Süleyman Arif Özkut: Anadolu'nun "Orta Sınıfı" : ahiler

Anadolunun Orta Sınıfı : ahiler
Giriş Tarihi: 14.11.2017 15:59 Son Güncelleme: 14.11.2017 15:59
Süleyman Arif Özkut SAYI:40Kasım 2017
Anadolu'nun fethinden sonra gelişmeye başlayan Ticaret ve Zanaat Erbabı, önceleri fütüvvet teşkilatı adıyla anılırken ilerleyen zamanlarda ahi ve bugünlere gelen adıyla Lonca Teşkilatları çevresinde örgütlendi. Söz konusu bu yapı daha sonraki tarihlerde giderek gelişecek ve Osmanlı "Orta Sınıfını" oluşturan bir unsur olarak toplum hayatına katılacaktır.

Bir toplumda ekonomik parametrelere bağlı olarak oluşan sınıflar, sosyal hayatının içinde bulunduğu şartlarla doğrudan ilişkilidir. Coğrafyanın durumu, uğraşılan ekonomik etkinlikler ve inanç yapısı da bu ilişkinin sacayaklarını oluşturur. Örneğin, Orta Asya bozkırlarında yaşayan konargöçer Türklerde sınıf bilinci ve yapısı büyük ölçüde yoktu çünkü toplumun yaşam biçimi ve yaşadığı coğrafya, ekonomik etkinliği kısıtlamaktaydı. Öne çıkan büyük bir zanaat grubu ve ticaretle zenginleşen unsur kısıtlı düzeydeydi. Ne zaman ki Anadolu'nun fethi gerçekleşti, kurumların ve ahiliğin temelini teşkil eden fütüvvet teşkilatının temelleri de atılmaya başlandı. Bu fetihten sonra gelişmeye baş- layan ticaret ve zanaat erbabı, önceleri fütüvvet teşkilatı adıyla anılırken ilerleyen zamanlarda ahi ve bugünlere gelen adıyla lonca teşkilatları çevresinde örgütlendi. Söz konusu bu yapı daha sonraki tarihlerde giderek gelişecek ve Osmanlı "orta sınıfını" oluşturan bir unsur olarak toplum hayatına katılacaktır.
10'uncu yüzyıldan itibaren Ortadoğu'nun belli başlı coğrafyalarında özellikle de Abbasî devrinde idareyi her yerde eşit miktarda tesis etmek mümkün değildi. Özellikle merkeze uzak noktalarda bulunan eyalet ve şehirlerde asker ve güvenlik yetersiz olduğundan yerel idareler sık sık başka yollara başvururdu. Şehir halkından özellikle de "ayyar" ve "şatır" denilen; işsiz güçsüz fakat eli silah tutan zümreyi yanlarında tutmak, herhangi bir tehlike anında en hızlı önlem almanın yolu olarak görülürdü, fakat ilk zamanlarda bunların fazla başıboş kalmaları, bağlı bulundukları eyaletlerde birtakım kargaşaların da ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Abbasî halifelerinden Nâsır-Lidînillâh yaptığı bir düzenlemeyle fütüvvet yapısını disipline etmek istedi. Daha sonra tüzük haline gelecek olan kurallar bütünüyse devrin tasavvuf ve tarikat erbaplarınca sağlanmaya çalışıldı. Zamanla ahilerin uyması gereken kuralların yer aldığı bu "fütüvvetnameler" devrimize kadar ulaşacaktır. Söz konusu bu kurallar, İslam dünyasının farklı coğrafyalarında yerel unsurlara göre yeniden şekillenmiştir.

