Esasen biz anamızın veya babamızın çocuğu değiliz. Biz doğrudan zamanımızın çocuğuyuz çünkü anamız babamız bizi kültürümüzün, daha genel ifade ile medeniyetimizin çocuğu olarak yetiştirmediler; kendi zamanlarının kendilerine kazandırdığına göre yetiştirdiler.
Mesela acele etmeyi öğrettiler çünkü 1960'ların, 1970'lerin çocuğu olan ana-babalarımız (yani sizin ana babalarınız ey okuyucu; benim değil! Benimkiler, 1930'ların, 40'ların çocuğu idi) içine doğdukları zamanın çocuğu olarak bir tür "çarpık modernleşme" ve "yanlış Batılılaşma" devrinin kurallarına göre büyütülmüşlerdi ve bize de o devrin değerlerini aşıladılar. Böylece biz (ve bir ölçüde siz) temel değerlerden mahrum, ölçüsüzlükler içinde perişan bir zamanın değerleriyle büyüdük.
Bir usta kalem, tasavvufta zamanın insanın içinde bulunduğu hâl olarak tanımlandığını hatırlatıyor, suçlunun zaman değil, "zamanı hoyratça tüketenler" olduğunu yazıyordu. (Prof. Dr. Kadir Özköse, İbnü'l-vakt ya da Ebu'lvakt Olabilmek, Somuncu Baba Dergisi, Şubat, 2006) Değerli bilim insanı, zamanın "izzetli" bir şey olduğunu, onu ziyan edenin, bedelini zaman olarak değil ama başka değerler açısından ödemek zorunda kalacağını hatırlatıyordu. Bu yazıyı elimden geldiğince çevirip, ABD'de "Time Management" seminerinde okutmuştum. Bırakın günün beşdilimini dikkatli ve verimli kullanmayı(!) biz babalarımızdan-analarımızdan veya ilkokul, ortaokul öğretmenlerimizden bir ders yılı mevsimini, kullanılması gerektiği gibi kullanmayı öğrenebildik mi? ("Ben öğrenmiştim" diyenlere cevabım: İstisnalar kaideyi bozmazlar!)
Ben zamanın çocuğu olmamızı, içinde bulunduğumuz hâl ile isimlendirilmemizden farklı ele alıyorum. Basit bir gerçekten söz ediyorum: zamana uygun yetiştirilmekten…
Hocanın sözünden, bizim kendisine göre biçimlendirildiğimiz zamanı bizim gibi bozuk ürünler verir hâle getirenin bizatihi zamanın kendisi olmadığını anlıyoruz. Amenna. Zamanı böyle bozuk ürünler verir hâle getiren de biziz; biz değilsek bile ya anamız-babamız ya da onların anası babası!
Zamanın hâkimleri ve mahkûmları
O analar-babalar ki, aralarında bulunan Namık Kemal'den, Ziya Gökalp'e, dedemizin dedeleri -Necip Fazıl'ın deyimi ile Batı süprüntülerinin şuursuz çöplük toplayıcıları- tarafından getirilen "Batı değeri" her ne ise onun üstüne bir medeniyet tesis ettiğini sanan bir tek parti diktatoryası biçimlendirmişlerdi. İdeologları devşirme (Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge) veya ödünç (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Kadro Hareketi'nin attığı temeller üzerinde, "İslam dinini asrîleştirme komisyonu" tarafından iğdiş edilen medeniyetimizin "camilere ayakkabı ve şapka ile girerek ve sıralar üzerine oturarak enstrümantal müzikle" huşuya gelmesini beklediği (ama bir türlü gelemeyen) dedelerimiz, anne ve babalarımızı yetiştirirken nasıl bir başarıya ulaşmışlardı ki anne ve babalarımız bizim üzerimizde başarıya ulaşabilirlerdi?
Yani evet, elbette suç zamanın değil; onu bize taşıyanlarındı. Şimdi de biz onu evlatlarımıza ve torunlarımıza taşıyoruz. Nasıl? Mesela, bir hafta sonu karıcığımız mutfaktan kurtulsun diye, ev ahalisini kırlık bir yere kahvaltıya götürüyoruz ve masaya oturur oturmaz yaptığımız ilk iş, telefonlara gömülmek oluyor. Karşılıklı, karı-koca. Herkes kendi telefonuna... Bu arada üç yaşındaki yavrumuz ağlayıp bizi meşgul etmesin diye onun eline de Tom ve Jerry'nin videosunun oynadığı bir tablet tutuşturuyoruz. Ohh... Şu zamanın güzelliğine ve sessizliğine bak! Bu zamanın evladı olan o üç yaşındaki zavallı nasıl bir ürün olarak tezahür edecek üniversiteye gittiği zaman? "Aman yahu, birader, amma uzattın meseleyi. Şurada bir pazar kahvaltısı edeceğiz; burnumuzdan getirdin! Bu zamanda herkes telefonuna bakıyor. Bu zamanda her çocuğun tableti var."
