Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın Turkuvaz Kitap tarafından yayımlanan Daha Adil Bir Dünya Mümkün kitabını dünya siyaseti için bir manifesto teklifi olarak okumak gerektiğini düşünüyorum. Erdoğan gençlik kolları üyesi olarak başladığı siyasi hayatında attığı her adımda kendi halkıyla çelişmeyen, onunla doğrudan temas kurabilen bir siyasetçi oldu. Bir Erdoğan devriminden bahsedeceksek eğer bunun en önemli adımı, halk kavramını yeniden üretmesi değil, onu olduğu gibi kabul edebilmesidir Erdoğan'ın. Cumhuriyet modernleşmesi yeni bir halk üretmek istemiştir çünkü. Üretemeyince de sistemin bekçisi olan cumhuriyet elitlerine sarılmıştır. Halkın değerleri ise Cumhuriyet modernleşmesi için önceleri bir renkten ibaretken daha sonra değiştirilmesi, üzerinde oynanması gereken tehlikeli bir alan olarak görülmeye başlanmıştır.
Cumhuriyet bu misyon üzerinde bir halk üretmeye çalıştı elbette, hatta üretti de. Ama bu üretim bir yerde derin bir çelişkiyle karşılaştı. Çünkü asker her on yılda bir demokrasiye çeki düzen verme alışkanlığını elinde tutmak istiyordu. Hatta elindeki bu güçle, bir anlamda sivil siyasetin önünü tıkıyordu. Menderes ve arkadaşlarını asacak kadar gözü kara olan çeki düzen verme alışkanlığının bir yerde tıkanacağını düşünmek hepimizin en iyi niyetli yanıydı. Bunu elbette çok daha sonra 15 Temmuz akşamı görecektik. Erdoğan burada çok enteresan bir devrim gerçekleştirmiştir. Sivil siyasetin kendi kendini üretebilme yeteneği onunla artık kesintisiz devam edebilecektir. Ki Cumhuriyetin çok partili hayata geçtikten sonra yaşayabildiği en sivil dönem de onun yönetimi altındaki dönem olacaktır. Oysa gelin görün ki, çok partili hayatın ve dolayısıyla Cumhuriyet'in yılmaz koruyucuları tam da bu yüzden çok partili hayata erken geçtiğimizi söyleyen yazılar bile yazacaklardır.
Halkı yeni baştan üretmek?
Osmanlı'nın son dönemlerinde başlayan modernleşme çalışmaları cumhuriyetle devam etmiştir. Cumhuriyet, Osmanlı kurumlarıyla tüm bağlarını koparırken, garip bir şekilde kendisinden önce başlayan modernleşme hareketlerini devam ettirmek ister. En azından burada bir süreklilikten söz edilebilir. İlk modernleşme çalışması elbette Tanzimat reformlarıdır. Daha sonra ortaya çıkan anayasa ve cumhuriyetle nihayete eren inkılap çalışmaları, siyaset ve hukuk alanını düzenler. Bu sacayak laikleşme ve ulus devlet üzerine oturur. Modernleşmenin dünyadaki üçüncü ayağı olan pozitivizm ise laiklik vurgusu ile birlikte yerine oturtulmaya çalışılır bizde. Çünkü cumhuriyet öncesinde kamusal alanı düzenleyen İslam'ın etkisi, siyasi ve hukuki reformlarla sınırlandırılır. Giderek milliyetçilik üzerinden bir kimlik inşasını baz alan reform çalışmaları sadece dinin kamusal alandaki etkisini sınırlandırmakla kalmaz, aynı zamanda kültürün etki alanını da sınırlandırmak ister. Dilin ve takvimin değişmesi, giyim kuşamın şekline dair getirilen kurallar, alaturka müzik yasakları, yeni bir insan tipinin üretilmesi için yapılan çalışmalardır.
