Bundan yıllar önce bazı insanlar, davranışlarımızı ve bizi bu davranışlara yönlendiren motivasyon kaynaklarımızı incelemişler. Sonra Maslow, "İhtiyaçlar Hiyerarşisi" diye bir teori ortaya atmış ve ihtiyaçlarımızın aşağıdan yukarıya doğru belirli bir sıraya göre dizilebileceğinden, piramidin alt sıralarındaki ihtiyaçlar doyurulmadığı müddetçe kişinin, üst sıralardaki ihtiyaçlarını fark etmeyeceğinden yahut bunu önemsemeyeceğinden bahsetmiş. Yani, kişi en alttaki ihtiyacını giderdikçe bir üst aşamaya doğru hareketlenir demiş. Bunları da fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, ait olma ve sevgi ihtiyacı, değer ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı şeklinde tanımlamış. Bugün de özellikle sosyal psikolojinin en temel kavramlarından biri olarak kullanılan bu teoriye göre, temel gereksinmelerimiz; öncelikle karnımızın doyması, kendimizi güvende hissetmemiz, sevmemiz, sevilmemiz, toplum içinde belli bir statüde olmamız ve kendimize saygı duymamız şeklinde sıralanı- yor. Üst düzey gereksinmelerimiz ise, bilmeye ve anlamaya çalışmamız, merak duymamız, estetik ve yaratıcılıkla ilgilenmemiz ve sahip olduğumuz bütün potansiyeli kullanabilecek hem maddi hem de manevi yeterlilikte olmamız olarak belirtiliyor. Her ne kadar günümüzde, sınıfların keskin hatlarla ayrılamayacağını, bu tür duvarların görünmez olduğunu ve geçişlerin göreceli olduğunu kabul etsek de, belli bir akademi eğitimi almış, ihtiyaçlarını belli bir oranda karşılayabilen fakat özellikle ekonomik anlamda doyurucu bir potansiyele sahip olamayan grubu, orta sınıf olarak tanımlamak mümkün. Kısacası eğer karnınız toksa, her akşam huzurla gittiğiniz bir eviniz varsa, belli bir kültürel seviyeye sahipseniz ve her ay bu dergiyi almaya ayırabilecek kadar paranız, okuduklarınızı sahip olduğunuz kültürel birikimle değerlendirebilecek bir zihinsel donanımınız varsa ve yüksek gelire sahip bir sanatçı, ünlü bir yazar yahut siyasi kimliği olan biri değilseniz, tebrikler! Siz bir orta sınıf mensubusunuz! Bir orta sınıf mensubu olmak, bu dünya düzeni içinde belki de en zor konumlardan biri. Çünkü piramidin en alt sıralarındaki insanların en temel ihtiyacı, karınlarını doyurmak ve kendilerini güvende hissetmek oluyor fakat yukarıya doğru çıktıkça bu ihtiyaç yerini, daha çok varoluşsal kaygılara bırakıyor. Orta sınıf olarak tanımladığı- mız gruptaki insanlar, belli bir eğitim seviyesine sahip oldukları için bulundukları konumu kaybetmeleri halinde nelerle karşılaşacaklarına dair daha belirgin bir bilince sahip oluyorlar. Dolayısıyla dünyada olup bitenlerle, siyasi düzen ekonomik gelişmelerle daha fazla ilgileniyorlar. Yaşadıkları en yoğun duygu kaygı oluyor ve belki de bu nedenle depresyona daha meyilli oluyorlar. İşte bu kaygı, kendini en çok aile düzeni içinde gösteriyor. Özellikle ekonomik koşulların değişmesiyle beraber sahip oldukları konforu kaybetme ihtimali, tedirgin edici bir unsur olarak kendini gösteriyor bu sınıfa mensup kişilerde.
Bu terste bir işlik var(!)
