de yanına alarak Hong-Kong'a gitmeye karar verdiğinde -Şoför Kato'dan edindiği tecrübenin de etkisiyle- aklında tek bir şey vardı; dövüş felsefesini tüm insanlara ulaştıracak büyük filmler yapabilmek. Salonlarını kapatarak oğluyla birlikte yıllar sonra evine döndüğünde, daha önce çocuk bir yıldız olarak sessizce uğurlandığı Hong-Kong'da neredeyse bir Hollywood yıldızı (Şoför Kato) gibi karşılanacaktı.

Ejder'in evine dönüşü

Bruce Lee büyük ve kutsal evine döner dönmez hemen kolları sıvadı. Amacı belliydi. Hollywood'da Çinli bir yıldıza yer yoktu, öyleyse sistem dışı bir adam olarak zoru başarmalıydı. Hollywood'un kayıtsız kalamayacağı filmler çekmek istiyordu. Küçük bütçeli ilk iki filmini (The Big Boss / Patron Benim ve Fist Of Fury / Öfkenin Yumruğu) bağımsız yönetmen Raymond Chow ile çekti. İki film de beklenenin üstünde başarı elde ederek gerek dövüş koreografileri gerek de aksiyon sahneleriyle ayakta alkışlandı. Bruce Lee'nin sinema yolculuğunda bir şeyin altını kalınca çizmek gerekir; Lee, kendi ülkesinde film yaparak bir yıldız haline geldi. Bu hiç azımsanmayacak kadar önemli bir başarı. Bir azim, cesaret hikâyesi aynı zamanda… Hollywood'un sınırlarını, duvarlarını; kendi ülkesinde, kendi kültürüyle yoğrularak, kendi istediği filmleri çekerek yıkmıştır Lee.

İlk iki filminin başarısı film yıldızlığıyla birlikte Hollywood'un kapılarını da ardına kadar açar ona. Sırada efsane film; The Way of the Dragon (Ejder'in Yolu) vardır. Bu filmin çekimlerine hem senarist hem de yönetmen olarak derhal başlar. Filmdeki, Amerika'nın yetiştirdiği en iyi dövüşçü olarak bilinen dünya karate şampiyonu Chuck Norris'i hırpaladığı o meşhur sahnede, kimilerine göre Batı'nın baskısı altındaki tüm ırkları temsil ederek dövüşmüştü Bruce Lee. The Way of the Dragon (Ejder'in Yolu) ile birlikte sistemi de yenmiştir artık. Hollywood'un en önemli şirketlerinden Warner Bross'tan film teklifi almakta gecikmez zaten. Dev bütçeli bir Hollywood yapımı olan Enter The Dragon (Ejderin Üç Fedaisi) filmi kariyerinin erken dönem zirvesidir. Herkese adını, stilini ezberleteceği ve dünya çapında bir popülerlik kazanacağı bu önemli filmin vizyona girmesine 6 gün kala hala tam olarak anlaşılmayan bir rahatsızlık nedeniyle hayata gözlerini yumar Bruce Lee. Yani, efsane henüz daha başlamak üzereyken "bitmiştir."

32 yaşında sahneden çekildiğinde, geride büyük hayaller, gerçekleşmemiş idealler, somut olarak yarım kalmış iki önemli proje bırakmıştır Lee. Çekimlerine başladığı yarım kalan filmi Game Of Death (Ölüm Oyunu) bilgisayar tekniğiyle yapımcılar tarafından, dövüş felsefesinin geçtiği yolları anlattığı yine yarım kalan Durduran Yumruğun Yolu (Jeet Kune Do Tao) adlı kitabı ise karısı tarafından tamamlanmıştır. Ölümünün üzerinden neredeyse yarım asır geçmesine rağmen insanlar onu unutamadı, hala efsane, hala kalplerde, hala konuşuluyor. Lee sahneyi terk ettikten sonra birçok kopyası çıktı, sinemada ve dövüş dünyasında önemli taklitleri türedi. Jackie Chan dövüş estetiğine komedi unsurunu ekleyerek, Jet Li ise büyük prodüksiyonlarda stilinin verdiği karizmasını konuşturarak yeni "çekik gözlü dövüş yıldızı" olmayı denedi. Ama kimse onun gibi olamadı, yerini kimse alamadı. Bruce Lee, klasik bir sporcu-aktörden çok daha fazlasıydı çünkü… Bir stil ikonu olarak öne çıkarılsa da, felsefenin derinliklerinde kendini arayan genç bir bilge, kitaplarla yoğrulmuş iyi bir okur ve savaş ahlakına sahip şiirsel bir dövüşçüydü. Taklit edilemez eşsiz bir estetiğe sahipti. Biricikliği en çok buralara aitti.

