Yaşamak, maruz kalmaktır. Maruz kalıp bu duruma bir tepki göstermek... Son derece yıkıcı ve halden anlamaz bir maceradır. Burun buruna gelirsin, hayatın öfkeli soluk alışverişini yüzünde hissedersin ve o an yapacağın en büyük hata bir adım geri çekilmektir. Hayat bazılarına, o bir adım geri çekilmeye karşılık bir ömür ödetir. Geri çekilmeyin! Evden yaklaşık bir saat sürerdi o küçük adımlarla Maçka'daki Abdi İpekçi Öğrenci Yurdu'na gitmem. Kurtuluş, Osmanbey, Nişantaşı sokaklarında avare avare sallanır, çevremdeki bu şatafatlı hayatlara gülümseyerek bakar ve ileride nasıl bir yetişkin olacağımı düşünürdüm. Çok zengin olacaktım, siyah kunduralarımın parıltısı göz kamaştıracaktı, sinekkaydı tıraşla dolaşacaktım ve sürekli beyaz gömlek giyip Nişantaşı kafelerinde sivri topuklu kadınlara çapkınca gülümseyecektim. Şimdi kendime dönüp bakıyorum da, o gün hayalini kurduğum insanın fersah fersah uzağına düşmüşüm, çok şükür.
Babam emekliliğinden sonra boş durmayıp çalışmaya karar vermişti ve demin bahsettiğim öğrenci yurdunun idari işlerinde göreve başlamıştı. Bazı gece vardiyalarında yanına giderek ona arkadaşlık ederdim. Binlerce öğrencinin kaldığı devasa bir yurttu, Türkiye'nin her yerinden, her ikliminden, her ideolojisinden bir tutam atılmıştı sanki buraya. Sağ-sol davalarını ilk o günlerde duymuştum, odalarda yapılan gece aramaları, kantinde çıkan kavgalar, Rusçular, Maocular, Bozkurtlar ve yabancısı olduğum birçok meseleye o günlerde şahit oluyordum. Babam çok belli etmezdi ama kimin tarafında olduğunu anlardım az çok. Hilal bıyıklı uşaklarla konuşurken yüzü ayrı gülerdi çünkü.
Her meşrepten insan tanıdım o yurtta. Mesela Kazancı Oktay ve köylüsü Nazım. Akşam el ayak çekilince kazan dairesine iki kafadar alem sofralarını kurar ufak ufak demlenmeye başlarlardı. Televizyon izlemek için yanlarına gittiğim zaman ise şişeyi bardağı masanın altına saklar hiçbirşey yokmuş gibi muhabbetlerine devam ederlerdi fakat o keskin anason kokusunu saklayamazlardı. Kazancı Oktay, gençliğinde avcıymış, teyze oğlu bir gün bunu av esnasında yanlışlıkla vurmuş ve o günden beri Kazancı Oktay'ın köydeki lakabı Topal Oktay olmuş. İnsan zihni dipsiz bir kuyu, bakıyorum da bazı geceler hâlâ o kazan dairesindeki enteresan hikâyeler giriyor rüyalarıma; ayıların kaçırdığı gelin kızlar, köylere dadanan çift başlı devasa yılanlar, tarlada kundaklı bebekleri pençeleriyle gökyüzüne çeken zalim kartallar, Fırat Nehri kenarına vurmuş, kimliği bilinmeyen işkence görmüş cesetler…
Ne zaman babamın yanına gitsem annem muhakkak Berber Ali amcana da uğra derdi. Berber Ali, yurtta yatıp kalkar ve mesleğini orada icra ederdi. Aslen Ermeni'ydi ama adının neden Ali olduğunu cesaret edip bir türlü soramamıştım. Geçkin yaşına rağmen kıyafetleri her daim tertemiz ve ütülüydü. Yanına her gittiğimde Acıbadem'deki evini sattırıp kendini kapı dışarı koyan hayırsız oğlunu anlatırdı ama sonunu hep; "Olsun, canı sağ olsun, cahil çocuk, hatasını elbet anlayacak" diye bağlardı. Bana takılmayı severdi; tıraş bittiğinde parfüm sıkarken beni utandırmak için hep; "Var mı okulda gönlüne hoş gelen biri" diye gülerek sorar ben de kırmızı yanaklarımla her defasında önüme bakardım. Çıkışta parayı uzattığımda; "Çocuktan para alınmaz, ben babanla helalleşirim" derdi. Beyefendi adamdı Berber Ali, toprağı bol olsun.
