Çocuk gelişimi, eğitimi yahut psikolojisi, her dönemin oldukça önem verilen başlıklarından biri olmuş. Günümüzde de yine en çok konuşulan konularının başında geliyor fakat çocuğun gelişimi, eğitimi yahut psikolojisi dediğimizde çoğu kişinin aklına daha çok ya okul öncesi ya da ergenlik devreleri geliyor. Zira bu iki dönem de çatışmanın yoğun olduğu, anne babanın en zorlandığı ve hem çocukların hem de ebeveynlerin en fazla desteğe ihtiyaç duyduğu zaman dilimi olarak düşünülüyor. Her iki dönemin de çocuğun gelişim süreci içinde yerinin oldukça önemli olduğunu düşünürsek birçok insan haksız da sayılmaz bence. Ancak bu zamana kadar daha fazla göz ardı edilmiş, özellikle son zamanlarda artan bir ihtiyaçla tekrar gündeme gelen bir çocuk grubu daha var: Okul çağı çocuğu…
7-12 yaş olarak değerlendirebileceğimiz okul dönemi, birçok kuramcıya göre, genel olarak çocukların daha sakinleştikleri, kurallara daha uygun hareket ettikleri, okul derslerinin ve öğretmenlerinin onayının daha ön plana geçtiği, taşkın dürtülerin bastırıldığı bir dönem olarak tanımlanır. Yani bu dönemdeki çocukların gelişimsel süreçleriyle ilgili genel beklenti, saldırganca davranışlarının azalıp kontrollü olması, ilgi alanlarının cinsel meraktan daha çok akademik meraka dönmesi ve haz veren davranışlardan vazgeçebilmeleri yani oyun süresini azaltıp ders çalışma süresini arttırabilmeleri oluyor. Elbette diğerlerinde olduğu gibi bu dönemde de bazı iniş çıkışların oluşu doğal ama genel seyrin bu şekilde olması bekleniyor.
Peki, etrafınızda bu yaş grubu çocuklara baktığınızda, bu tabloya uyan kaç çocuk görebiliyorsunuz? Cevap, "Daha az" olabilir mi?
Zamanın, kültürel yapının, alışkanlıklarımızın ve daha birçok şeyin değişime uğradığı, özünden uzaklaştığı ve giderek daha yapay bir hale geldiği zamanlardayız. Anne babalık ve çocuk olmak da, bu değişimden payını alıyor. Anne babalar daha baskıcı yahut daha kontrolsüz, çocuklar yaşlarına göre daha az gelişmiş, biraz da haddinden fazla olgunlaşmış olabiliyorlar. Ya bir yetişkin kontrolüne ihtiyaç duyuyor yahut da her konuda yetkin oldukları fantezisine kapılıyorlar. Günümüzün giderek yaygınlaşan sıkıntılarından biri de, her konuda yetkin olabileceklerini sanan bu yaş grubu çocuklarında zamanından önce ortaya çıkan ergenlik belirtileri…
Her çocuğun kendine göre bir gelişim hızı vardır. Bu hızı çevre, aile, kalıtım gibi birçok faktör etkiler. Bazıları hızlandırır bazıları da yavaşlatır ama en doğrusu bunun bir denge içinde olmasıdır. Ne yaşının gelişimsel özelliklerinin altında kalacak bir olgunluk seviyesi ne de yaşından çok daha büyük ve olgun bir duruş sağlıklıdır.
Dengesi şaşan çocuklar
Günümüz çocuklarının büyük kısmında bu dengenin şaştığını söylemek çok da yanlış olmaz sanırım. Ergenlik döneminin giderek daha da gerilediği, kuşak çatışması sınırının nerdeyse beş-altı yıla kadar geldiğini gözlemlemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Bundan on beş sene önce ergenlik diye tanımladığımız o buhranlı dönemi 14-15 yaşları olarak düşünürken, bugün 10-11 yaşındaki çocuklarda benzer çatışmalara daha sık rastlıyoruz. Benzer bir tablo da neredeyse ergenlik çağına gelmiş olsa da kendi başına karar vermekten korkan, sürekli yetişkin desteğine ihtiyaç duyan kocaman cüsseli küçücük çocuklarda göze çarpıyor. Her iki durum da çocuğun hem kendi içinde hem de sosyal ilişkilerinde bir zorluk yaşamasına sebep oluyor.
Vaktinden evvel gelen bu ergenlik buhranının başlıca nedenlerini birkaç başlık altında toplayabiliriz: Toplumun giderek daha fazla haz odaklı olması ve tamamıyla çocuk merkezli aile modelinin popülerleşmesi belki de en belirgin sebepler olarak karşımıza çıkıyor. Bunların dışında yoğun saldırganlık içeren bilgisayar oyunlarının artması, medyadaki cinsel uyaranların sıklaşması ve tabiatı bozulmuş yiyeceklerin, çocukların hormonal dengesini bozması da etkili olabiliyor. Ayrıca tüm bu sürece daha önce dâhil olmuş evin büyük çocuklarının küçüklere rol model olması da suni bir şekilde zamansız büyümeyi kolaylaştırıyor. Evde abla ya da ağabeyini gören, örnek alan ve onlara özenen çocuklar da yaşının dışında davranışlar sergileyebiliyorlar.
