Yaşadığımız dönem anlam vermekte zorlandığımız, içinde olduğumuz zamana ve geleceğe yönelik endişelerimizi artıran olaylara tanık oluyor. Toplum düşünürleri kimi zaman bu çağı belirsizlikler çağı, kimi zaman risk toplumu olarak tanımlıyor. Dünya siyasetinin akışındaki kaotik durum, küresel eşitsizliklerin derinleşmesi, teknolojinin hayatımızı her geçen gün daha çok etkisi altına alması, çevresel felaketler, insan doğasına dair süregiden tartışmaların aldığı biçim, toplumların hızlı küresel etkileşim ve değişimlere adapte olmadaki zorlukları ve daha birçok gelişme nasıl bir geleceğin bizi beklediğine dair endişeleri çoğaltıyor. Peki, çağımızın kaygılarına daha yakından bakınca nelerle yüzleşmemiz gerekiyor? Bu soruya verilebilecek cevaplara bir bakalım.
Tarihin sonu teziyle tanınan ve Soğuk Savaş'ın bitimini liberalizm galibiyeti olarak değerlendiren Fukuyama, 2000'lere gelindiğinde vuku bulan doğal afetler, salgınlar, terör olayları, ekonomik krizlere referansla dünyada hiçbir şeyin belirsizlik kadar net olmadığını savundu ve bu belirsizliklere dair tahminler içeren yayınlar yaptı. Yine Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı eserine modern dünya sisteminin ölümcül bir krize girmiş olduğunu ancak geçiş sürecinin belirsiz olması nedeniyle ortaya çıkacak sistemin şu ankinden daha iyi olup olmayacağını bilemeyeceğimizi, bununla birlikte geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını söyleyerek başlar. Ona göre uzun sürecek bu karanlık dönemde yerel, bölgesel ve hatta dünya çapında iç savaşlar artacak ancak çatışmaların vuku bulacağı bölgeleri kestirmek kolay olmayacak.
Son dönemlerde uluslararası ilişkiler uzmanlarından sıkça dinlediğimiz üzere dünya küresel güç dengeleri değişiyor, dünyanın süper gücü ABD güçten düşüyor, Asya'da Çin yükselen güç olarak yerleşik düzeni tehdit ediyor. Bununla birlikte dünyanın hemen her bölgesinde artış gösteren çatışmalar, soykırımlar, tehcirler ve ulus üstü kurumların, örneğin BM'nin, bunlar karşısındaki acizliği 20. yüzyıl dünya düzenine karşı güvensizlikleri artırıyor. Küresel düzenin adalet üretmedeki isteksizliği savaşların sonucu olarak zorunlu göçe maruz kalan göçmenlere yönelik duyarsız uygulamalarda ve savunmasız göçmenlere yönelen toplumsal ve siyasal tepkilerin yönetilmesindeki acizliğinde kendisini açık şekilde gösteriyor. Çatışmaların sonlanmasında ve sivillerin güvenliğine yönelik somut adımlar atılmasında isteksiz davranan küresel güçlerin silah ticareti ve coğrafya dizaynındaki iştahları ise mevcut dünya düzenine dair güvensizliği perçinliyor. Kısaca küresel siyasal arenadaki gelişmeler, belirsizliklerle malul gelecek kaygısını pekiştiriyor.
Ekonomik gelişmeler ve küresel belirsizlik
Bu belirsizlik ortamında güçlerin orantısızlığı, kontrolün kimde olduğuna dair soruları da beraberinde getiriyor. Bauman'ın dikkat çektiği gibi modern çağ boyunca düzenleyici fail olarak öne çıkan devlet, sermaye ve finansın serbest hareketinin küreselleşmesiyle güçten düştü. Küresel finans dünyasında devletlere biçilen rol büyük oranda yatırımları güvenli hale getirecek polislik görevi icra etmekten öteye gitmeyecek şekilde dizayn edildi. Böylesi bir dünya düzeninde zayıf devletlerin varlığı tam da düzenin devamının garantisi. Çünkü sermaye akışına ve küresel şirketlerin serbest hareketine engel teşkil edemeyecek denli zayıf devletler, sistemin faydasına olacak yerel polis karakolu hizmeti verir. Bu gelişmeler küreselleşmeyle derinden bağlantılıdır ve tüm olumlu imalarına rağmen aslında küreselleşme denilen şey, az sayıda kâr sağlayanın dışında kalan dünya nüfusunun büyük kısmının yeni tabakalaşma süreçlerinde hiyerarşinin alt kısımlarına hapsedilmesini sağlıyor.
