Apple'ın 1984'ün Ocak ayındaki Superbowl etkinliği sırasında başlattığı efsanevi bilgisayarı Mcintosh'un tanıtım kampanyası ürünün kendisi kadar çığır açıcıydı. Kampanyanın reklam filminde George Orwell'in otoriter/ totaliter yönetim ve sistemlerle özdeşleşen 1984 romanında tasvir ettiği dünya canlandırılıyor, kitleleri sürekli gözetim altında tutan Big Brother (Büyük Birader) dev ekranlardan verdiği hipnotik mesajlarla beyinleri yıkıyor, yönlendiriyordu. Her şeyin siyah-beyaz olduğu bu ortamda aniden renkli bir şeyler beliriyor; peşinden kovalayan güvenlik güçlerinden kaçan kırmızı şortlu, sarı saçlı kadın atlet dev ekrana hızla yaklaşıyor, elindeki balyozu fırlatarak ekranı parçalıyor ve herkesi içinde bulunduğu hipnozdan kurtarıyordu. Reklamın sonunda sesli ve yazılı olarak şu ibareler beliriyordu: "24 Ocak günü Apple Computer yeni ürünü Mcintosh'u tanıtacak. Böylece 1984'ün neden 1984 'e benzemeyeceğini göreceksiniz?"
Dijital hayat olarak da anabileceğimiz bilişim teknolojileri çağının çok şeyi değiştireceği, sunacağı kolaylık ve imkânların yanı sıra daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi getireceği, insanların hayatlarına müdahaleleri azaltacağı, otoriter, baskıcı ve takipçi rejimlerin önünü keseceği müjdelendi durdu teknoloji vaizleri tarafından. Bunların bir kısmı doğruydu ama beklenmedik yan etkileri de oldu. Acı gerçek şu ki reklamlarında bir roman kurgusundan başka bir şey olmayan Big Brother'ı yıkma iddiasıyla o gün böbürlenenler, Orwell'in distopyasının gerçek hayatta oluşturulmasına en büyük katkıyı sağlayanların başında yer aldılar.
Aradan geçen 35 yılda daha önce hiç olmadığı kadar dijital ve akıllı teknolojiler, ağlar, yazılımlar ve sistemlerle çevrilen hayatımız artık çok sıkı bir takip altında. Yerine göre kayıt, tasnif, fişleme, öngörme hatta telkin gibi daha birçok işlemi kapsayabiliyor bu dijital takip. Üstelik izleyenler sadece totaliter rejimlerden ibaret değil. Güvenlik, kamu düzeni, suç ve terörle mücadele gibi makul gerekçeler üzerine kurulu bir şemsiyenin sağladığı bu imkânı ıskalamayanlar demokratik devletler dâhil istihbarat birimleri ve resmi kurumlardan ibaret kalsa yine iyi… Artık özel şirketler, tanıtım ve reklam firmaları, internet ve mobil telefon servis sağlayıcıları, sunucular, akıllı algoritmalar, hacker'lar, sosyal medya platformları, ticari siteler ve yeterli donanıma sahip bireyler de dijital dünyanın sakinlerini izliyor, kaydediyor ve analiz edebiliyorlar.
Demokrasiye dijital tehdit
Dijital teknolojiler, internet ve yapay zekânın yükselişi beraberinde teknolojik ütopyaları da yükseltti. Bugünden bakınca çocuksu görünen beklentilerle heyecanlanan ve büyük umutlar besleyen çoğunluk oldukça ümitliydi. Dijital teknolojiler ve internetin artık otoriter rejimler için hayatı imkânsız hâle getireceği yönünde öngörülerde bulunan Francis Fukuyama gibi insanların çoğu internet ağının sansürü kaldıracağını düşünüyordu. İnterneti geliştiren aktörlerin çoğu tüm dünyayı saran bu ağın demokrasiyi yayacağından, dünyanın her yöresinde ifade özgürlüğünü geliştireceğinden emin görünüyordu. Daha da ötesi internetin ve dijital sistemlerin büyük ölçüde kullanıldığı toplumsal kalkışmalarda sosyal medya platformları marifetiyle 2009'da İran'da rejimin devrileceği, 2011 ve devamındaki "Arap Baharı"nda ise Arap ülkelerine açık toplum ve demokrasinin getirileceği düşünülüyordu. Öyle ki ülkesinde internet ulaşımına izin verdiğinde Çin Komünist Partisi'nin kendi mezarını kazdığı bile ileri sürüldü. Ama her şey bu kadar tozpembe olmayacaktı.