Orta sınıf değerleriyle yaşayan bir aile, daha üst seviyeye doğru ilerlemeye çalıştıkça değişim, bütün aile üyeleri üzerinde etkisini gösteriyor. Baba, daha çok para kazanmak için çalışma saatlerini artırıyor, anne hem kendini gerçekleştirmek hem de ekonomik özgürlüğünü kazanmak için en az eşi kadar yoğun çalışmaya başlıyor, çocuk sayısı azalıyor, var olan çocuk yahut çocuklar bakıcı eşliğinde büyüyor. Buna bağlı olarak ailece geçirilen zamanlar ve bu zamanların kalitesi de git gide azalıyor. Buna örnek gösterilebilecek bir olayı sizinle de paylaşmak istiyorum: Yıllar önce bir anne ve oğluyla tanışmıştım. Baba, yoğunlaşan işleri nedeniyle başka bir şehirde çalışıyor ancak ayda bir defa evine, ailesine dönebiliyordu. Aile, çocuklarının eğitim düzeninin bozulmaması için şehir değişikliği fikrine pek sıcak bakmıyor, kendilerince süreci idare etmeye çalışıyordu fakat bu değişim, her ne kadar anne baba tarafından idare edilse de, çocuk nazarında bütün ağırlığıyla hissediliyordu. Çocuk, bu artan tempoya iç dünyasında tepki vermeye başlamıştı. Çocuğun derslerdeki başarısının düşmeye başlaması, zamanının çoğunu uyuyarak geçirmeye çalışması ve kaygı düzeyinin artması, bir çeşit uyarıydı; "Bir dakika bu işte bir terslik var!" Çocukların bulundukları çevre ve birlikte oldukları insanlara dair müthiş bir sezgisel güce sahip olduklarına inanıyorum. Anne babalar her ne kadar "hissettirmiyoruz" deseler de çoğu zaman kendilerini kandırmaktan öteye gidemiyorlar. Çünkü çocuklar her şeyi hissediyorlar, harika bir gözlem yetenekleri var ve gerçekten görmek isteyenler için büyüleyici bir ayna olabiliyorlar. Sadece zaman zaman hissettikleri karşısında nasıl bir yol izleyeceklerini bilemeyebiliyorlar. Böyle bir durumda bile yaşadıkları yahut anne babalarına yaşattıkları zorluk, aslında aile içindeki sıkıntının da şifreli bir ifadesi, "Bu işte bir terslik var" demenin farklı bir yolu oluyor. Hikâyedeki bu çocuk da, değişen dengeleri görmüş, zarar gören aile düzenlerinin farkına varmış, bilinçli bir şekilde olmasa da, sezgilerinin etkisiyle anne babasının dikkatini çekecek semptomlar göstermişti. Baba daha çok para ve statü kazanmak için çalışma düzenini değiştirerek evdeki etkin varlığı- nı giderek azaltmış, anne her iki ebeveynin bütün sorumluluğunu üstüne almaya çalışarak ikisini de yapmakta zorlanmış ve çocuk da aile içindeki yerini, öz değerini yavaş yavaş sorgulamaya başlamıştı. Belki ekonomik anlamda zenginleşmişler ama ailenin bütünlüğü giderek zarar görmeye başlamıştı. Bu hikâye, ailenin yaşadıkları zorlukla ilgili kendilerini daha iyi hissedebilecekleri bir denge halini yakaladıkları zaman son buldu ama benim için, değişen ve gelişen kültürel yapıyı, bu yapı içinde kendine yeni bir yer bulmaya çalışan aile düzenini yorumlamak adına iyi bir örnekti ve hâlâ da olmaya devam ediyor çünkü bugün de kültür ve aile düzeni aynı hızda değişmeye devam ediyor ve insan, fıtratı üzere sahip olduklarını hep yetersiz buluyor, hep daha fazlasını istiyor. Babalar kazandıkları miktarı yeterli görmüyor, daha fazlasını istiyorlar. Anneler ev hanımlığını bir çeşit "yetersizlik" olarak algılayıp sanki bu alandaki varlıkları etkisizmiş gibi kendilerini daha verimli hissedecekleri başka alanlar peşinde koşuyorlar. Bunları gören ve bu ortam içinde büyüyen çocuklar ise sahip oldukları oyuncakların yerine hep daha yenilerini, daha iyilerini istemeye başlıyorlar. Sonuçta ailenin her bir üyesi, eksikliğe karşı tahammülsüzleşiyor ve sahip olduklarının anlamı üzerine hiç düşünmeden piramitteki bir üst sınıfa doğru koşmaya çalışıyor. Artık giderek dede, anneanne, babaanne gibi aile büyüklerinin olduğu, çok çocuklu kalabalık aile düzeninden, tek çocuklu çekirdek aile düzenine geçiyoruz. Akşam yemekleri amcalı, dayılı, kuzenli büyük sofralardan çıkıp herkesin kucağına bir tepsi aldığı ve televizyon karşısında yediği yemekler haline dönüşüyor. Çocuklarımız da bu yeni kültürün içinde büyüyerek bunu öğreniyorlar. Evet, belki kültürel mirasımızda bu kalabalık modele sahibiz ama Hofstede, kültürün kalıtım yoluyla geçmediğini, öğrenildiğini söylüyor. Yani yeni nesil için bu miras, giderek etkisini kaybediyor.
Düşünüyorum…
Aile dediğimiz yapı, bir mikrokozmozsa, kendini sürekli yetersiz hisseden, hep daha iyisi için zorlayan ve bu zorlamayla beraber özündeki değerleri kaybeden bir oluşum olmak yerine, eksikliğini kabul eden, bununla barışık olan, bulunduğu konumu sindiren, öz değerlerine sahip çıkan ve gelişen şartlarla beraber piramitteki bir üst ihtiyacı gerçekleştirmek üzere yoluna devam eden bir yapıya bürünse bu, beraberinde daha sağlıklı bir toplumsal düzeni de getirmez mi? Kişi, ortası olmaz, iyisi, daha iyisi olsun demek yerine, mükemmele sahip değilim ama elimde olanı her yönüyle kabul ediyorum diyebildikçe, aile de kendi içinde bir denge ve huzura sahip olmaz mı?