Bu tenkitlere meşhur neo- Marksist Hardt ve Negri'nin Soğuk Savaş sonrası çağdaş küresel düzen üzerine 1990'ların ortalarında kaleme aldıkları İmparatorluk adlı eserdeki keskin eleştirel bakışı eklemekte fayda var. Hardt ve Negri'ye göre bu düzen tek merkezi olmayan, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan herkesi çevreleyen, tahakkümü tüm yerküreyi kaplayan, küresel piyasa ve kapitalist proje çerçevesinde belirlenen, sadece insan ilişkilerini düzenlemekle kalmayıp doğrudan insan doğası üzerinde hâkimiyet kuran yeni bir egemenlik biçimi. 21. yüzyılın ikinci yarısında etkili olan bu egemenlik altında çok-uluslu ve ulus-üstü şirketler küresel çapta etkili olurken, ulusdevletler sadece mallar, paralar ve insanların akışının kaydını tutan araçlara dönüştürülmek istenir. Bu kapitalist küresel imparatorluk düzeni yalnız devleti araçsallaştırmakla kalmaz; aynı zamanda medya, dini oluşumlar ve yardım ya da sivil çalışmalara odaklanmış küresel, bölgesel, yerel sivil toplum örgütleri (Oxfam, Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan doktorlar...) de bu "yeni dünya düzeni"nin en güçlü barış silahlarıdır. Bu tip kuruluşları ahlaki müdahale araçları olarak değerlendiren yazarlar, bunları emperyal müdahalenin cepheye sürdüğü ilk kuvvetler olarak görür ve ortamı askeri müdahaleye uygun hale getirdiklerine işaret eder.
Şirketlerin egemenlik talebi
Küresel kapitalizmin devletleri, kurumları ve bireyleri sistemin sürdürülebilirliği için araçsallaştırdığına dair bu köklü eleştiriler nasıl bir dünyada yaşadığımıza dair fikir vermesi bakımından dikkate değer görünüyor. Dahası nasıl bir geleceğe doğru ilerlediğimize dair endişeleri körüklüyor. Öte yandan bu mülahazalar, gündemde sıkça yer alan ulusalcılar ile küreselciler arasındaki itişmelere dair tartışmaları da akla getiriyor. Küresel kapitalist güç ve çıkar odaklarının menfaatleri karşısında ulusdevlet savunucuları yükselen milliyetçilikte görüldüğü gibi tepki veriyor. Artan küreselleşmeye rağmen ulus-devletin yok olacağına dair gelecek okumaları haklı çıkmadı ancak sürecin küresel kapitalizmin çıkarlarına engel olmayacak şekilde sürdürülmesi yönündeki gayretler dikkat çekici.
Toplumların işleyişini belirleyecek olan merci, kâr tasası içindeki şirketler mi olacak yoksa devletler halkları koruma ve ulusal egemenlik gerekçeleriyle şirketleri denetleyecek mi? Bu soru hala son derece önemli olmakla birlikte cevaplar içinde bulunulan pozisyona göre değişiyor. Küresel kapitalizme her yıl iman tazelenen Davos'ta Alibaba'nın kurucusu Jack Ma'nın belirttiği üzere "hükümetler, (şirketleri) nasıl düzene sokacaklarını düşünmemeli, bu 30 yıl önceydi... Gelecek 30 yılda devlet nasıl regüle edeceğini değil (şirketlere) nasıl yardımcı olacağını düşünmeli." Bu tip bir sorumluluk almayan ama özgürlük ve yetkiye talip olan tavır, az sayıdaki azınlığın refahı dışında toplumsal barışa susamış, eşitsizliklerin pençesinde kıvranan, savaşlarla acı çeken dünya toplumlarının bütünü için ne öneriyor?