Yani Türk modernleşmesi bir kurumsallaşma çabasıdır aslında. Fakat bu kurumların kimin kurumları olduğu elbette bir tartışma konusudur. Aynı çatışma kültür sahasında da yıllarca yaşanacaktır. Cumhuriyet neredeyse sürekli kıpırdayan bir fay hattıdır artık. Ve ne yazık ki hiçbir zaman halkla bütünleşmeyi başaramaz. Mustafa Kemal Paşa'nın ölümünün ardından İnönü yönetimindeki tek parti döneminden sonra yaşadığımız süreçler, hep halka rağmen yapılan etki çalışmalarıdır. Bu durum 28 Şubat'a kadar değişmeden devam eder. 28 Şubat'ta da aslında asker bilindik bir tepkiyle, bir darbenin provasını yapacaktır. Üstelik 6-7 ay gibi kısa sürede çok başarılı olmuş bir hükümete, koalisyona karşı yapılacaktır bu hamle. Yıllar sonra ortaya çıkan rezalet ise başka türlüdür. 28 Şubat'ı hazırlayan "irtica" olaylarının neredeyse hepsinin birer kurgu olduğu ortaya çıkacaktır. Düzen yine yapacağını yapacak, siyaseti tıkamaktan başka bir işe yaramayan parlamenter sistem, çok partili sistem adı altında ardı arkası gelmez koalisyonlarla halka rahat bir nefes aldırmayacaktır. Refah Partisi kapatılır.
Necmettin Erbakan'la birlikte birçok isim siyasi yasaklıdır artık. Başkan Erdoğan da bu yasaklılar arasındadır. Üstelik okuduğu bir şiirden dolayı hapis bile yatacaktır. Sistemin medya ayağı ise, Başkan Erdoğan'ın muhtar bile olamayacağını ima edip, modernleşmenin motorunun bir şekilde harekete geçmesinden memnundur tabii ki.
Elit modernleşme ve asker
2000'lerin ilk yıllarında bu durum azar azar değişmeye başlar. Asker ve bürokrat elit modernleşmenin motoru olmaktan çıkmak istemektedir. Hatta cumhurbaşkanı olarak yaptığı en büyük icraatı kırmızı ışıkta makam aracını bekletmek olan Ahmet Necdet Sezer bile başta olan bitene karışmayacak gibidir. Yönetici elitin Türk modernleşmesinde geriye çekilmesi, toplumda reaksiyona sebep olur. Ak Parti'nin seçimle ve üstelik yüksek bir halk oyuyla iktidara gelmesi, ülkemizde halkın iradesinin uzun bir zaman sonra yeniden tecelli etmesi olarak okunabilir. Ak Parti iktidarı her dönüm noktasında halka müracaat etmiş, halktan aldığı güvenle bugün bildiğimiz büyük icraatları gerçekleştirmiştir. Üstelik bu icraatların en nihai ayağı olan Başkanlık sistemi, modernleşmenin motoru olan cumhuriyet elitlerine karşı halkın oyuyla gerçekleşmiştir.
Başkan Erdoğan, üretilmek istenen halka karşı durmuş, özgürlüklerin önünü başka liderlerden daha fazla açmıştır. Üstelik elit bir siyasetçi görüntüsü sergilemeden yapar bunu. Sistemi siyaset elitlerinden alarak asıl sahibine rücu ettirmiştir. Tam demokratikleşme yolunda Türkiye'nin bölgesinde güçlü ve kendinden emin bir ülke olması, Erdoğan'ın dünyaya duyurduğu manifesto sayesinde olmuştur. Bugüne kadar hiçbir dünya siyasetçisinin yapamadığı bir şekilde, tüm dünyanın gözleri önünde İsrail devleti ve yöneticilerinin katil olduklarını yüzlerine haykırmıştır. Dünya Müslümanlarının kendilerine olan güvenini yeniden temin etmiş, bölgesel Türk misyonunu yenilemiştir. "Dünya beşten büyüktür" manifestosu ise küresel işleyişin alışkanlıklarına ve oturmuş işleyişine bir karşı duruştur. Nasıl ki merhum Erbakan Hoca, Millî Görüşçülere ikinci Yalta Konferansı'nı işaret etmişse yıllarca, Erdoğan da, dünyadaki sömürü düzeninin değişmesi için dünyayı yöneten küresel gücün daha adil olabileceğini gündemde tutmayı başarmıştır. Suriye'de ölüme terk edilmek istenen 2 milyon mülteciye sahip çıkması, Batı'nın unutmak istediği katliamları yaptığı konuşmalarla sürekli hatırlatması, Erdoğan siyasetinin vazgeçilmez özelliklerinden birisidir.