Son gerçek ikon

Bruce Lee, turnuvaları hiç sevmedi, müsabakalara hep soğuk baktı. Puanlı karateyi, puanlı dövüşü anlamlı ve gerçekçi bulmadığını açıkladı. Müsabaka, salon, minder sporcusu değil, tam anlamıyla bir sokak dövüşçüsü olmayı tercih etti. Bunu da ''siz kendinizi tanımak için ya da kendiniz için dövüşmüyorsunuz, hakemler, jüri ve o aptal kurallar için dövüşüyorsunuz,'' diyerek sıklıkla eleştirdi. Kuşak, kemer, kıyafet, ödül ve madalyaları hep reddetti, şiirsel estetiği önceledi, hiç dublör kullanmadı. Derinliğin sadeliğini yakalayacağı bir arayışın peşindeydi. Ruhu Doğu-Batı kültürleri arasındaki gerilimden nasibini almıştı, bu çatışmalarla olgunlaştı. Karakuşak dergisiyle büyümüş bir nesil için, sigara içilebilen merdiven altı karate salonlarının duvarlarını süsleyen adamdı Bruce Lee. O herkesi döverdi (Muhammed Ali hariç), başka türlüsü mümkün değildi.

Bruce Lee'nin politik duyarlılıkları ilk gençlik yıllarında Çin milliyetçiliği ekseninde gelişse de, sonrasında evrensel bir boyuta taşınmıştır. Amerika'da siyahların kalbini en az Malcolm X, Muhammed Ali, Martin Luther King ve Kara Panterler Hareketi kadar kazanmış, en az onlar kadar sevilmiştir. Çekik gözlü bir Uzak Doğulu olarak güçlülere karşı savaşacak karşı kültüre ait bir kahramanın arandığı yılların ilacı/rol modeli olmuştur. Hong-Kong'da işçi sınıfının kahramanı, Batı'da öteki gençlerin idolü, Amerika'da ise siyahların, sistem dışı adamların, muhaliflerin ikonu olmuştur. Japon gençleri tarafından bile Lee'ye gizli bir hayranlık beslendiği söylenir. "Batı'yı Yenen Adam"dı o. Dünya üzerindeki birçok kültürün ortak kahramanı olmayı başardı. Amerika'nın bir türlü yenemediği çekik gözlü Vietkong'luların hepsi -her halleriyle- birer Bruce Lee'ydi mesela.

32 yıllık (1940-1973) kısacık ömrüne 5 film, iki kitap ve onlarca hatıra sığdırdı. Gerçek adı, Lee Jun Fan'dı; adının anlamı bir gün geri dönebileceği üzerinedir. Hong Kong'daki dev heykeli her an hızlı bir uçan tekme savuracakmış gibi duruyor yerinde. Seattle'daki mezarında oğlu Brandon'la birlikte yan yana uyuyor şimdi. İnsanlığa yaymak istediği felsefesinin temel yaklaşımlarından biri de su gibi olmak üzerineydi; "Zihnini boşalt. Su gibi formsuz, şekilsiz ol. Bak, su akar, yayılır, damlar ya da parçalanır. Su gibi ol dostum.''

Dünya böyle işte Bruce Lee, sen haklıydın; kimseyi tekme ve yumrukla düzeltemiyorsun.

BİZE ULAŞIN