Yaşadığımız yer Anadolu'nun bozkırında çoğunlukla neşeli, yerli sakinlerin ve tayinle gelmiş memurların rahat ve huzurlu yaşadığı bir ilçeydi. Babam 1983 yazında emekli olmuş ve bir kitapevi açmıştı. Ben kitapevinde babama yardım ediyor ve onun misafirleriyle yaptığı sohbetlere tanık oluyordum. İlkokula başlayacağım için çantamı, defterlerimi ve kalemlerimi çoktan seçmeye başlamıştım.
Tarık bizim devrenin en zeki çocuğuydu. Hüsamettin amcanın sınıfına kaydolmuştu. Babası veznedar Ahmet amca 78 kuşağından geliyordu. Ancak 12 Eylül'ün kara bulutları herkes gibi onu da sessizliğe bürümüştü. Dönemin sol kalemlerinin yazdığı Milliyet'i memurların yaygın olarak kullandığı siyah çantasında taşırdı.
İlkokul yılları hem şifahî hem de kitabî beslendiğim bir dönemdi. Hikâye kitapları ve gazetelerin ilgimi çeken yazılarını okuduğum günlerde Tarık da babası Ahmet amca ile bizim en sadık müşterilerimizdendi. Tarık'la ben bizim kitap raflarına meraklıydık. Birlikte taburede otururken 2-3 formalık kitapları çerez niyetine okuyup raftaki yerine koyuyorduk.
Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ilkokul yıllarımızda devirdiğimiz yazarlardan sadece birkaçıydı. Bir yaz mevsimi Hüsamettin amcanın tuttuğu otobüsle Sivas merkezde birkaç tane imtihana gittik. İmtihan, test kitapçığı bizim için ciddi şeyler değildi. Asıl olan büyükler gibi üniversiteye gidebilmekti. O yıllarda ilkokuldan sonra şehir merkezlerindeki Anadolu ve Fen Liselerine giriliyordu. Ancak 1987 Temmuzunda Tarık, Erzurum Fen Lisesi'ni kazanmıştı. Yani ortaokul ve liseyi orada okuyacaktı.
Bu ayrılık fikri pek hoşuma gitmemişti. Çocukluk hâli ile ağlamıştım. Ancak Ahmet amca için zor bir durumdu. Tek maaşla Erzurum'da ödeyeceği ev kirasını düşünüyor bir yandan da diğer çocukları olan Pınar ve Hande'nin de Erzurum gibi büyük bir şehirde daha iyi imkânlara sahip olacağına inanıyordu. Eylül başında Erzurum'a buruk yolcu ettiğimiz Ahmet amca ve ailesi hepimizi düşündürmüştü. Acaba nasıl geçinecekti üç çocukla.
Anadolu çocuğu Tarık'a açılan kapılar
Aradan uzun yıllar geçti. Tarık ve Ahmet amca hiç gelmedi bizim kasabaya. Aynı hatıraları ve hikâyeleri dinleyip hemen hemen aynı kitapları okuyan iki insanın kaderi nerede kesişirdi bilinmez. Ancak benim ortaokul ve lise yıllarım aralıksız aynı atmosferde sürüyordu.
1994 yazında Erzurum'dan gelen bir haber hepimizi sevindirmişti. Çocukluğumuzun futbol takımından biri babasıyla Erzurum'a gitmiş ve Ahmet amcayı ziyaret etmişti. Aldığımız haberlerden Tarık'ın okulda çok başarılı olduğunu ve üniversite sınavından sonra tek tercih yaparak kimya öğretmenliği okuyacağını öğrenmiştik. Gelen malumatlarda Tarık'ın Fethullah Gülen'e bağlı dershanede burslu okuduğu, bu sayede ablasının ve kardeşinin de bu imkândan yararlandığını öğrenmiştik.
12 Eylül'ün yükselen hareketi "cemaat" diye adlandırdığımız bu hareketin sakalsız, kravatlı, kumaş pantolonlu ve öteki dinî yapılardan mesafeli duruşu lise yıllarında dikkatimi çekmişti. Akyazılı Vakfı'nın faaliyetleri ve "cemaat"in 12 Eylül sonrası yükselişi yalnızca (Cumhuriyet Gazetesi yazarı) Hikmet Çetinkaya'nın yazılarında okuduğum şeylerdi ancak bu hareketin siyasetten uzak durarak eğitime odaklanması sebebiyle medyanın hedefinde olmayışı dikkatimi çekiyordu.