Başkan Erdoğan'ın BM'de yaptığı konuşmalar
Erdoğan'ın Batılı ülkelere yaptığı ziyaretlerinde ve özellikle BM çatısı altında yaptığı konuşmalar da, bugüne kadar çokça tartışıldı. Dünyadaki insan hakkı ihlallerine ilk o karşı çıktı. İsrail'in nasıl zalim bir devlet olduğunu anlatmaktan çekinmedi. Yerlerinden edilmiş mültecileri kaderine terk etmek isteyen dünya devletlerine karşı mazlumların yanında yer almayı tercih etti. Unutturulmak istenen Aylan bebek resmini bile Erdoğan gündemde tuttu. Dolayısıyla ülke siyasetinde onardığı fay hatlarını dünya siyaseti çerçevesinde de onarmaya çalıştı. Gelelim Erdoğan'ın BM konusundaki önerilerine…
İlk olarak Franklin Roosevelt'in andığı "Birleşmiş Milletler" II. Dünya Savaşı sırasında kullanılmış bir tabir. Kökeni Atlantik Bildirisi'nde olan BM fikri, Fransa, Çin, Birleşik Krallık, ABD ve Rusya'nın üyelikleriyle oluşuyor. 1945'te resmi olarak kurulan örgüt, 50 ülkenin yaptığı anlaşma ile teminat altına alındı. Bu anlamda 5 daimi üyesi olan (dolayısıyla söz hakkı da onlarda) BM'de 10 geçici üye de iki yıllık süreler içinde seçiliyor. Geçici üyelerin seçiminde coğrafi dengeler gözetiliyor. Birinci amaç, gezegenin yani Dünya'nın güvenliğinin korunmasıdır. Uluslararası anlaşmazlık hallerinde arabuluculuk yapmak ve ortaya çıkan bu sorunları çözmek de görevleri arasındadır BM'nin. Üstelik BM çözüm için anlaşma koşulları da önerebilir, silahlanmayı denetleyebilir. Barışa karşı ortaya çıkması muhtemel tehlikeleri ve tehditleri araştırma hakkına sahiptir ve ayrıca izlenecek yolları da önerebilir. Yaptırım gücü vardır. Saldırganlar karşısında askeri birlikler kurarak önlemler de alabilir. Bugünkü koşullarda artık 193 üyesi bulunan örgüt, bir anlamda adalet ve güvenliği sağlamayı amaçlayan küresel bir kuruluştur. Prensipte yüksek idealler ve büyük bir ölçüyle hayata geçirilen bu maddeler ise zamanla 5 daimi üyenin dünyayı yeniden dizayn etme çalışmalarına araç olmuştur.
BM bir tarafıyla da küresel adaleti tesis etmekle görevli. Oysa Güvenlik Konseyi adaleti değil, çıkarları koruyan bir güce dönüşmekte. BM'nin Bosna, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye'de gerçekleşen zulümlere karşı etkisiz kaldığını gözlemledik geçtiğimiz süreçte. Öte yandan, uluslararası hukuk da, İsrail'in yıllardır Filistinliler üzerinde uyguladığı zulüm ve iskân politikasına karşı bir ceza getiremedi. Yani BM, bildirisinde kınadığı her şeyin birer birer gerçekleşmesini izledi ve bazılarını da kınayarak geçiştirdi. Askeri gözlem birlikleri kurmak da, o geçiştirmenin ve kendi çıkarlarına hizmet etmenin bir yoluydu. Çünkü zaten dünyadaki zulüm ortamını besleyenler de BM'de söz hakkı olan 5 ülkeden başkası değildi. Gözümüzün önünde parlak bir simülasyon, sihirli bir aldatmaca oynanıyor uzun bir zamandır. Üstelik bu yapıya göre dünya nüfusunun dörtte üçü etkisiz ve yetkisiz bırakılıyor. Savaşın efendileri bir yanda kendi çıkarları için yüz binlerce insanın ölmesine, kalanların da yerlerinden yurtlarından olmasına sebep olurken, aynı 5 ülke, BM üzerinden ortaya çıkan hali kınıyor. Dilemma tam da orada ortaya çıkıyor.
"BM'de 5 değil, 20 daimî üye olmalı"
Başkan Erdoğan bu dilemmayı ilk fark edenlerden biridir. Ve uzun zamandır yaptığı konuşmalarda da, dünyanın beşten büyük olduğunu özenle ifade eder. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Daha Adil Bir Dünya Mümkün (Birleşik Milletler İçin Bir Reform Önerisi) kitabıyla Erdoğan, yıllardır BM çatısı altında söylediği sözlerini artık bir kitap bütünlüğünde de tekrarlıyor ve üstelik reform için çığır açıcı tekliflerde bulunuyor. BM'nin ne kadar etkisiz bir örgüte dönüştüğünü son iki yıldaki pandemi şartlarında da gözlemledik. Bütün dünya için şifa olacağı düşünülen aşıların patenti bile özenle korundu, tüm dünya ile ne yazık ki paylaşılamadı ve üretici firmaların kârlarını katlamalarını sağladı. Oysa BM, güçsüz ülkelerin de pandemi için geliştirilecek bir proje ile aşılanmasını sağlayabilirdi. Olmadı.
