Carl Jung, huzuru aradığı yolculuklarından birinde, bir Kızılderili reisiyle oturur. Kabile reisi Dağ Gölü, ona beyaz adamların deli olduğuna artık iyiden iyiye kanaat getirdiğini söyler. "Niye" diye sorar psikoloğumuz. "Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar" diye cevap verir bilge reis. "Herhalde", der Jung, "Ya siz neyle düşünüyorsunuz?" Reis Dağ Gölü, kalbini işaret eder; "Biz burada düşünüyoruz."
Kalbin kendisine ait bir aklı var mı? Kadim öğretiler, fiziksel kalbin ötesine geçen farklı bir organdan söz ederler: Duyarlı, algılayabilen, insanın ruhuna ışık verebilen bir organ. Sufilikte ve Hıristiyan mistisizminde, kalbin taşıdığı değeri ifade eden sayısız anekdot, şiir ve hikâye vardır. Eski Mısırlılar mumyalama işlemi sırasında tüm organları (bu arada beyni de) çıkarırken, kalbi yerinde bırakırlarmış. Zira kalp, onlara göre ruhun, aklın ve duygunun tahtıdır. Son yıllarda yapılan çalışmalar kalbin düşündüğümüzden daha akıllı olduğunu gösteriyor. Kalp beyinden sinyal alıyor evet, ama kendisi de vagus siniri yoluyla beyne bilgi gönderiyor. Beyne gönderdiği sinyallerle beynin entelektüel işlevleri yerine getiren bölümünü uyarabiliyor veya tamamen devre dışı bırakabiliyor. Kalp kendi hormonlarını üretip vücuda bırakıyor, beyinden binlerce kat daha güçlü bir manyetik alan yayıyor. Kalbin üzerinde yer alan 40 bin sinir hücresi, tıpkı beyin gibi yapılanıyor. Kalbin beyni, kendi dopaminini salgılayabiliyor. Bu sinirsel iletici, davranışlarımız üzerinde kuvvetli etkileri olan bir bileşik.
Niyetim malumatfuruşluk yapmak değil. Bir zaman İstanbul'da mesleki bir kongrede konuşan yabancı bir bilim adamı şöyle bir cümle sarf etmişti: "Ahlak beyne programlıdır ama içkindir. Ahlakilik beynin normal işleyişinin asli parçalarından birisidir." İlaç tedavileriyle ilgili son gelişmelerin tartışıldığı bir kongrede felsefi çağrışımları davet eden böylesi bir söz duymak, doğrusu hoşuma gitmişti. Ancak bir ekleme yapmamız gerek: Ahlak gibi merhamet ve empati de beyne yazılıdır. Beyne ve kalbe… Yeterince çaba harcayan birisi için merhamet, mizacının asli bir unsuru olabilir.
Geçmişin bilgeleri kalbin ancak dikkat ve niyet etmekle dönüşebileceğini söylüyorlardı. Kalbimizle görebilir, kalbimizle düşünebilir, kalbimizle hüküm verebilir ve nihayet, onunla yaşayabilirdik. Beynin yakın zamanlarda keşfedilen bir özelliği nöroplastik olma durumu. Yani, zihinsel eğitim yoluyla yapısını değiştirebilmesi. Yoğun öğrenme ve uzun zihinsel mesai, beynin gri alanlarını yeniden düzenleyebiliyor. 20 yıl boyunca günde sekiz saat masa tenisi oynamış olan bir insanın beyni, oynamamış insanlardan farklı oluyor. Taptuk Emre, Yunus'u eğitmek için ona 10 yıl boyunca dergâha düz odun getirmek, eğri odun taşımamak gibi bir görev vermişti. Aşk ve merhamet, yoğun bir zihin mesaisiyle, emekle, gayretle kazanılabilir. Kalbinin üzerindeki kiri pası söküp atmakla, kalbe dönüp onun şarkılarını söylemekle.
Kalbin gözyaşı
Kalbin gözyaşlarıyladır ki, bilmenin sevmek olduğunu fark ederiz. Bilmek iktidar kurmak değildir. Bilmek bilinmek istenene teslimiyetle mümkündür; arzu edilen ötekiyle aradaki mesafeyi kaldırarak, tahakküm ve denetime izin vermeyen bir yakınlık tesis ederek. Böyle hem bilir hem de biliniriz. Bu bilme ve olma hâli aklın kurgusuyla alakalı değildir. Bu bilme sanatçının, aşığın, dervişin, şairin, çocuğun ve hatta kimileyin "deli"nin su içtiği çeşmedir.
Kalp kırmaktan söz ederiz; kalp ağrısından, gönül yarasından. Duygularımız için kalp esaslı bir metafordur. Kalbin bilimi ilerledikçe, metafor hakikate dönüşebilir. İş, merhamet ve diğerkâmlığı kalbe nakış nakış işleyebilmekte. Yunus'umuzun dediği gibi :
"Yunus Emre der hoca,
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir."