1994-1995'te bizim Türk basını Refah Partisi'nin yükselişini ve ardından Ankara-İstanbul belediyelerinin Refah Partisi'ne geçmesini kabullenememişti. Dönemin basınında gür sesli gazeteleri kurulacak koalisyonda en çok oyu alan Refah Partisi'nin kenarda bırakılması için anlı şanlı köşe yazarları başlıklar atıyordu.
1995 sonbaharında İstanbul'daydım. İstanbul Üniversitesi'nin meşhur kapısından içeri girerken kulağımın arkasında 68 kuşağının sloganları ve 16 Mart hadisesinin acı veren sesleri çınlıyordu. Bahçeden içeri girip etrafı dolaşırken İstanbul'a yeni gelen öğrencilere yurt ve kalacak ev vaadiyle dolaşan adeta birer keskin nişancı olmuş avcıları gördüm. Bunlar belli ki okulun gediklileriydi. Küçük masa ve standlarda ise çeşitli yurtların el ilanını gelip geçenlere tutuşturanlar vardı.
Öğrenci ve aileyi avlama taktiği
Yurt günlerimde odalar arası tanışmalar ve kantin sohbetlerinde Tarık'tan haber aldım. Tesadüf bu ya Erzurum'da cemaatin dershanesine gitmiş Hüseyin, bizim Tarık'ı yakından tanıyordu. Cemaatin ısrarına rağmen sınavdan sonra ellerinden kurtulup devlet yurduna gelen Hüseyin'den epeyce malumat almıştım. Tarık hiç istemediği hâlde kimya öğretmenliği bölümünü yazmak zorunda kalmış. Aileye yapılan burs ve benzeri maddi yardımlar, babasının çaresizliği zor yıllarda ailenin elini kolunu bağlamış. O günlerde Çemberlitaş'ta İLESAM lokalinde aydınlar ve gazeteciler derin sohbetlere dalıyordu.
Bizim kuşak için bulunmaz bir fırsattı. Sadece çay, kahve nargile içilen bu mekân gündüz vakti kitap okuyabildiğimiz sessiz bir kütüphaneydi adeta. Akşamüstleri ise gazeteciler, yazarlar, üniversite camiası bu mekânda öbekler hâlinde oturur halka sohbetleri yapardı. Fethi amcanın çayı, Nusret ağabeyin tebessümü, Mümin ağabeyin hâl hatır soran bakışları kimi zaman Hilmi amcanın sofrasında birleşiyordu. Babamın kitapevini aratmıyordu bu mekân. Her fraksiyondan gelen hür fikirler saatlerce çarpışıyor her akşam devlet yıkılıyor yeniden kuruluyordu.
1996 yılının son günleriydi. İLESAM lokaline yürürken karşımda Tarık'ı gördüm. Sekiz yıllık ayrılıktan sonra tekrar karşımdaydı. O zeki, parlak gözlerinde yorgunluk ve bitkinlik dikkatimi çekmişti. Neler yaşadığını anlatmasını istedim. Tek tek ve titizlikle yaşadıklarını anlattı. Erzurum günlerini anlatırken pişmanlıklar, huzursuzluklar ve öfkenin birbirine karıştığı bir fotoğraf portresini andırıyordu sureti.
Cemaatin henüz Erzurum'a gittikleri ilk hafta kendisine ve ailesine nazikçe yaklaşarak kendilerini avladıklarını anlatırken gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
1987 yılında Erzurum'a çocuğunu okutmak için tayin isteyen Ahmet amcaya şehrin en güzel semtinde çok uygun fiyata kiralık bir ev temin edebilen bir organizasyondan bahsediyordu Tarık. Beni hayretler içinde bırakan bu hikâyede cemaatin aileye dönük malumatları nereden ve nasıl elde ettiği dikkat çekiciydi.