Giderek küçülen çekirdek aileler, anne-babanın çocuğunu merkeze almasını ve bütün enerjisini onun nasıl bir birey olacağı ekseni üzerine yoğunlaştırmasına yol açıyor. Aslında bunun olumlu bir tarafı olduğunu söyleyebiliriz çünkü çocuğu ve ihtiyaçlarını daha ön plana koymak, onun otoriteyle ilişkisinin de itaat etmekten ziyade kendini ifade etmeye doğru değişmesini sağlıyor. Ayrıca daha üretken, yaratıcı çocukların ortaya çıkmasını mümkün kılıyor fakat bu, ancak çocuğun merkezdeki yerinin belli bir çerçeve dâhilinde olmasıyla mümkün olabiliyor. Yani kontrolü tamamıyla çocuğa bırakmak, düzeni tamamen ve sadece ona göre kurmak ve hiçbir engelle karşılaştırmamak, çocuğu sağlıklı bir ruhsal yapılanmadan uzaklaştırıyor. Zira bu kadar büyük bir güce sahip olmak çocuğun, anne-baba kavramlarını bir çeşit "arkadaşa" dönüştürmesine, nesil farkını görmezden gelmesine ve içsel sınırlarını oluşturamamasına yol açıyor.
Çocukların saldırganlıkları
Neslihan Zabcı, özellikle bu tutumu çocuklarda depresyon oranı artışının en önemli nedenlerden biri olarak düşündüğünü Gizil Dönemde Erken Ergenlik kitabında şu şekilde açıklıyor: "Çocuğun iktidar konumunda olduğu çocuk merkezli aile sisteminde, içsel güvenlik duygusunun temeli olan güçlü ebeveyn imgelerinden yoksun olmak, bir kayıp sorunsalı olan depresyonun giderek artışının temel nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır."
Bu tutumla beraber çocuklar da kendilerini durdurmakta ve hazdan uzaklaşmakta zorlanıyorlar. Saldırganlık içeren davranışlara daha kolay başvuruyor ve cinsellik içeren eylemlerle çok daha erken yaşlarda ilgilenmeye başlıyorlar.
Yaşadığımız bu dönem, birçok kavramı hızlıca tüketmemizi öğütlüyor sanki. Yemeğimizi hızlıca yiyor, aynı anda birkaç işi birden yapmaya çalışıyor, yaptığımız işlerin sonucunu olabilecek en hızlı şekilde görmek istiyoruz. Olabildiğince fazla haz almak ama nerdeyse hiç sıkıntı yaşamamak istiyoruz. Ekranlarımız üzerinde gördüğümüz o güzel, başarılı, yetenekli kadınlar/ adamlar gibi olmamız gerektiğini düşünüp olamadığımız her an kendimizi çok daha eksik hissediyoruz. Hayatımızda boşluğa yahut eksikliğe fırsat vermedikçe, daha güçlü olacağımızı düşünüyoruz. Üstelik bunu, böylesine bir gücün sadece bir yanılsama olduğu gerçeğini atlayarak yapıyoruz çünkü içerlerde bir yerde o eksikliğimize tahammül edemiyoruz. Hâlbuki eksik olmak, içinde bulunduğumuz dünyanın bir gerçeği ve ancak bu gerçeği görüp kabul ettikçe gerçekten güçlü olabiliyoruz ve ancak bu şekilde çocuklarımızın da kendi eksiklikleriyle barışık olmalarına rehberlik edebiliyoruz.
Çocuklarımız için -şüphesiz iyi niyetlerle- oluşturmaya çalıştığımız hızlı ve fazlaca müdahale içeren yahut hiçbir müdahaleyi içermeyen bir ilişki biçimi, onların yapısını da bozuyor. Bizim istediğimizin onların doğallığına aykırı olabileceğini, varoluş süreçlerini etkileyebileceğini düşünemiyoruz. Bazen onların bazen de kendimizin bu eksik parçalarını kabul edemedikçe kaybettiklerimizin de farkında olamıyoruz.
Kronolojik olarak hâlâ çocuk olsa da, vücudu ergenlik belirtileri gösteren sekiz yaşlarında bir kız çocuğuyla tanışmıştım. Çizdiği bir resim üzerinde sohbet ederken ne kadar da görülmediğini hissettiğini paylaşmıştı benimle. Bense hâlâ düşünüyorum; ruhuyla bir çocuk olarak fark edilmediğini hissettiği için bedeniyle zamansız büyüyerek, "Bakın ben buradayım!" demeye mi çalışıyordu acaba?