Günün birinde Avrupalı bir dilenci Blida'da bir Arap kahvesine girmiş. Oradaki Müslümanlardan biri ona para vermiş. Arkadaşı; "Allah'ın bu sadakayı dikkate alacağını düşünüyor musun?" diye sormuş. Sadakayı veren cevaplamış: "Fakir bir adamın görüntüsünün altında kimin gizlenmiş olabileceğini asla bilemezsin."
"Tüccarların derin uykuya daldığı saatlerde gece hırsızları ortaya çıkar" demişti pirimiz Mevlana. Sadece gecenin karanlık sessizliğinde bilirim: Sevdiklerim bir bir ölecek ve bağlandığım her şey, açtığında solmaya yüz tutan bir gül gibi, bir bir solup kaybolacak. Yalnızlığın o derin anında sadece benim olan o eşref saatinde anlarım: Aşk, başarı veya zafer, ötelerden çağrılmamı engellemiyor. Gün, geceden kalan son gölgeleri ışığıyla yutarken acıyla fark ederim: Evden hâlâ uzaktayım. "Göklerin yeryüzünün yaratılışında, gece ve gündüzün art arda gelişinde akıl sahipleri için işaretler vardır" diyor Kuran. "Dileyin, size verilecektir; arayın bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır" diyor İncil. Hayat geçip gitmekte olana bir ses verme çabası. Bir su damlasının avcumuzdan kayıp gitmesi gibi kaybolup giderken hayat, âna şahitlik etmek. Güzelliğe şahitlik etmek… Döşeğimizde ölürken hatırlayacağımız, belki bir köy pınarından kana kana içtiğimiz bir suyun ferahlığı olacak, belki bir kuşun sabah saatlerine yakın, bir şey anlatmak istiyormuşçasına ısrarla şakıması. Belki de kâinatın güzelliğini görmek için buradayız.
Belki de dünyaya ses vermek için buradayız. Bu dünyadayız çünkü ona bir ses vermek istiyoruz, ona tanıklık etmek, onu temaşa etmek ve onun adına konuşmak istiyoruz.
Kalbin bilgeliği hatırlamaktır
Yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakan Blaise Pascal, onun sınırsız uzayı ile ürpermişti. "Kalbin, aklın hiç bilemeyeceği sebepleri vardır" diyen bu dâhinin o devasa boşluk karşısında hissettiği endişe, modern bir durum. Göklerin sustuğu ve boşaldığı, karanlık, soğuk ve ıssız bir hâle geldiği, meleklerin insanlara görünmediği yeni bir çağ. Müzikli kozmostan boş ve sınırsız evrene geçiş…
Sadece gökler değil, kalbin kendisi de boşalır; yani sevme yeteneğini yitirir. Kalbin bilgeliği hatırlamaktır. Kaybedileni, unutulanı, görmezden gelineni hatırlamak… Oysa günümüzde meleklerle bağ kuramayan bir akıl, kalbi susturuyor. Ve insan ıstırabı nasıl hissedeceğini ve başkalarının ıstırabı hakkında ne hissedeceğini bilemediği bir uyuşma hâlinde. Kurtuluş, kalbe teslimiyette...
Belki de insan hayatı bir ödevdir: Sizi dünyaya hizmet etmeye çağıran bir kadere cevap vermektir hayatın ödevi. Ruh bildiğinden daha fazlasıyla beslenmek ister, ulaşabildiğinden daha yücesi ile huzur bulmayı arzular.
Belki de insan bir yetimdir. Kaybettiği kutsalın açlığıyla kıvranan bir yetim… Istıraba ve ölüme karşı uyuşmuş, acıyı ve ölümü hayattan kovmak isteyen, kutsalın günlük hayatta eksikliğine çoktan alışmış olan insan, sadece canını çok acıtan bir ölümle, en çok sevdiklerinin ölümüyle anlar, bir uçurumun kenarı sıra yürüdüğünü. Ancak bir "uçurum anı" ile silkinir ve kaybettiğimizin yasını tutmaya başlarız.
Som akıl insana kılavuzluk edemez. Böler, ayırır, çözümler. Bütünü göremez, yapısı gereği böler ve ayrıştırır. Oysa William Chittick'in ifadeleriyle, "İyi ve güzel, mit olmadan algılanamaz ve mitik düşünme aklın sınırlarının ötesindedir." Akıl tek başına iyinin ve kötünün ilkelerini sağlamaz. Akıl kendisinden yola çıkarak anlam sunamaz.
Kalbin olma ve bilme biçimlerine teslimiyetle insana ve tabiata merhamet etmeyi öğreneceğiz. "Git ve önce sev" diyor bilge şair Cami; "Sonra gel ve sana yolu göstereyim." Başka bir akil adam; "Şiir bize daha iyi nefes aldırır" demişti. Nefes hayattır, nefes ruhtur. Nefes alıp vermek dünya ile bir alışverişe girmektir. Belki de nefes almak, nefes vermek için buradayız.