Muhteşem bir bahçesi vardı öğrenci yurdunun, özellikle ıhlamur ağaçlarına ayrı bir muhabbet beslerdim. Babam içerde işlerini bitirdikten sonra beraberce bekçi kulübesinin yanındaki sedirde oturup gece bekçileriyle sohbet ederdik. Ben bir yerde anlatılanlardan ve ortamdan kopar, ıhlamur kokusunun etkisiyle gökyüzüne bakıp hayallere dalardım. Beşiktaş sırtlarından tatlı tatlı esen o Boğaz rüzgârı, cırcır böceklerinin eşsiz senfonisi, gecenin üçü ve gözlerime hücum eden uyku. Bir gün yine tam o büyülü uykuya dalmak üzereyken başımı gökyüzünden babama doğru çevirdim ve ağzımdan şu kelimeler döküldü: "Baba, bütün bunlar geçecek mi?" Babam zoraki bir tebessümle gözlerimin içine bakıp: "Elbette geçecek, düşünme sen bunları, uyu hadi" derdi.
Bu yazıya başlamadan hemen önce babamla karşılıklı oturuyoruz. "İnşallah bu kışı çıkartabilirim" dedi, dolu gözlerimle "Allah uzak etsin baba" diyebildim. Sonra elini yanağına dayadı ve dakikalarca duvarda sanki büyük bir hayal kırıklığını izliyormuş gibi öylece kaldı. Ona baktığımı görünce toparlandı ve yıllar önceki o zoraki tebessümle gözlerime bakarak gülümsedi. Anlamıştım, elbette geçecek dediği hiçbir şey geçmemişti.
Ortadireğin halleri
Her yazı mahallede geçirmeye başlamıştık artık. Arkadaşlarım en azından köylerine gidiyordu ama biz maddi tedbirlerden dolayı İstanbul'da kalıyorduk. Temmuz sıcağı, öğle vakti, sokakta kimse yok, fena bir can sıkıntısı, güneş tepemde, merdivenlere oturmuş gözlerimi kısarak vaktin aslında ne kadar uzun bir şey olduğunu düşünüyorum çocuk aklımla. Akşama doğru biraz şenlenirdi ortalık. Seko diye bir arkadaşım vardı, babası Beyoğlu'nda Mis Sokak'ta kumarhane işletirdi, durumları fena halde iyiydi, sürekli 2,5 litrelik kola alırlardı çünkü ve yazları İstanbul içindeki aqua parklara giderlerdi. Seko akşama doğru vücudu kıpkırmızı gelir "Sakın sırtıma vurmayın lan" derdi ama yine de o kötü şakalarımızdan kurtulamazdı. Allah'ı var sıkı çocuktu, imkânlarının cakasını hiç satmazdı ama balkonlarına bakardım bazen, banyo havlusu dışında bir de plaj havlusu olduğunu sayesinde öğrendim. Nasıl da iç geçirirdim.
Zaman zaman misafirliklere götürürdü annem beni, evden çıkmadan sıkı sıkı tembihlerdi; "Orada sakın yaramazlık yapma, beni utandırma, köşede uslu uslu dur" diye. Neyse, gittiğimiz zaman sanki annem o lafları bana konuşmamış gibi gittiğimiz yerin altını üstüne getirirdim, annem kaş göz işaretleriyle beni durdurmaya çalışır, denk getirirse de kolumu tutup bir güzel silkelerdi ama bulmuşum ortamı durur muyum, hem zaten ev sahibi de gönülsüzce; "Bırak Hatun Abla, çocuk o" demiş. Annem başına gelecekleri önceden bilirdi, ikram faslında beni yanına oturtup kalkma buradan derdi, ben muzlu pastayı bitirip "yine" diye seslenince annem utancından ne yapacağını bilmez; "Evde olsa yemez" diye gönlünü ferahlatmaya çalışırdı. Ah benim güzel anam, sen de bilirdin ki evde altı nüfus ancak karnımızı doyurabiliyoruz, pastaya sıra mı geliyordu, hele ki muzlusuna.
Bunun diğer versiyonu da "Evde aynısı var"dır. Hiç unutmam, Fatih Çarşamba Pazarı'nda bir oyuncakçının önünde zırıl zırıl ağlıyorum, o vakitler Power Rangers'lar yeni çıkmış, tezgâhta alev gibi parlıyor. Uzun süre ayrılmadım tezgâhın başından, annem kolumdan çekiyor; "Gel oğlum evde aynısı var" diye. Evde olan şey de plastikten minik yeşil askerler. Üst üste üç gece o alev gibi parlayan Power Rangers'lar rüyama girdi. Annem: "Halimize şükret oğlum" dedi, şükrettik. Ortadireksen eğer şükretmeyi erken öğrenirsin, küçük yaşta olmasa bile ilerleyen yıllarda dünyaya şükür nazarıyla bakmayı öğrenirsin. Bizden daha kötüleri de vardı çünkü üzerinde çatısı, yiyecek bir lokması olmayanlar da vardı. İnsan kendi haline ettiği şükürle ferahlıyor, darlıktan rahatlığa kavuşuyordu.