Dijital teknolojiler ve internetin özellikle 90'lı yıllardan itibaren dünyayı değiştirdiği açık bir gerçek ancak son 10 yılda devletlerin ve politik aktörlerin onları değiştirdiği de bir başka gerçek… Gelinen noktada yapay zekâ ile kişiselleştirilen internet ağının sunduğu sayısız faydasının yanında sıkı bir izleme, yönlendirme ve dezenformasyon aracına dönüştüğünü söylemek de tamamıyla yanlış olmaz.
Günümüz modern toplumunun temel özelliklerinden biri, dijital dünyada giriştiği her işlemde bir iz bırakması. İzlerin ötesinde detaylı kişisel bilgiler bıraktığımız bu alanda kolay kolay bir şeyi saklamak mümkün değil gibi. Bu dijital ortamdaki tüm faaliyetlerimizin izlenebildiği anlamına geliyor. Öyle ki bugün küresel çaplı bir Big Brother'la karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Bu durumun ilk büyük ve çarpıcı delilleri 2010'da patlak veren Wikileaks sızdırmaları ile ortaya çıktı. Yüz binlerce belgeyi sızdıran Julian Assange öncülüğündeki Wikileaks sitesi ABD ve CIA'in dünyadaki birçok devletin yöneticilerini izlediğini ve dinlediğini gösteriyordu. Birkaç yıllık süreçte belgeler açıklandıkça liderlerden bakanlara, elçilere, şirket yöneticilerine kadar dünyada dinlenerek kayda alınmamış kimse kalmadığını gördük. Bu skandal insanları gözetleyen güçlerin de gözetlenebildiğini göstermesi açısından ayrıca manidardı.
Big Brother'ın resmen ilanı
Ancak küresel çapta dijital takip asıl olarak 2013 ve sonraki yıllarda tüm dünyayı sallayan Edward Snowden olayı ile ortaya döküldü. Bir ara CIA için çalıştığını söyleyen bilgisayar uzmanı Snowden'ın dünyaya ifşa ettiği belgeler ABD ve istihbaratının hukuk dışı yollarla hem kendi ülkesinde hem de yurt dışında bireylerin, firmaların, resmi kurumların hatta devletlerin gizli bilgilerine ulaştığını ve özel hayatların gizliliğini ihlal ettiğini gözler önüne seriyordu. Snowden'ın gazetelere verdiği dosyalar 11 Eylül saldırıları sonrası güvenlik ve terörle mücadele kalkanı arkasına sığınan ABD devletinin dijital sistem ve teknolojileri hem kendi vatandaşlarını hem de dış ülkeleri izleyecek ve verilerine sızacak şekilde kullandığını dünyanın gözleri önünde resmen açığa çıkardı. Snowden'in sızdırdığı veriler dünyadaki tüm dijital iletişimi gözetleyen bir sistem kurulduğunu gösteriyordu. Üstelik bu gözetleme sadece istihbarat ve güvenlik değil, ticari casusluk amacı da taşıyordu.
Wikileaks 'in 2017 yılında Vault 7 (Kasa 7) adıyla açıkladığı yeni belgeler ise önceki skandallarla varlığı sergilenen "Dijital Big Brother"ın yeni marifetlerini ortaya döküyordu. Bu defa 8 bin sayfayı aşan bir dosya CIA'in bilgisayarlara, akıllı telefonlara, mobil uygulamalara, televizyonlara ve arabalara kısaca günlük hayatta kullandığımız "bağlı" ya da "akıllı" tüm cihazlara ulaştığını ve erişim sağlayabilmek için casus yazılımlar kullandığını ifşa ediyordu. Bunlardan bazılarının akıllı televizyonları ortam dinleme aracına dönüştürebildiği, otomobillere dışarıdan müdahale ederek sabotaj ve kaza yaptırabileceği ileri sürülüyordu.
