Neden 15 Temmuz'u ciddiye almıyoruz! Sağında solunda… Gündemimizden silindi gitti. Belki de hiç ciddiye almadık. Adeta unuttuk.
"15 Temmuz'un halk tarafından ciddiye alınmaması" başlığı şu ya da bu sosyal medya sözlüğünde 15'inci sayfasına gelmişse, "belki" ve "adeta" benim kendi yüreğimi sakinleştirmek, içimdeki umut kırıntılarını canlanması beklentisiyle, akamayan gözyaşlarımla sulamaktan ibarettir.
Mert olalım, şehit-gazi sayılarımızı Google'a bakmadan söyleyecek kaç kişi var aramızda? 248'i belki hatırlayabilen çoktur; önce yuvarlak hesap 250 diye gitti, sonra iki eksildi; akılda kalır. Ama 2196'yı otomatik söyleyebilen, belki benim tanıdıklarımdan (kendileri de gazi olan) üç-dört kişidir.
15 Temmuz'un ikinci yıldönümü için İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 3D ve sanal gerçeklik teknolojilerini birleştiren bir film/ video/sunum üretmek istedi. Bir depoya devasa bir köprü maketi kuruldu. Çevresi 6 bin metrekareden fazla "bluebox" (bir tür yeşil perde tekniği) ile çevrildi.
Tanklar geldi; binlerce figüran… Hani bir dede vardı, kurulan ve düşen. O… Sonra elindeki bayrakla adeta yavaş çekim düşerek can veren bir genç vardı. O da… Köprünün kuzey şeridinden geçip gidenler… Ne olduğunu anlayıp motosikletini kenara yaslayıp bu tarafa koşanlar… Hepsi, ama hepsi bu filmde olacaktı. Oldu da nitekim.
İBB Bilgi İşlem Daire Başkanlığı, Medya A.Ş. ve Tatu Creative Studios isimli işinin ehli ve acayip sanatkâr bir grup gencin şirketi ortaya nefis ötesi bir şey çıkarttılar ancak bir noktada belediyenin bu işe ayırdığı bütçe bitti. O noktada Bahçeşehir Mütevelli Heyeti başkanı Enver Yücel imdada yetişti ve "Para mevzubahis değil; bu işi tamamlayacaksınız ve devlete armağan edeceksiniz!" dedi; edildi.
Ben Dışişleri Bakanı Sn. Mevlüt Çavuşoğlu'nun, başına takılan kocaman 3D gözlükekranının altından yanaklarına süzülen gözyaşlarını gördüm. Mevlüt beyin, gözlüğü ve bilgisayarı alıp doğruca Sayın Cumhurbaşkanı'na gittiğini biliyorum.
Filmin oradaki etkisi hakkında bazı şeyler duydum, teyide muhtaç. Ama Erdoğan, bütün büyükelçiliklere ve büyük konsolosluklara bu filmin görülebileceği bilgisayar sistemleri ve başlıklar konulmasını istedi. Sanırım hâlâ büyükelçiliklerde bu sistem, bir kiosk şeklinde duruyor.
3D video çok etkili; insana kendisini sanki olayın ortasında imiş gibi hissetme imkânı veriyor. Ancak güçlü bir bilgisayar ve kocaman bir kask-gözlük arası ekran şart… Keşke bu imkân her ilköğretim okuluna, liseye ve hatta üniversiteye verilse; film/video çoğaltılsa hepsine dağıtılsa…
15 Temmuz öykün ne?
Ben o gece, Antalya Manavgat'ta mahsur kaldım; olayı yaşamadım. Hikâyeyi Barbaros'taki evinden köprüye koşmuş olan bir arkadaşımdan, heyecanını da 15 Temmuz Gazisi Mustafa Uygun'dan dinledim. Başka gazilerle de konuştum; İbn Haldun Üniversitesi'nde anma programlarında konuşanları dinledim.
15 Temmuz benim için gece yarısı aldığım Prof. İlhan Varank'ın şehadet haberi ile kararan bir gecedir. Biraz sonra Manavgat'ta verilen salâ ile o karanlık sıyrıldı. Herkesin bir 15 Temmuz öyküsü olmalı; onu unutmamalıyız. Kendi 15 Temmuz öykümüzü anlatmanın imkânını bulmalıyız ve bunun bir şekilde kayda geçmesini sağlamalıyız. Çünkü beşerin hafızası, unutma denilen illetle sakatlanmıştır; ama arşiv asla unutmaz.