Aslıhan Pasajı'ndaki Dostoyevski
İş ortamından tanıdığım 5-6 kişilik bir arkadaş grubum var, hepsi sıkı ve dürüst çocuklar, fakat şu sıralar tek gündemleri ileride değerlenecek bir arsayı şimdiden makul bir fiyata ortaklaşa satın almak. Bursa, Sakarya, Edirne taraflarına gidip emlakçılarla, köy muhtarlarıyla, toprak sahipleriyle konuşuyorlar. Falanca ilçede sanayi sitesi kurulacakmış, filanca yerden yol geçecekmiş, belediye başkanının oğlu içerden bilgi almış gibi sürüyle muhabbet… Arkadaşlık ahlakındandır, dost yalnız bırakılmaz düşüncesiyle "Ne derseniz ben uyarım size" diye muhabbetleri sadece dinledim. Fakat bir gün dayanamadım, "O gidip gördüğünüz arazilerin bugüne kadar belki bin tane sahibi oldu 'burası benim' deyip mallarını ve dünyadaki kısıtlı zamanlarını harcadılar ama hiçbiri şuan yok, bundan 50-60 yıl sonra biz de olmayacağız, o yüzden kendinizi ve kalbinizi bu işlere fazla kaptırmayın" diyerek belki de gönüllerini incittim ama benim bu dünyada gördüğüm, anladığım hakikat bu. Gördüğüm hakikati söylemezsem vebali büyük olur.
Ortadirek büyük ticaretten anlamaz, aldığı sattığı bellidir. Büyük paralar kazanmak için büyük işlere girişmez, şükretmeyi ve en beterini bilir çünkü. Düşündüm de ailemde ticaret yapan kimse yok. Hepsi maaşla çalışan, aldığı ve verdiği belli olan, hesabını kitabını yapmak zorunda kalan insanlar. Çok şükür ki ben de ticarete hiç bulaşmadım, aklıma o işlere kafa yormak hiç gelmedi. Yaşıtlarım girişimcilik zirvesine giderken ben Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ne İsmet Özel'i dinlemeye gittim hafta sonları. Arkadaşlarım Çin'den kıbleyi gösteren seccade getirirken ben oradan edebiyat dergisi getirtmeye çalıştım, çevirisini yaptırıp "Çin'de acaba nasıl şiirler yazılıyor" bakalım diye. Bunları iyi bir şey yaptım diye söylemiyorum, sadece benim aklım bir memur çocuğu olarak bu kadarına erdi. Nasıldı o şarkı: "Biz babadan böyle gördük."
Babam bana lüks bir hayat sunamadı, pahalı hediyeler alamadı ama aklıma şu sahneyle kazındı: Bir kış akşamı soba gümbür gümdür yanıyor, kapı çalındı, açtım, karşımda babam, kasketini kar kaplamış. Paltosunun iç cebinden siyah poşete sarılı bir şey uzattı. Kapı önünde hızlıca açtım, Dostoyevski'nin 1985 basımı Ezilenler isimli romanı. Geçtiğimiz hafta Beyoğlu Aslıhan Pasajı'ndaki sahafta görmüştük. "Bunu alalım" diyememiştim, denilmez çünkü ama gülümseyerek ve büyük bir dikkatle sayfalarını karıştırmıştım. "Aybaşı gelsin alırız" demişti mahcup bir sesle halden anlayan babam ve daha aybaşı gelmeden sözünü tutmuştu. Ona sarıldığım nadir anlardan biriydi.
Çok şükür ki ortadirek bir ailenin mensubuydum, çünkü ortadirek; vazgeçmez, savaşmayı, şükretmeyi, hayatta kalmayı bilir, hak bildiğinde inat eder. Kendinden başka dayanacağı kimsesi yoktur ve bunu bilerek kendini yetiştirir. Kolay kolay şımarmaz, edepsizlik yapmaz, bölüşmeyi, yetim hakkını, dostluk ahlakını bilir ve sağlıkla geçirdiği her an için şükreder.
Çok şükür. Çok şükür her halimize, bugünlerimize.