Mustafa Akar: Kesin bu mültecilerin suyunu!

Kesin bu mültecilerin suyunu!
Giriş Tarihi: 20.9.2019 13:34 Son Güncelleme: 23.9.2019 11:29
Geçen yüzyılda bir şair şöyle demişti: “İnsan için yürünebilir yollar tükenmişse o insan artık kaybolmuş demektir.” Sevgili şair, 21’inci yüzyılda işin rengi çok değişti. İnsanın kendini bulması, tükettiği yollar nispetince değerli olur hâle geldi. Yolumuzu bulmak için kaybolmamız gerekli artık.

Meşhur bir zombi dizisi olan Z Nation'da enteresan bir sahne var. Türün diğer dizilerinden alışık olduğumuz üzere dünyayı korkunç bir virüs sarmış, ölen insanlar zombi olarak dirilmiş ve birbirlerini yemeye başlamışlar. Tabii ki virüs önce Amerika'da yayılmış. İnsanların umutlarını besleyen, rüyalarını süsleyen zengin kıta, müthiş bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bayrak düştüğü yerden kalkacak, virüs ilk yayıldığı yerde kurutulacaktır.

Bilim adamları da bu salgın karşısında bir aşı geliştirme peşindedirler. Dizi tam da buradan başlar. Laboratuvarda virüse ve zombilerin ısırıklarına duyarlı bir antikor geliştirilerek, üç insana zerk edilir. Sadece biri hayatta kalır ve laboratuvar zombiler tarafından basılır. Herkes ölürken, antikoru vücudunda taşıyan kişi hayatta kalır. Bir Amerikan askeri de vücudunda antikor taşıyan kişiyi laboratuvardan kaçırarak birlikte yola çıkarlar. Yol boyunca zombi kıyametinden hayatta kalanlar, aralarındaki insanlığın umudu olan antikorlu kişiyi Los Angeles'taki daha büyük bir araştırma merkezine ulaştırmak için kıyasıya bir mücadele verirler. Antikorlu kişi ise akli melekeleri yerinde kalarak yavaş yavaş zombiye dönüşmektedir. İşin alegorisi de budur. Yolculuk boyunca insanlar sadece zombilerle uğraşmaz, hayatta kalmak için insanları öldürmeye kalkan diğer insanlarla da savaşırlar.

Kıyamet sonrası bir dünyadır bu. Yalnızca güçlü olanlar hayatta kalabilir. Hiçbir otorite yoktur; ne devlet adamları, ne de asker. İnsanlık uçsuz bucaksız Amerika çöllerinde kendi başına bırakılmıştır. Amerika denen parıldayan hayal(!), zombilerin kahverengi bulutunun altında çökmektedir. Modern dünyanın sonudur burası, Tanrılı dünyanın da sonudur. Ve alışık olduğumuz üzere bir grup idealist Amerikalı bu defa dünyayı değil, Amerika'yı kurtarır zombi cehenneminden. Zaten Amerika kurtulunca, dünyanın geriye kalan diğer kara parçalarına da lüzum yoktur ne de olsa.

Felaket senaryolarıyla kuşatıldık

Zombi ve distopya dizileri ile filmleri bütün dünyayı sarmaya başladığında, hem Lacivert'te hem de başka yayın organlarında yazdığım yazılarda, bu senaryoların ortaya attığı fikrin tehlikesinden bahsetmiş ve şöyle demiştim: "Ne oldu da müreffeh Amerika durup dururken böyle distopya dizileri çekmeye başladı?" Tahmin edebileceğiniz gibi distopik metinlerin dünyamızı sarması yeni değil. Ne zaman insanlık savaşlarla karşı karşıya kalsa, yazarlar da birtakım tepkiler verirler. Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra yazılanlar, Kafka'nın metinleri, Bulgakov, Zamyatin, hatta Platonov gibi yazarlar, baskı ve savaş karşısında üretilen edebi metne en büyük örnekleri teşkil eder. Misal, Naziler tarafından zorla propaganda metinleri ve resimleri çizdirilen Bruno Schulz yazdığı bütün metinlerde geçmişi sarı bir toz tabakası altında anlatmayı tercih eder. Çünkü insanlığın küçük kıyameti Naziler eliyle koparılmıştır ona göre.

İnsanlığın büyük kıyameti gelmeden, yazarlar, senaristler ve yapımcılar garip öngörülerde bulunmaya başladılar artık. Kapımızı çalacak türlü türlü felaket senaryosuyla kuşatıldık. Tam da Irak işgali sonrasında –tabii ki gerçekle payı olmasına rağmen- iklim senaryoları türetildi, dünya üzerinde her zaman depremler olmasına rağmen, daha da büyüğü özlendi (Fetöcülerin beklenen İstanbul depremini haberleştirirken, nasıl da askerî müdahale vurgusu yaptıklarını hatırlayın). 11 Eylül saldırıları, Arap Baharı, Afganistan, Suriye derken… Trump aşırı söylemleriyle Teksas köylüsünü sevindirecek distopik gelecek vaatlerini sıralamaya başladı.