15 Temmuz'un üzerinden "henüz" diyebileceğimiz kadar kısa zaman geçti. Ama şimdiden bu konudaki kitapların, derlemelerin miktarı 200 civarında. Bende bile uzunca bir raf dolusu kitap var. "Kaçını okudun?" derseniz, cevabım utanç vericidir: Sadece Halil Berktay hocanın TRT için yaptığı derleme ile Yıldız Teknik Üniversitesi'nin İlhan Hoca için yaptığı derlemeleri okudum.
Sebep? Çünkü her şeyin sanallaştığı çağımızda kimse oturup kitap okumuyor. Bu nedenle, Tatu Creative'in "15 Temmuz Destanı" isimli 3D "virtual reality" eserini herkese göstermek gerekir diyorum. Buna imkân var mı? Yok. O hâlde 15 Temmuz vahşetiyle, kahramanlığı ile cinayeti ile şehadeti ile unutulacak mı?
Hesaplaşılmamış bir geçmişin varlığı
Geçen yıl ABD'nin başkentinde, bir takım medya mensubu ile 15 Temmuz, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ve hâlâ yakalanmamış olan darbecilerin yakalanması gibi mevzulardan söz edilen, kendiliğinden oluşmuş bir toplantıda idim. Türkiye'yi iyi tanıyan Amerikalıların da aralarında bulunduğu bu grubun darbe girişiminin "mekanizmasından" tamamen habersiz olduklarını gördük, şaşırdık.
Söz gelimi hemen hiçbiri TRT'nin TSK mensubu er, çavuş ve subaylar tarafından işgal edildiğini, radyo ve televizyonlardan darbe bildirisi okutulmuş olduğunu ya bilmiyor ya da hatırlamıyordu. Tabii, darbe başarıya ulaşmış olsa idi bu gibi ayrıntılar, söz gelimi bildirinin içeriği, bildiride nasıl bir "darbe sonrası" iç ve dış siyaset vaat edildiği gibi hususlar bugünkü gibi unutulmuş olmayacaktı. Hatta bu bildiri ile 1960, 1971 ve 1980 sonrası okutulan bildiriler, 27 Nisan 2007 E-Muhtırası metinlerini karşılaştıran, benzerlik ve farklılıklarından sonuçlar çıkartmaya çalışan araştırmalar, tezler kaleme alınacaktı.
Ama Türkiye'yi tanıdığıyla, yakın dönem Türk siyasal tarihini bildiğiyle övünen bu Amerikalılar, bildirinin içeriği şöyle dursun, varlığından bile habersizdiler; çünkü yenilgi gibi kötü şey yoktur. O lanetli gece kazanamadığın takdirde, senin yerin zindan, yazdığın şeyin yeri ise tarihin çöplüğüdür.
Başka bir şey daha var ki içeride- dışarıda 15 Temmuz'un bir anda değilse bile bu kadar kısa zamanda—tabirimi hoş görün— unutulmasına (en azından kanıksanmasına) sebep de bence odur, yaraların bu kadar kısa zamanda sarılması ve verilen zararın bu kadar kısa zamanda telafi edilmesidir. Daha açık ifade edelim: Hesaplaşılmamış bir geçmişin varlığıdır.
Dışarıya izah edilmeliydi
Yaralar çabucak sarılmasa, zarar süratle ortadan kaldırılmasa mıydı? Hayır! Elbette, darbe gibi bizim aşağı yukarı 2010-11'de artık olmayacağına inandığımız, 2012-13 gibi darbeleri, onların hukukunu "binlerce yıla yaymış olduğuna" (ve olacağına) inandığımız "vesayet rejiminin" ortadan kaktığına güvendiğimiz dikkate alınırsa, elbette 15 Temmuz darbe girişimi ile çok kolay başa çıkılacaktı. Çünkü böyle bir darbeyi başarıya ulaştıracak olan TSK artık yoktu. Silahlı kuvvetlerimiz çoktan sivil iradenin emrine girmişti.
FETÖ'nün "paralel devlet" yapısından geriye ne kaldı ise onunla giriştiği darbe harekâtı nasıl vesayetin yerini alan sivil iradenin sahibi, gerçek halk tarafından fiilen durduruldu ise, izleri de aynı şekilde süratle izale edilecek, açtığı yara aynı hızla sarılacaktı. Bu sebeple, "Yaralar çabucak sarılmasa, zarar süratle ortadan kaldırılmasa idi" demek, abesle iştigal etmek olur. Ama sürat, en azından dışarıya izah edilmeliydi; edilmelidir.