ABD başkanlık seçimlerinin favorilerinden Hillary Clinton'un sızdırılan e-postaları, bu seçimlere Rusya tarafından müdahale edilerek sonuçlara etki edildiği yönündeki iddia ve soruşturmalar bu etkin dijital izleme sisteminin şahısların günlük hayatlarından devletlerin en kılcal damarlarına kadar nasıl nüfuz ettiğinin de göstergeleri oldu. Dijital ve akıllı teknolojilerin sunduğu imkânlarla artık vakayı adiyeden sayılan bu izleme furyasının casusluk ya da kamu düzeni ile sınırlı kalmadığını, daha geniş alanlara yayılma eğilimi gösterdiğini, hatta kimi ülkelerde izlemenin çok ötesinde yönetsel bir metoda dönüştürülmekte olduğunu görüyoruz şu günlerde. ABD'nin dışında Rusya, Çin, Kore, İngiltere, İsrail'in başını çektiği bu furyanın toplumların akıbeti adına çizdiği karamsar tablo örnekleri hiç de az ve azımsanacak nitelikte değil. Daha kısa süre önce internetin Komünist Parti hegemonyasının sonu olacağını dile getirenler bugün en büyük yapay zekâ üreticilerinden olan Çin'in dünyanın en büyük nüfusunu ne denli karmaşık sistemlerle rahatlıkla kontrol edebildiği, en ufak muhalefeti önleyebildiği gerçeği ile karşı karşıya.
Zeki bir takipçi
Günümüzde Big Brother'ın hem "analog" hem de "dijital" en geniş kitlesel uygulamasını dünyanın en kalabalık totaliter "cumhuriyeti" Çin'de görmek mümkün. Tek parti yönetiminin devlet, rejim ve ideolojiyle bütünleştiği ülke geleneksel takip ve yönlendirme uygulamalarıyla zaten herkesin malumu. Dünyaya "beyin yıkama" gibi bir yöntemi armağan eden Çin rejimi, dijital izleme tekniklerinin yanında kısa süre önce tüm kamuya açık alanları yüz tanıma sistemleri ile gözetlemeye de başlıyor. Üstelik tüm bunların üzerine halkını kontrol etme yolunda bir de "büyük veri" üzerine kurulu sosyal notlama sistemi ile buna dev bir adım daha eklemek üzere.
Komünist Parti tarafından 4 yıl önce ilan edilen "sosyal notlama sistemi" iki yıl içinde Çinlilerin büyük kısmını kapsayacak ve planlandığı gibi giderse her adımları, güzergâhları, sosyal medya faaliyetleri, bağlantıları devlet tarafından izlenecek olan her Çinli bireyin sosyal hayattaki imkânlarına doğrudan etki edecek. Bu sistemle verilen güvenlik ve ödeme gücü notu, bireylerin ödüllendirilme ya da cezalandırılması amacıyla kullanılabilecek. Bu notlara göre sağlık, seyahat, çalışma imkânlarına erişimleri kısıtlanabilecek. En iyi notlara sahip olanlar sosyal imkânlara daha kolay ulaşma imkânı bulabilecekleri bir yeşil listeye girerken, kötü notla değerlendirilenler devlet tarafından ceza ya da kısıtlamaya maruz kalabilecek.
Günümüzde en çok üstünde durulan alanlardan biri yüz tanıma sistemleri. Suçla mücadele ve güvenlik ihtiyacının bir sonucu olarak yerleşim merkezleri, parklar, çarşılar, kafeler, caddeler, binalar, iş yerleri, yollar hatta tarla ve koruları bile büyük bir hızla kaplayan görüntülü izleme sistemleri mevcut durumda şehir hayatının vazgeçilmez aksesuarlarına dönüşmüş durumda. "Makine öğrenimi" kapsamında makinelere kendi kendine öğrenme ve deneyim kazanma imkânı veren yeni yazılımlar da yüz tanımayı çok daha etkin hâle getiriyor.