Ahmet amcanın sosyal demokrat bir geçmişinin olması cemaatin gözünden kaçmamış ve nabza göre şerbet vermişlerdi. İlk üç yıl boyunca Tarık'a özel bir program yapılmış ve yakışıklı, temiz kıyafetli ağabeyler halı saha maçlarına götürmüşlerdi. Her maçtan sonra lokanta ve pastanelere lüks araçlarla götürülen dar gelirli bir ailenin çocuğuna rol-model olan bu ağabeyler ülke çapında sınav derecesi yapmış başarılı üniversite öğrencileriydi.
"Hizmet"e bedel ödeme vakti
Liseye başladığında ise okulun en parlak talebesiydi Tarık. Onu Türkiye derecesine hazırlayan ağabeyler aileye ait kariyer planlamasını da ihmal etmiyorlardı. Annesiyle ve babasıyla ilgilenen "cemaat"in "abi"leri Tarık'ın ve ablasının geleceğine dair bazı fısıltılara başlamışlardı. Her karne ve deneme sınavını bahane ederek aileye hediyeler veriliyor, kaplıca tatili ve yemek davetleri yapılıyordu. Tarık'a hiç kullanmayacağı lüks deri çanta veriliyor ancak bu hediyenin babası tarafından kullanılacağı biliniyordu. Tarık sayesinde çalıştığı kamu kurumunda iltifat gören Ahmet amca, yıllardır çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle aslında hak etmiş olmasına rağmen müdür yardımcılığı görevine terfi etmesi cemaatin gücü olarak algılanmıştı.
Anlattığı bir anekdot ise belki de en ilgi çekici olandı: Lise son sınıftayken Tarık ve arkadaşı İsmail, Atatürk Üniversitesi'nin kampusuna gezmeye giderler. Kampüste üniversitelilerin oturduğu kafelerde oturup bir de sigara yakarlar. İki gün sonra Tarık'ın belletmeni gayet sert bir üslupla Tarık'ı sıkıştırır. Çünkü elinde Tarık'ın kampüste sigara içerken çekilmiş bir fotoğrafı vardır. 1994 yılında dijital fotoğraf makinelerinin olmadığı bir tarihte cemaatin bir öğrenciyi fotoğraflayıp bunu tabettirdiğini düşündüğünüzde karşınızdaki yapının sizi korkutmaması imkânsızdı.
Cemaatin bir öğrenci için bu denli plan/kurgu içinde hareket kabiliyeti olması beni şaşırtıyordu ve hayretler içinde dinliyordum Tarık'ı. Cemaatin aileye yaptığı telkinler tercih döneminde baskıya dönüşmüştü ve Tarık Marmara Üniversitesi Kimya Öğretmenliği bölümüne Türkiye derecesi yaparak girmişti. Ailece İstanbul'a taşınma vakti gelmişti. Ablası önceki yıl kazanamamıştı ama aynı sene o da Marmara Üniversitesi İşletme bölümüne girmişti. Aile İstanbul'da mütevazı bir semtte küçük bir ev kiralamıştı ancak çocuklar cemaatin evlerinde kalmak zorundaydı. Çünkü cemaat onları okutmuştu ve şimdi hizmet ederek bedelini ödemek zorundaydılar.
Robot hayatına isyan
Koşuyolu'nda lüks bir sitede kalıyordu Tarık. Evde beş kişi vardı. Ev imamı olan Murat 3'üncü sınıf öğrencisiydi. Haftalık görev planını yapıyor ve yemek, bulaşık, ev temizliği gibi vazifeleri dağıtıyordu. Bu yapıya kendileri "hizmet" adını veriyorlardı. Evde her akşam Burç FM radyosundan Fethullah Gülen'in vaazını dinlemek, kitaplarını okumak zorundaydılar. Dershaneye giden ve "hizmet"e alıştırılacak gençler getiriliyor onlara özel yemekler yapılıyordu. "Ev imamı" "semt imamı"na bağlıydı ve onun belirttiği market ve kasaplardan ücretsiz gıda ürünlerini getiriyordu. Evlere alıştırılacak gençlerin geleceği günlerde bol etli "maklube" adı verilen yemek yapılıyordu.