Devletlerin pas geçildiği ve dünya refahı ve barışının, daha fazla kâr elde etme dışında hedef belirlemeyen şirketlere bırakıldığı bir vasatta ne kadar adil bir paylaşımdan söz edilebilir. Hem unutulmamalıdır ki, bu denklemde halka hesap vermekle yükümlü merci şirketler değil devlet mekanizmalarıdır. Her ne kadar ekonomi siyasetten bağımsızlaşmış, küresel finans ve ekonomi güçleri tarafından şekillendirilmiş olsa da ülke ekonomilerinin gidişatından şirketler ya da küresel güçler değil yerel siyaset sorumlu tutulacaktır. Pandemi sürecinde yaşananlardan gözlemlediğimiz üzere diğer riskler bağlamında da halkın muhatabı şirketler değil devletler ve hükümetlerdir.
Teknolojik gelişmeler ve küresel belirsizlik
Küresel kapitalizmin işleyiş biçimi devletler ile küresel şirketler arasındaki uzlaşma çekişme düzlemindeki ilişkileri şekillendirirken büyük halk çoğunlukları için pozitif bir gelecek vizyonu çizmek güçlü bir iyimser bakış gerektiriyor. Teknolojik gelişmeler de küreselleşme etkisiyle hayatlara daha fazla nüfuz ederken geleceğe dair pembe tablolar çizmeyi çok mümkün kılmıyor. Dijitalleşme, yapay zekâ, genetik, nanoteknoloji, biyoteknoloji gibi alanlardaki hızlı gelişmeler insan doğasına dair değişimlerin kapımızda olduğunu haber veriyor. Şimdilik hastalıkların tedavisi, daha konforlu yaşam elde etme ve sorun çözme kapasiteleriyle gündeme gelen ve böylece halkların sempatisini kazanan bu gelişmelerin insan doğasına ve yaşama dair köklü değişimlere yol açacağı bilgisi çoğunlukla gözümüzden kaçıyor/kaçırılıyor. Ancak bu çalışmalar ciddi etik soru ve tartışmaları beraberinde getiriyor.
İnsan Doğasının Geleceği başlıklı kitabında biyoteknolojik gelişmelerin insan doğasına yönelik muhtemel sonuçlarını tartışan Habermas, kitabın önsözünde ele aldığı konuyu "piyasanın arz ve talep mekanizması tarafından düzenlenen liberal bir öjenik" olarak tanımlamıştı. Bilindiği gibi öjenik, neslin ıslahını amaçlar ve çeşitli toplumlarda kullanılmıştır. En vahşi biçimini modern dönemde alan öjenik politikalar, ABD ve Avrupa ülkelerinde sistematik ırkçı, ayrımcı ve yok edici uygulamaları oluşturdu. 1926'da ABD'de Amerikan öjenik derneği kuruldu, neslin ıslahı hususunda ırkçı çalışmalar yapıldı; Alev Alatlı'nın işaret ettiği gibi buradan aldığı ilhamla Hitler, Almanya'da büyük bir öjenik katliam gerçekleştirdi.
Habermas'ın dikkat çektiği üzere insan genlerine müdahale insana dair önemli bir etik tartışmayı gerekli kılar. Daha önce eşyalara uygulanan ürün seçme bundan böyle doğacak insan yavruları için söz konusu olacağından geri döndürülemez sonuçlara gebedir. Genleri programlanmış insan, kendi iradesi dışında müdahaleye uğrayarak dünyaya geldiğinde kişisel özerkliğine dair önemli bir sorunla karşı karşıya kalır. Böyle bir durumda üretilmiş insanın kendi doğasına, sosyal çevresine ve içinde yaşadığı dünyaya yabancılaşması kuvvetle muhtemeldir.
Bilim, teknoloji ve sermaye işbirliğiyle bu tür müdahalelerin normalleştirilmesi muhtemeldir. Yaratıcı ve evrene hükmeden Tanrı anlayışına başkaldıran ve Tanrılığa oynayan üstün insan yaratma çabası bu sürecin ilerleyen safhalarında distopik bir dünyanın kapılarını tüm insanlık için açabilecek gibi görünüyor. Buna dair değerlendirmeler günümüzde önemli bir saha oluşturan transhümanizm, posthümanizm çalışmalarında ortaya konuluyor. Modifiye edilmiş, hastalıkları yenmiş, ömrü uzamış insan üretme çabasının yanında yapay zekâ ile desteklenmiş robotlarla ortak bir yaşam alanı oluşturma projeleri halihazırda büyük finansal kaynaklarla destekleniyor ve insanlığa umut olarak takdim edilen bu gelişmelerin arka fonunda kalan olumsuzluklar gözlerden uzak tutuluyor.