Başkan Erdoğan Daha Adil Bir Dünya Mümkün kitabında her şeyden önce bir adalet önerisiyle karşımıza çıkıyor. Adaletin küresel güvenliği sağlayacağını ve kalkınmayı da teşvik edeceğini hatırlatıyor insanlara. Savaştan, açlıktan ve terörden kaçan insanlara Türkiye'nin nasıl ev sahipliği yaptığını rakamlarla hatırlatıyor. Üstelik bunu yaparken de, dil, din, ırk ayrımı yapmıyor Erdoğan. Bütün insanlığı kucaklayan bir fikir, bir öneri ile çıkıyor okurunun karşısında. BM'nin etkin değil, duyarsız olduğunu hatırlatarak şu sözleri sıralıyor; "Esasen bu duyarsızlık sadece günümüze mahsus değildir. 1990'lı yıllardaki Bosna Savaşı sırasında yaşanan katliamlar karşısındaki duyarsızlığı ile Ruanda katliamının engellenmesindeki yetersizliği örgütün tarihine birer utanç vesikası olarak kaydolmuştur. Bu kötü örnekleri günümüzde daha da çoğaltmak mümkündür."
Önce tespitler yapıyor Başkan Erdoğan. BM'nin köhnemiş yapısını küresel siyasetin açmazları, meşruiyet sorunu, mülteci krizi, terörizm, İslam karşıtlığı ve Müslüman düşmanlığı, kapsayıcılık ve temsil sorunu üzerinden güncel meselelerle birlikte anlatmaya çalışıyor. Okurun gözünde dünya ile ilgili önemli bir tasavvurun oluşmasına yol açıyor tespitler. Yaşananları ve onun figürlerini gören, çeşitli toplantılar ve ziyaretlerde tanıma fırsatı bulan bir liderden tespitleri okumak çok önemli bana göre. Ardından uygulanabilir teklifler üretiyor Başkan Erdoğan. Birincisi küresel ölçekte yaşanan adalet sorununun çözümü için BM'nin nihai çözüm olduğunu belirtiyor. Fakat yapının değişimi için de öneriler getiriyor. Bu anlayış çerçevesinde BM'deki daimi üye sayısının 5 yerine 20 olmasını teklif ediyor. Genel Kurul'un yetkilerinin artırılmasını, Güvenlik Konseyi'nin tek belirleyici olmamasını ve Genel Kurul'a hesap verebildiği bir yapıya kavuşturularak denge sağlanması gerektiğini ifade ediyor. Alternatif çözüm için de 5 daimi ülke yerine 20 ülkenin Genel Kurul'da seçilmesini de öneriyor.
Daha adil bir BM
Başkan Erdoğan'ın geliştirdiği manifesto her şeyden önce temsilde adaleti getirecektir. Veto imtiyazını kaldıracaktır. BM'nin çok sesli ve daha adil olmasını sağlayacaktır. Şu sözleri önemli: "Çözüm için kurulan mekanizmalar, değişim ihtiyacına cevap veremedikleri için daha ziyade sorun üretir hale gelmişlerdir." Şunlar da: "Asıl çözüm, bu insanların geldikleri yerlerdeki, kendi ülkelerindeki çatışmaların bir an önce durmasını sağlamaktır."
Daha Adil Bir Dünya Mümkün, dünyanın değişim sancıları çektiği, akışkan bir modernlikle birlikte eskisinden çok daha hızlı bir şekilde değiştiği, somut bir teklif olarak ortaya çıkıyor. Üstelik tasavvurunu güçlünün eli üzerinden değil de, haklı çoğunluğun temsil hakkı üzerinden kuruyor. Mazlum halkları gözeten, yoksul ülkelerin dünya birliği üzerinden söz hakkı elde edebileceği bir yapı, bütün insanlığın kurtuluşu için de yegâne çıkış kapısı olarak karşımızda duruyor. İnsanoğlunun sınırsız istekleri karşısında sınırlı bir dünyanın üzerinde yaşıyoruz. Tam da bu yüzden dünyamızın aç gözlü ve kaprisli ülkelerin çıkarları için bir felakete sürüklenmesine göz yumamayız: "Dünya Beşten Büyüktür."