"Semt imamı" üniversite öğrencilerinin ilgisini çeken walkman, kulaklık, bilgisayar gibi teknolojik cihazları da temin edebiliyordu. Her evde masaüstü bilgisayar ve yazıcı temin ediliyor ödevler bu bilgisayarda sırayla yapılıyordu. Evlerde bazı öğrencilerden para alınmıyor üstelik burs veriliyordu. Evler genellikle cemaat mensubu bölge mütevellisi denilen esnaflara aitti. Cemaat bu esnafı akredite ediyor böylece para aynı çevrede dolaşıyordu. Bu robot hayatının kendisi için katlanılamaz olduğunu ifade eden Tarık, ertesi yıl cemaatten uzaklaşmak ve kendi hayatına yön vermek için yeniden üniversite sınavına başvurmuştu. Ablasıyla her görüşmesinde paylaştıkları, onları cemaatten daha da uzaklaştırıyordu. Ablası bir gün fakültedeki hocası Ali Bayramoğlu'nun köşe yazdığı Yeni Yüzyıl gazetesini satın alıp eve gitmişti. Ev ablası gazeteyi yırtarak okumasına izin vermemişti. Derste dinlediği hocasının evde köşe yazısını okuyamayan Pınar hayatını prangaya vuran bu yapıya karşı çaresiz ve sessiz kalmıştı.
Yarı tanrı-sahte peygamber miti
1996 yılında Tarık kendisine sunulan bütün imkânları elinin tersiyle iterek özgürlüğü seçmiş ve ablası Pınar'la aynı gün cemaatin evinden kapıyı vurarak kaçmışlardı. İki kardeş hem çalışıp hem de fakültelerine giderek aile bütçesine katkıda bulunuyorlardı. Onlar henüz gençliklerinin en güzel yıllarında büyük bir darbe almışlar ve cemaat tarafından vefasızlıkla suçlanmışlardı. Aldıkları bu darbeyi uzun yıllar boyunca unutmaya çalıştılar.
Tarık'la artık sık sık görüşüyor ve hikâyenin geri kalan parçalarını dinliyordum. Kamplar, geziler, kendisini rüyasında gören belletmenler, Gülen'in bizzat kendisi gibi başarılı öğrencilere yolladığı takdir, tebrik mesajları. Her şeyi gören, herkesi bizzat takip edip düşünen bir yarı tanrısahte peygamber miti. Hepsi bir organizasyonun genç bir dimağı değer vererek yücelten, misyon yükleyen ve ailesinden koparmaya çalışan psikolojik telkin yöntemleriydi.
Neticede Tarık hayatta başarılı oldu. Fakültesini bitirdikten sonra uluslararası ticarete yöneldi ve ithalat sektöründe çalıştı. Yetinmedi hukuk fakültesini de bitirdi. Uluslararası ticaret hukukunda uzmanlaştı. Ablası Pınar ise özel sektörde üst düzey yönetici oldu.
1996 yılının aralık ayında dinlediğim ve bütün teferruatıyla hafızama kazınan bu hikâye, "cemaat" adı verilen Fethullah Gülen hareketinin organizasyon yapısı itibariyle uzun soluklu bir örgütlenme modeli ve esas hedefinin devleti ele geçirmek olduğunu ortaya koyuyordu. Ülkemin istikbali parlak bir gencini ele geçirmek için her türlü hazırlığı yapan bu hareketin asıl amacını o gün anlamış ve Tarık'a teşekkür etmiştim. O günden sonra gözlemlerim Tarık'ın anlattıklarını daima haklı çıkardı.
Aydınların "cemaat" ile imtihanı
28 Şubat post-modern darbesine giden süreçte askerlerin verdiği balans ayarına cemaatin de dâhil olması ve Erbakan'a karşı atılan manşetler dikkatimi çekiyordu. Fethullah Gülen'in 12 Eylül'ün kudretli paşasından kurtulması ve hareketini büyük bir süratle büyütüp ülke çapında örgütlenmesi beni biraz daha araştırmaya itmişti. Yaşar Tunagür'ün meclis zabıtlarına geçmiş organizasyon becerisi ve Gülen'in İzmir merkezli hareketi İstanbul'a taşıması ardından da ABD'ye gidiş süreci kuşun elden kaçtığını artık başka adreslere mektup taşıyacağını gösteriyordu.