Kızma kardeşim! Ben de bunu söylüyorum işte. Herkes zamanının çocuğu! Bu zamanda böyle...
Tasavvuf ehli; beceriksiz bireyin, zamanın değişmesi ile değiştiğine dikkat etmiş ve bunlara, "zamanın çocuğu" (ibnü'l-vakt) demiş, geçmiş. Onlara göre insan eğer zamanı tarafından biçimlendirilmez de zamanını biçimlendirecek kadar olgun ve yetkin olabilirse, ona zamanının babası (ebu'l-vakt) demişler. Birinci grup, zamanla birlikte moda olan renge giriyor; ikinci grup ise zamana kendi rengini veriyor. Sufîler birinci grubun bulunduğu duruma "telvin" (renkten renge girme) ikinci grubun durumuna ise "temkin" (renksizlik) makamı demişler. Birinci grubu mahkûm, ikinci grubu ise hâkim saymışlar.
Şimdi bu zamanda bu kadar ince analize gerek var mı? "Bu zamanda" mı dedim? Eh işte bakın, insan aleyhine yazarken bile zamanın rengini dile getirmiyor mu?
"Aleyhine yazmak" mı dedim? Zamanın aleyhine olmak mümkün mü?
Her ne kadar Ahmet Hamdi Tanpınar, "Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında" diyorsa da zamanın büsbütün karşısında olmak, bölünmüş yolda saatte 150 km hızla giden 16 tekerlekli bir tır kamyonunun önünde, yolun ortasında bir gece vakti siyah elbiselerle keman çalmak gibi bir şey olsa gerek. Zaman, size çarpar ama çarptığını ne zaman hisseder ne de biz.
"Şu an" yaşadıklarımızın bir öyküsü
Şimdi zaman sizi nasıl biçimlemiş, bir de buna bakalım. Yani, zamanın çocuğuyuz, tamam... Ama büyüdükten sonra zamanın kölesi mi olmuşuz, efendisi mi?
Bunun için basit bir test yapacağız. Adına "açıklama stili" denen şeyin sizde nasıl işlediğini bulacağız ki zamana karşı tutum ve tavrınızı belirleyelim.
Ama önce açıklama stili hakkında birkaç kelime… Bildiğiniz üzere, yeni bir psikoloji türü var: Pozitif psikoloji. Aslında yeni filan değil. Seligman ve Buchanan isimli iki öncünün bu konudaki kitapları 1995'te çıkmıştı ama yenilerde pozitif psikoloji yeniden rağbet görmeye başladı.
Zaman bizim için, kişisel düzeyde, başımıza gelenler değil midir? Zaman, pratik olarak ifade edersek, nasıl geçtiğinin öyküsü değil midir? Öykü demeyin de "söylem" deyin, "nasıl geçtiği" demeyin de "onthological-epistemological praxis" deyin… Benim veya sizin için zaman "şu an" yaşadıklarımızın bir öyküsünden ibaret. Bu "anların" hikâyesini nasıl anlattığınız da sizin zamana karşı (yani zaman konusundaki) tavrınızı belirliyor. Başka bir ifade ile sizin genel "praxis" öykünüzün niteliği, sizin zamanın efendisi mi, kölesi mi olduğunuzu ortaya koyuyor.
İnsanın hayatın ona yolladığı toplara vuruş şekli, hemen hemen daima onun bu olayı nasıl hikâye ettiğine, nasıl açıkladığına bağlı. Diyelim ki, acil bir toplantı için bir firmanın genel merkezine gittiniz. Toplantıya az zaman var; geç kalma bir seçenek değil ve görünürde otopark yeri yok! Bir yere sıkıştırıyorsunuz otomobilinizi ve koşuyorsunuz içeri… Bir saat sonra çıkıyorsunuz; birtakım insanlar arabanızın başına birikmiş ve kapınızdaki korkunç izi inceliyorlar. Arabanın kapısı içeri çökmüş; sadece çökmemiş, bıçakla kesilmiş gibi boydan boya kesilmiş!