Türkiye'de de başka türlü bir senaryo işletiliyordu ama taktik hep aynı oldu. Özellikle Başkan Erdoğan üzerinden geliştirilen "diktatör" söylemi, Suriyelilerin "aşımızı, ekmeğimizi çaldığı" iddiası, elektrik, su faturalarından alınan paralarla Suriyelilere "bakıldığı!" haberleri… Yüksek siyasi söylem her zaman kendini küçük hikâyelerle anlatmayı sever. Türkiye'deki Beyazlar öyledir. Söylemlerindeki "halk" vurgusu genelde "iyi eğitim almış, Avrupa görmüş" beyaz yakalı halktır.

Bu halkın, özellikle Y-Z kuşağı diye tarif ve taltif edilen kesiminin bir tipolojisini çizelim, sonra zombi dizimize geri dönüp, neden mültecilerin suyunu kesmemiz gerektiğini anlatalım.

Beyaz yakalı, Z kuşağı tipolojisi

Siyasi görüşünü sorarsak, kendini Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı biri olarak tarif eder. Bunda ne kötülük var diyeceksiniz. Tamam da, "o ilke ve inkılapları sırala, günümüz dünyası için buradan çözümler devşirelim" dediğinizde mavi ekran verirler genelde. Bir de hiç tanımadıkları Atatürk'ün Hatay'ı kurtarma planları, Sadabat Paktı meselesi falan hiç onları açmaz. Hele Atatürk'ün "ataşe militer"ken (askeri ataşe) Sofya'da katıldığı baloda Yeniçeri kıyafeti giymesi… Aman aman, sakın Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin malum balolarından birine katılıp, Gazi Paşa gibi Yeniçeri kıyafeti giymeyin, linç edecek gibi bakarlar sonra size.

Hayata olan bağlılıkları yüksek Batılı değerlere erişmek katsayısı üzerinden biçilmiştir. Nietzsche, Hölderlin, Sartre gibi adamları değil de Alan de Botton gibi üçüncü sınıf yazarları okurlar ve genelde İtalyan Yeni Gerçekçi sinema akımına tav olurlar. Londra, Paris, Berlin üçgeninde seküler, Danimarka'da beatnik, Roma'da şaşkın, Venedik'te âşık olurlar. Genelde kaderleri İzmir'e dönüp gevreğe talim etmektir.

Reklamcı, orta sınıf yönetici falan olurlar. Akşamları Nevizade, Asmalı; Kadıköy, Bostancı… Fanatikleri de Beşiktaşlı. Muhakkak her millî bayramda duyar kasarlar. Oruç, gereksiz aç kalmak; Kurban, hayvan katliamıdır onlar için. Ama bizim kaldırımlarımız da çok tozlu deyip, Heidelberg'in Naziler eliyle tertemiz edilmiş sokaklarında yaşama hayali kurarlar. Londra'nın arka sokaklarını, Paris'i yakan düşünceyi, Batı'nın aşırı sağlaşma ile imtihanını…

Hepsini toptan geçiniz, böyle meseleler onları ırgalamaz bile, sonuçta onlar yaz ortası çıkacakları dünya gezisinin ellerinden alınmaması üzerine kurulu bir dünya tasavvuru içinde yaşarlar. Evlerinin bir köşesinde muhakkak küçük bir bar bulunur. Şarabın yanında hangi peynirin tüketileceği konusunda uzmanlaşırlar. Babaları kesin kes eski bir sol parti üyesi ya da sempatizanıdır.

Bunları şundan sıralıyorum. 31 Mart seçimleri bazı gerçekleri çok net görmemizi sağladı. Bu ülkede çağdaş Batılı değerlere inanıp siyaset yaptığını söyleyen, sürekli kardeşlikten, birlikten beraberlikten bahsedenler iş başına geçtiklerinde önce mültecilere verilen yardımı kesmeye başladılar. İyi Parti Fatih Belediye Başkan Adayı'nı hatırlayın. Mültecilerin açtığı işyerlerinin önünde çekim yaparak buraları kapatacağını söyledi, Bolu Belediye Başkanı nam şahıs da, ilk iş olarak Suriyeli mültecilere verilen yardımı kesti. Sorduğunuzda "Önce bizim fakirlerimiz yardım almalı!"

Bundan beter olanı da, aynı belediye başkanının tweet'inin altına yazılanlar. Felaket. İşte yukarıda iki paragrafta anlattığım tipolojinin hayal dünyası. Güce, öfkeye, benmerkezciliğe dönük, aslında korkak ve hep endişeli çocuklar.
Yukarıda anlattığım zombi dizisinde esaslı bir sahne var. Kanında antikor taşıyan adam bir zombi istilasının ortasında kendi arkadaşlarını kurtarmak için bir binada sıkışıp kalmış zenci anne ile kızın suyunu ve yemeğini alıp kaçıyor. Bu hepimize bir şeyler çağrıştırıyor sanırım. Hayatta kalan, diğerleriyle karşılaştığında yaptığı hareket eleştirildiğinde de "gücü" öne alan bir savunma yapıyor hiç çekinmeden.