2000'li yıllarda öğrencilerimden dinlediğim anekdotlar ise cemaatin dışarıya sempatik ve diyalog temelli bir vizyon çizmesine rağmen içerde daha şedit, özgüvenli, güç temelli bir anlayışla yapıyı diri tuttuğunu gösteriyordu. Ailelerin gözünde başarının ve derece yapmanın yüceltildiği bir dönemde "cemaat" dar gelirli ailelerin kurtuluş yolu olarak öne çıkarılıyordu.
Türkiye aydınlarının bu hikâyenin arka planını önyargısız sosyokültürel boyutuyla irdelememesi enteresandı. Ülkenin anlı şanlı gazetecileri ve liberal aydınları cemaatin bu sempatik yüzünün arkasında yer alan organizasyon, haber alma ve güç denklemini merak etmiyorlardı. Cemaat evlerinde tek tip insan yetiştirilmesi, ezoterik anlatılar ve rüyalarla gençlerin ailelerinden koparılıp sisteme adanmış birer robot hâline dönüştürülmesi sıradanlaşmıştı.
Türkiye solu için ise topyekûn bütün muhafazakâr- dinî yapılar zararlıydı ve laikliğe aykırı bu hareketler derdest edilmeliydi. 90'lı yıllardaki siyasi cinayetler ve aydınların katledilmesi dinîmuhafazakâr kitleleri iyice sıkıştırmıştı. Bu muhafazakâr-dindar çevrelere Fethullah Gülen'i, ülkedeki diğer dinî yapılara göre daha cazip ve tehlikesiz kılan bir zemin hazırlanmış, doğal mecrasında yaşayan yerel dinîtasavvufi hareketler medyanın algılarıyla horlanmış ve uluslararası desteği olan Gülen hareketi öne çıkarılmıştı.
Cemaatten terör örgütüne
Artık Gülen, Pensilvanya eyaletindeki çiftliğinde yetiştirdiği 40 özel mollayla meşguldü ancak açtığı kolejlerle ABD'nin varlık gösteremeyeceği kıtalarda Türk bayrağının gölgesinde büyük bir robot fabrikası kurmuştu. ABD için Gülen Movement (Gülen Hareketi), Türkiye'nin "softpower" (yumuşak güç) argümanlarını göstere göstere çalıyor ve mezun ettiği robotlarla var olduğu ülkelerde iktidar dönüşümlerine zemin hazırlıyordu.
15 Temmuz hain kalkışmasına giden süreçte kandırılmış, aldatılmış ve esir alınmış insanların çocuklukları, dershane yılları Tarık'ın anlattıklarıyla zihnimde pekişiyordu. Sahte rüyalar, düzmece planlar ve şantajlarla masum insanları birer canavara dönüştüren bir terör örgütüydü karşımızdaki. Öyle ki her darbeyi hazırlayan terör eylemleri ve cinayetler, 15 Temmuz 2016 tarihindeki hain kalkışmadan aylar önce de yaşanmış ve bu terör olayları, devlete sızmış, robotlaştırılmış örgüt mensuplarının desteğiyle gerçekleşmişti.
Tarık kendi hayatını esarete çeviren bu yapıdan kurtulmayı başaranlardan biriydi. Ancak örgütün ülkeyi tamamen yönettiğine, her şeye gücü olduğuna inanan ve örgütün birer tetikçisi olmayı tercih edenler 15 Temmuz kalkışmasında vatan sevgisinin ve gerçek imanın sahte telkinlerden, rüyalardan daha kuvvetli olduğunu, hâlâ bu topraklarda akl-ı selimin hâkim olduğunu gördüler. Elbette farklı örgütler, sahte yüzler farklı darbe şekilleri ile yine karşımıza çıkacaklar. Ancak 20 sene sonrasını şimdiden gören gözler bu topraklarda daima var olacak.
Bunun için Tarıklar hep uyanık olsun…