Şu açıklama "açıklama tarzları" arasında hangisi sizin daha sonra bu olayı hikâye ederken kurduğunuz cümlelere benziyor:
A. Böyle şeyler daima beni bulur birader! Ne talihsiz insanım…
B. Acele ile dikkat etmedim galiba, kötü yere park ettim. Neyse ki kasko sigortam çok iyi; bu tamiri tamamen karşılar.
Birincisi, 9 kelimeye koca bir dramı sığdırmayı başaran, zamanın esiri, kötümser bir kişiliği yansıtıyor. Ömür boyu (perpetual), değişmeyecek bir tarzda (permanent) ve kişisel (personal) bir kötümserlik beklentisi… Buna "Üç P kötümserliği" deniyor İngilizcesinden hareketle. Bu kişi muhtemelen ana-babasından öğrenmiştir dünyayı böyle açıklamayı: "Bu kötü şeyler sadece benim başıma gelir; benim başıma hep kötü şeyler gelir. Bu hayatım boyunca devam edecek. Benim başıma asla iyi bir şey gelmez, gelemez; bu kötü kader beni ömrüm boyunca ve her yerde takip edecek…"
Zamanın esiri ya da efendisi
Bir kere, böyle bir kader yok dünyada. Felaketler var tabii. İnsanların başına geliyor felaketler. Siz de insansınız; sizin de başınıza gelebilir. Ama bu bir kere olur, iki kere olur. Felaket sadece sizin başınıza gelmiyor ki! Yani hayat, akıp giden zamanın düzeneği içinde bir yerde bir "akıllı zekâ" sistemi var ve bu sistem kötü şeylerin hep sizin başınıza gelmesi için sürekli komplolar düzenlemiyor. Bu açıklama tarzında, kendinizle ilgili hiçbir şey yok ayrıca. Yani "Ben şunu şöyle yanlış yaptım; bunun sonucu başıma şu istenmeyen olay geldi" demiyorsunuz. Yani akıp giden zaman, boş boş geçiyor. Siz veya ben, yani A şıkkını tercih eden her kimse, hatalarımızdan ders almıyoruz; çünkü hatalarımızı görmüyoruz. Kabahati hep başkasına buluyoruz. Başta zaman! Her kötülük, her felaket zamanın eseridir!
Sonuç: Biz zamanın esiriyiz; efendisi değil!
Hani bir sözümüz vardır: Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Biraz irdeleyelim bu sözü. Konumuzla yakından ilgili çünkü. Yani duyması lazım… Normal olarak insanın ağzından çıkanı elbette kulağı da duyar. Ağzımızdan çıkan her lafı beynimiz biçimlendirdiğine göre, aslında kendi lafımızı duymadan da biliriz. Bilmemiz lazım. Ağzımızdan çıkan laf eğer bir beynin (yani aklın) süzgecinden geçmişe benzemiyorsa, karşımızdaki kişi muhtemelen hayret içinde bize soruyor: Ya tamam, düşünmeden konuşuyorsun ama hiç olmazsa ağzından çıktıktan sonra bir duy kendi sözlerini!
Bu çok önemli, çünkü beynimiz kendi ağzımızdan çıkanı da, başkasının ağzından çıkanı da duyuyor ve değerlendiriyor. "Birine kırk kere deli dersen, deli olurmuş" hesabı, beynimiz kendi ağzından çıkanı da dünyanın bir gerçeği olarak algılıyor ve önemsiyor. Yani bir bakıma kendi kendimizin etkisi kalıyoruz. Beynimiz birine "Böyle şeyler daima beni bulur birader! Ne talihsizim ben." dediğinizi duyuyor veee buna inanıyor. Bir kere, iki kere neyse... Ama siz bu bakış açısını kendi yaşamsal gerçeğiniz hâline getirirseniz, Yunus'un belirlediği bir "ben" var ya sizde sizden içeri; işte o ben size inanmaya başlıyor. Ve belki de önceleri sırf laf olsun diye veya başkasından (örneğin kendi anamızdan, kendi babamızdan) duyduğumuz için papağan gibi tekrar ettiğimiz bu söylem, bir süre sonra sizin ontolojik gerçeğiniz hâline geliyor.
Ne acı! "Öğrenilmiş çaresizlik" dedikleri bu olsa gerek.
Sonra dönüyoruz zamanı suçluyoruz: Kahrolası felek!
Oysa Fuat Sezgin hocanın ne güzel söylediği gibi, "Zaman yeri asla doldurulamayacak bir nimettir ve kendi değerini bilmeyenden feci şekilde intikam alır."
Nasıl? Nankörü kendine esir ederek!