Dijital takip konusunda bir markaya dönüşen Çin devleti de bu konuyu fazlasıyla önemsiyor zira başta Doğu Türkistanlılar olmak üzere Müslümanları ve "yeniden eğitilmesi gereken" diğer tüm "sakıncalı" unsurları tespit ve takip etmesi açısından bu sistemler temel araçları teşkil ediyor. Çin'in her vatandaşını çok yönlü bir takip ve dolayısıyla yönlendirme altına sokacak bu sisteminin otoriter rejimler başta olmak üzere diğer devletlerin de ilgisini çekeceğine şimdiden kesin gözüyle bakılabilir.
Mahremiyetin ölümü
Dijital teknolojiler ve internet evliliğinin bir acı meyvesinin de "mahremiyetin ölümü" olduğunu söylemek abartılı sayılmaz. Her adımın takip edildiği en azından iz düşümünün kaldığı dijital dünyada mahremiyet hızla eskiye ait bir kavrama dönüşüyor. Bu konuda mağdur olanlar arasında bizzat dijital kitle takip sistemlerinin dostları ve kurucuları da yer alıyor. Amazon'un kurucusu ve dünyanın en zengin adamı unvanlı Jeff Bezos'un birkaç hafta önce kamuoyuna şikâyet ederek açıkladığı özel hayatının ihlali ve şantaj vakası bunun en son örneği. Özel hayat perdesinin kolaylıkla kaldırılmasını sağlayacak sistemler sunma konusunda ülkesinin istihbarat birimleri ile birçok projede kapsamlı bir işbirliği geliştiren Bezos bile artık namahrem fotoğraflarını koruyamamaktan şikâyetçi. İşin asıl yönü ise Bezos'un ifşa ettiği bu şantaj girişiminin aslında siyasi nitelikli olması yani sahip olduğu medya imparatorluğunu artık Donald Trump aleyhine kullanmamasına yönelik bir girişim oluşu. The Intercept haber sitesinin kurucusu Glen Greenwald olayın ironik yönüne şöyle yaklaşıyor: "Eğer Jeff Bezos, devlet takibinin suiistimaliyle mağdur olduysa bu her zamankinden daha tehlikeli ve skandal bir durum zira Bezos'un güç ve servetinin en önemli kaynaklarından birini Pentagon ve NSA ile yaptığı işbirliği oluşturuyor."
Bezos ve şirketinin siyasal, askerî ve istihbari odaklar tarafından kullanılma potansiyeli yüksek birçok servis ve ürünü bulunuyor ancak dijital teknolojilerin bir Big Brother etkisi oluşturma riski Bezos ve Amazon ile sınırlı değil. Bu konudaki sabıkaları defalarca ayyuka çıkan ve türlü Hollywood filmine senaryo sağlayan Pentagon, CIA, FBI, NSA ve benzeri istihbarat yapılarının bu teknolojilerden yararlanmak için yaptığı ihalelerinin çoğunu dünya çapında bilişim ve yazılım servisleri sağlayan Facebook, Amazon Prime, Twitter, Google, iPhone, Microsoft gibi Büyük Veri kartelleri alıyor, mühendislik desteği sağlıyor. Örneğin Amazon Web Services 2014'te 10 yıl için 600 milyon dolarlık bir kontratla çok gizli ve hassas olanlar da dâhil verilerin tasnifi için CIA'in tek Bulut işlemleri tedarikçisi olduğunu ilan etti… NSA'in Büyük Veri projesi olarak verilerinin çoğunu taşıdığı ve resmi analizcilere gizli ya da açık sayısız veriyi izleme ve analiz etme imkânı veren Intelligence Community GovCloud da Amazon'un bu ortaklıklarından biri. Bu yatırıma karşılık Microsoft'un kurduğu benzer bir Bulut servisi Azure Government ABD'nin 17 haber alma dairesi tarafından kullanılıyor. Pantagon'un JEDI olarak anılan güvenli Bulut sistemi Joint Enterprise Defence Initiative'inin 10 milyar dolarlık sözleşmesinin iki alt müteahhidi yine Amazon ve Microsoft. Üç yıl önce kendi e-posta servisini kullananların elektronik yazışmalarını filtrelemesi için NSA adına bir yazılım hazırlayan Yahoo da bu ihalelerde yer alan ortaklardan bir diğeri.