Derin nostalji ağının ihaneti

Hepimiz derin bir nostalji ağının ihaneti altındayız tam da bu yüzden. Ağzını açıp her yerin betonlaştığını, Kaz Dağları'ndaki altın arama operasyonu yüzünden ormanlarımızın yok olduğunu söyleyen insanlar, yaz tatillerinde kaldıkları otellerin hangi koylar katledilerek yapıldığını söylemekten acizler. Nostalji duygusu burada herkesin yardımına yetişiyor. Her biri çikolata ambalajı gibi birbirine benzeyen "edebiyat dergileri"ndeki bitmez tükenmez Yeşilçam nostaljisine ne demeli! Türkiye'nin bugününden rahatsız olanlar Yeşilçam filmlerinin çekildiği günlerin çok daha mutlu, o dönem insanlarının da çok daha masum olduğunu söyleyip duruyorlar.

Nostalji böyledir. Sığınılacak mutlu bir liman vadeder insana. Fikirde, sanatta her zaman rahatlatıcı bir yanı vardır. Yeşilçam filmlerindeki "mutlu" zamanlar çoğunluk darbe günleridir. O filmlerdeki "siyasetsiz Türkiye" bile bile devlet eliyle desteklenmiştir. Herkesin mutlu olduğu o filmler çekilirken Türkiye'nin atlattığı vartaların hiçbirini hatırlamayız. Seksenlerdeki erotik film furyası da ne hikmetse 80 İhtilali'nden sonraya denk gelir. Bugün de öyle. Instagram kullanıcılarının hepsi mutlu, hiçbirinin paylaştığı fotoğrafta acı ya da hüzün yok. Herkes tatilde, herkes mutlu…

Nostaljik hisler taşımanın, o hisleri abartmanın başka bir yanı daha var elbette. Yirmi birinci yüzyıl bir hikâyeler çağı, bu hikâyelerin başkahramanı ise tam olarak biziz. İnsanların beş dakikalığına bile olsa meşhur olacağını söyleyen o moda kâhininin söylediği söz yerini buldu. Sosyal medya eliyle, izlediğimiz diziler, okuduğumuz kitaplar eliyle her birimiz kendimizi başkahraman ilan ettik.

Geçenlerde garip bir sosyal medya paylaşımına denk geldim. Paylaşımı yapan kişi evliliğini noktalamış. Üstelik anladığımız kadarıyla kendi suçu, hatası ya da ahlaki problemi yüzünden gerçekleşmiş bu acı sonuç. Yine de izlediğim kişi en küçük bir pişmanlık ibaresi bile taşımıyor, yüzündeki mağrur ifadeyi abarttıkça abartıyor. Takipçilerine güçlü olduğunun altını çiziyor ve yeni bir hayata başlamanın ilk evresinde olduğunu ilan ediyor.

Ne yalan söyleyeyim; hatasını itiraf edemeyen, işlediği günahlardan tövbe edemeyen ve sürekli kendi ahlaki üstünlüğünü vurgulayan bu insan tipinden çok korkuyorum. Çünkü siyasetten iş hayatına, oradan kültür dünyasına kadar bu insanlarla kuşatılmış haldeyiz. Kendi hikâyesinin başkahramanı olmak için başka insanların acılarına tahammül edemeyen "üstün insan" bu. Olgularla ya da fikirlerle değil, imajlarla ve iddialarla düşünüyor.

Dinî değerleri spiritüalizmin çerçevesine sıkıştırmaktan kaçınmıyor. Kendine göre bir Mevlana, bir İbn Arabi icat ediyor. Her şeyden tehlikelisi sürekli kendi "ben"ini icat ediyor; acı çekerken, mutlu olurken, üzülürken, sevinirken aynı mağrur ifadeyi takınıyor. Tarihi kendi için, geleceği kendi için seçiyor, ayıklıyor. Çok kitap okuduğunu, çok film izlediğini sanıyor. Alkol tüketmenin özgürlük, sürekli dekolteli giyinmenin moda olduğunu sanıyor. Hepimizden öç almak istiyor. Kendi intiharını bile filme çekiyor.

Geçen yüzyılda bir şair şöyle demişti: "İnsan için yürünebilir yollar tükenmişse o insan artık kaybolmuş demektir." Bu sözü ilk okuduğumda etkilenmiş, sık sık tekrarlar olmuştum. Sevgili şair, 21'inci yüzyılda işin rengi çok değişti. İnsanın kendini bulması, tükettiği yollar nispetince değerli olur hâle geldi. Yolumuzu bulmak için kaybolmamız gerekli artık.

BİZE ULAŞIN