Bu izah başarıyla yapılsaydı FETÖ'nün ABD'de bulunan merkez elemanlarını suçluların iadesi anlaşması çerçevesinde ülkeye getirip, yargı önüne çıkartmak mümkün olur muydu? Hiç sanmıyorum. Ama bu, darbecilerin kamu kurumlarından, eğitim müesseselerinden ve TSK bünyesinden hızla ayıklanmasının, dışarıda (ve hatta içeride) bazı kişilerin hatta kurumları temsil eden grupların, bu temizlikte bir tür intikam, bir tür önceden planlanmış kasıt kanısı uyandırmasını önlerdi. Sözünü ettiğim toplantı- sohbet arası görüşmede, Türkiye'de ABD adına büyükelçilik, konsolosluk yapmış olan bazı kişilerin "Peki, o zaman…" ön sözüyle sorduğu soruların hepsine olmasa bile hayati olanlarının önüne geçerdi.
Devlet içinde devlet vardı
"Peki, o zaman siz bunları tanıyor muydunuz?" Tabii tanıyorduk. Askeriyemize, polisimize sızmışlardı. "Peki, o zaman siz bunları neden önlememiştiniz?" Önlenemezdi çünkü sızmayı yönetenler de onlardandı. Çünkü paralel yapı, son 3 yılda, 5 yılda, 15 yılda kurulmamıştı. 40 yıldır yerli yerine oturtulmuştu. Devlet içinde devlet vardı ve devletin yeni yönetici tabakası, yeni sivil iradenin işbaşına getirdiği sivil otorite, bu derin devletin farkına varalı çok olmamıştı.
Nöroşirürji diğer bir deyişle beyin ve sinir hastalıkları uzmanları der ki; beyindeki tümör, kafatasına bitişik ise, kolayca kazır çıkartırsın; beyin içinde yumurta gibi duruyor olsa bile beyin dokusunu kesip kendine yol açıp, tümöre ulaşmak çok tehlikeli ve çok zordur. Hele tümör beyin dokusu içine dal-budak salmış ise sonuç hiçbir zaman hiçbir şeyi garanti edemez. Çünkü beyni kestiğiniz her bıçak darbesi, incecik çizgideki kim bilir kaç milyon sinapsları (synapses) yani bilgileri, kişilik öğelerini, anıları bağlı olduğu hücreden kesip ayıracak yani yok edecektir?
30 yıl 40 yıl önce girilmiş hileli sınavlarla generalliğe, albaylığa, emniyet müdürlüğüne, valiliğe, kaymakamlığa yükselmiş insanlara; 30 yıl 40 yıl önce alınmış hileli kredilerle, ihalelerle holding sahipliklerine, altın madenlerine, bankalara, sanayi ve ticaret odası başkanlıklarına gelmiş insanlara nasıl operasyon yapacaktınız?
Siyasette, yönetimde, maliyede, askeriyede, büyükelçiliklerde bu ameliyatları bünyeye zarar vermeden hangi beyin cerrahları ile yapacaktınız? Gitmekte olan bir otomobili, uçmakta olan bir uçağı çarptırmadan, düşürmeden onarmak için nasıl bir sinir cerrahı bulabilirdiniz.
Büyük "nöroşirurji operasyonu"
15 Temmuz ertesi bu büyük nöroşirurji operasyonu için gereken travma mevcuttu. Ne kadar devletin derinlerine saklansa da artık tümör yapabileceği en büyük zararı yapmış, otomobili yoldan çıkartmış, uçağı düşürmüştü. O zaman yapacak şey, neşteri eline alıp, beyni ikiye ayırıp, içindeki tümörü ayıklamaktı; zaten hemen hepsinin rengi, dokusu, hatta adı ve soyadı dahi biliniyordu. Bilinmeyenler de aradan dört yıl geçmesine rağmen hâlâ tek tek ortaya çıkartılıyor.
Ama bunu yaparken, 15 Temmuz'da, darbeyi iki eliyle tankı durdurduğu gibi durduran insanların heyecanı, özverisi ve kahramanlığını unutmamak gerekir ki, daha sonraki büyük operasyonun sürati ve başarısının nereden geldiği unutulmasın.
Daha basit ifadesiyle, darbeyi kanıksamamak gerekir. "Birileri darbeye teşebbüs etti. Onlar bunu hep yaparlar; 1908'de 1913'te, 1960'ta, 71'de, 80'de, 28 Şubat 1997'de hep yaptılar. Biz daha önce boynumuzu büker otururduk. Bu kez oturmadık ve darbeyi durdurduk. Hepsi bu!" dersek, derseniz, daha sonraki (ve hâlâ süren) temizliği açıklamak, hakkı göstermek zorlaşır. Hatta zaman geçtikte bu zorluk imkânsızlık hâlini alır. Birileri buna "tiyatro" der; hatta birisi çıkar "Tümör yoktu ki" diye size kafa tutar.
En iyisi kanıksamamak; yarayı kapatsak bile arada bir dönüp izine bakarak, yaranın nasıl olduğunu hatırlamak.