Kişisel veriler pazarda
Her ne kadar cesurca devlet birimlerine özel verileri vermeyeceğini açıklasa da Google'ın bu kararının ABD sınırları dışını kapsamadığını da hatırlatmak gerekiyor. Bununla beraber kullanıcı verilerini NSA ile paylaşan Yahoo'yu eleştirirken Çin Komünist Partisi için pek çok veriyi filtreleme ve engelleme imkânı veren Dragonfly adlı arama motorunu tasarlayan Google'ı da gözden kaçırmamak gerekiyor. Dijital teknoloji ve servis üreticisi çok bilindik firmaların ve milyarları bulan ihalelerinin listesini fazlasıyla uzatmak mümkün. Gizli servisler adına dev dijital projeleri hazırlayan internet, yazılım ve yapay zekânın devlerinin aynı zamanda sağladıkları küresel servislerle milyarlarca kullanıcının kişisel verilerine sahip olmaları bu açıdan riski daha da büyütüyor.
İnternete bağlı mecralarda yasal ya da usulsüz yollarla insanların mahremiyetine ulaşılması, kişisel bilgilerinin toplanması, kişiliklerinin analiz edilmesi bazen daha karmaşık amaçların ön adımlarını teşkil edebiliyor. Tıpkı Facebook ile Cambridge Analytica skandalının işaret ettiği gibi… İş dünyası ve siyasi partilere hizmet sunan, seçim kampanyaları düzenleyen, ticari girişimlere tüketici, takipçi ve seçmen davranışlarını yönlendirmek üzere hizmetler sunan bir veri analiz şirketi olan Cambridge Analytica'nın dünyanın en geniş sosyal medya platformu Facebook üzerinden neden olduğu skandal bu açıdan durumun vahametinin de göstergesi oldu.
2014 yılında başlangıçta 200 binin üzerinde Facebook kullanıcısı üzerinden akademik nitelikli sosyal bir araştırma olarak başlatılan bir projenin sonucunda bu insanların bağlantıları da kullanılarak 50 milyon kişinin kişisel verilerinin, testlerle elde edilen kişilik profillerinin usulsüz toplandığı ve bir anlaşmayla "propaganda makinesi" olarak nitelendirilen Cambridge Analytica'ya satıldığı ortaya çıktı. Donald Trump'ın başkanlık yarışı ve Brexit gibi 44 seçim kampanyasını yönlendiren şirketin kullandığı yöntemler Big Brother'ın günümüzdeki son profilini de çizer nitelikte. Cambridge Analytica çok güçlü yazılımlarla internet üzerinden topladığı kişisel veriler ve kişilik analizleri üzerinden seçmenlerin ya da hedef kitlenin korkularını manipüle ediyor, seçimle alakalı görünmeyen kişiye özel içeriklerle seçmenleri etkilemeye ve yönlendirmeye yönelik bir yöntem kullanıyordu. Sonuç şirket ve Facebook açısından Zuckerberg'i ABD Senato Komisyonu önünde sorgulanmaya götüren bir skandal olsa da ticari pazarlama stratejilerini aşıp insanların mahrem bilgi ve yönlerinin kitlesel siyasi hareketleri etkilemek için ne denli kullanılma noktasına geldiğini gösteren ibretlik bir durum oldu. Ancak neticede büyük veri kartelleri üyelerinin ya da etkileşimde bulunduklarının verilerini hâlen topluyor, saklıyor, işliyor ve yararlanmak isteyen ortaklarına "usulü dairesinde" satmaya devam ediyorlar.