Küresel belirsizlik ve din
Transhümanizm, posthumanizm konularına eğilen Ahmet Dağ'ın da belirttiği gibi transhümanizme göre din geçmişte kalmış ve geleceğe engeldir. Bu yaklaşım, bilim ve teknolojiyi yüceleştiren ve aşkın Tanrı'yı yersiz bulan seküler bir projedir. Ancak bu seküler proje kendisini dinsel kavramlarla takdim etmekten geri durmamıştır. Nitekim silikon vadisinde bir mühendis olan Anthony Levandowski'nin 2017'de kurduğunu ilan ettiği Way of the Future (Geleceğin Yolu) isimli bilgisayar yazılımıyla geliştirilmiş yapay zeka tabanlı tanrısı olan dini kamuoyunda ses getirmişti. Neyse ki geçtiğimiz yıl Levandowski kurduğu dine son verdiğini ilan etti.
Küresel belirsizlikler dünyasında din ve inanç sahasında da hareketlilik gözleniyor. Bir yanda geleneksel dini bilgi kaynaklarıyla bağını koparan insan kitlelerinin manevi arayışları dikkat çekiyor ve bu kitle arasında günümüz ekonomik, teknolojik gelişmeleriyle uyumlu bir dini pazarda yer alacak seküler mistik hareketlere, pagan unsurlara eğilim artıyor. Diğer taraftansa gelişmelere dair endişe besleyen kitleler sabite arayışlarını tanıdık oldukları geleneksel kodlardan yana kullanıyor. Ancak bu arayış her zaman sahih olanın devamı şeklinde olmuyor. Köktenci ve radikal hareketlerde olduğu gibi gelenekten usule uygun değil de seçmeci bir biçimde elde edilen unsurlar tepkisel bir kalıba dökülerek modern gelişmelerin reddine dönüşebiliyor. Bu durumun sadece Müslümanlar arasındaki radikalleşme sorununa işaret ettiği sanılmasın. Böylesine bir yanılgı küresel islamofobinin yükselişine paralel olarak mercek altında tutulan Müslümanların medya ve siyaset işbirliğiyle ötekileştirilmesinin aracı olarak kullanılmakta. Oysa Amerika'daki evanjelik Hıristiyanlar arasında da Hindistan'daki Hindu ve Budist nüfusta da, köktenci Yahudiler içinde de böylesine radikal eğilimlerine sıkça rastlamak mümkün.
Gelecek kaygısı
Evet, dünyada belirsizlikler hâkim ve insanlık gelecek endişesini daha derinden hissediyor ve Wallerstein'in söylemiş olduğu gibi bu geçiş döneminin sonunda bahara çıkacağımız belli değil. Aksine ortaya çıkacak yeni duruma dair endişelenmemiz için emareler güçlü. Zira mevcut eşitsizlikler gelecekte imtiyaz sahiplerinin kendi lehlerine kullandıkları iktidar kaynaklarıyla (para, teknoloji, istihbarat gibi) daha hiyerarşik ve daha adaletsiz bir düzen inşa etmeleri önünde güçlü engellerin olmadığını gösteriyor. Tüm farklılık, eşitlik, özgürlük sloganlarının kurulmakta olan yeni düzenin taşlarını döşemeye koşulan retorikten öteye geçemediği, küresel kurumların tercihlerine ve uygulamalarına bakılarak anlaşılabilir. Bu endişe verici gelecek tasarımında dışarıda kalmak istemeyen halklarınsa daha güçlü temsil edilmeye ve haklarının daha yüksek sesle dillendirilmesine ihtiyaç olduğu kuşku götürmez. Bu nedenle yorulmadan geleceğimizi kendi elimize almamız için bu uğurda endişelenmekte haklı olan diğer halklarla işbirliğine açık olmak elzem görünüyor.