Ahiliğin Anadolu'da tesisi

Ortaçağ İslam devletleri için halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması, sahanın büyüklüğü ve imkânların yetersizliğinden ötürü her yerde mümkün olmayabiliyordu. İşte bu gibi durumlarda güvenliği, çoğu zaman birtakım kolektif örgütlenmeler sağlıyordu. Bunlar İran'da "rind" ve "civanmert", Araplarda "ayyar, şatır ve fütüvvetçi" adlarıyla anılırken Anadolu'da da "alp" olarak isimlendiriliyordu. Söz konusu bu yapıların, Japonya'daki samuraylık ve Avrupa'da ki şövalyelik kurumlarıyla da bazı noktalarda benzerlikler gösterdiğini söyleyebiliriz. Selçuklu toplumunun genelde gö- çebe olan ana unsuru yeni geldiği Anadolu coğrafyasında bir süre sanat ve zanaatta ikinci sınıfta yer almak durumunda kaldı. Buna bağlı olarak da bölgede bulunan ve yerleşik unsur olan Rumlar ve Ermeniler, esnaf ve zanaatkârlık alanlarındaki hâkimiyetlerini korumuş oldular, fakat Moğol baskısı sonucunda Semerkant, Buhara, Maveraünnehir ve Horasan'da bulunan şehirli unsurlar da Anadolu'ya yığılmaya başladı. Anadolu'ya göç eden bu yeni unsur, belli başlı temel mamulleri üretebilen şehirlilerdi ancak burada yüzyıllardır ticaret yapan ve bu konuda ehil olan Rum ve Ermeni esnafa yetişebilmek için kolektif bir örgütlenmeye gitmeleri bir zaruriyet arz ediyordu. Belirli bir seviyede ve kalitede üretilen malların durumunun korunmasının ancak belirli kurallara uyarak gerçekleşeceğini düşünüp geniş bir yapılanma yoluna gittiler. İşte fütüvvet terbiye ve esaslarının ana çerçevesini belirlediği ahilik yapısının alt yapısını oluşturan dinamikler bunlardı. Oluşturulan dayanışma ve kontrol mekanizmaları, Anadolu'ya gelen bu zanaatkâr unsurun kısa zaman içerisinde ticari hayatta tutunabilmesine imkân sağladı. Türkistan bölgesinden gelen bu yeni unsurun beraberinde birtakım yenlikler getirdiğini de belirtmekte fayda var. Örneğin Horasan'da yaygın olan ve ticari ilişkilerde kullanılan çek sistemi, bu yeni unsur tarafından Anadolu'ya getirildi hatta bir süre sonra Avrupalı tüccarlarla yapılan alışverişlerde de kullanılmaya başlandı.

Bu yeni unsur, var olan siyasi atmosferde de bir taraf olarak yerini aldı. Moğol baskısı altında olan ve yönetiminden memnun kalmadıkları Sultan II. Keyhüsrev'e karşı ayaklandılar çünkü aldıkları eğitim, ahlaki ve mesleki muhtevasının dışında askeri talimi de içeriyordu. Gerektiğinde bir ordu vazifesiyle düzenli kuvvetleri aratmayacak biçimde savaşabiliyorlardı. İçinde bulunulan atmosfer, Moğolların ağır vergilerle Anadolu'yu ezdiği, sömürü ve kargaşanın had safhada olduğu bir devirdi. Ahilik yapısını anlamak adına bu zorlu şartları da göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Devlete söz geçiren bir teşkilat

Fransız Türkolog J.Deny'e göre; yiğit, cömert, eli açık gibi manalara gelen ahiliğin Arapça karşı- lığı "kardeşim" olarak biliniyor. Ahiliğin Anadolu'da kurucusu olduğu bilinen kişi ise adını hemen hepimizin duyduğu Ahi Evran Şeyh Nasrettin. Maveraünnehir'de doğan Ahi Evran, Yesevi geleneğine bağlı isimlerden eğitim almış. Anadolu'ya geldiğinde ise sanat, kültür, meslek ve konukseverliğin ahenkli bir birleşimi olan ahiliğin kurumsal hale gelmesinde önemli katkıları olmuş. Kısa sürede hakkı gözetmesi ve dürüstlüğüyle büyük nam salan Ahi Evran, kurduğu yapının da "ahi babası" olarak kabul edilmiş ve bugün "deri endüstrisi"ne karşılık gelen debbağhanelerin temelini atmış. İlk olarak yemeni, çizme, ayakkabı, eyer, kolan, kuskun, yular, kemer, su kabı gibi eşyaların üretildiği bu debbağhaneler yaklaşık 200 yıl sonra ahiler arasında en kalabalık unsuru meydana getirmiş ve devlet kurumları karşısında her daim en güçlü grubu oluşturmuşlardır. Öyle ki Kanuni'nin başıbozukluk yapan serkeş yeniçerilere karşı debbağları hatırlatarak gözdağı verdiği rivayetler arasındadır.

Osmanlı ilk devir eserlerinde de görüldüğü üzere birçok devlet adamı bu yapının içerisinde yer alıyordu. Selçuklu devlet büyüklerinin ahilere karşı derin bir hürmet beslediği bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi ise, Ahi büyüklerinden Şeyh Edebali'nın kızıyla evlenerek "İhtıyar'üd Din" unvanını almıştır. Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşunda ve ilerlemesinde de ahilerin katkısı yadsınamayacak derecede büyüktür. I. Murad'ın "şed" adlı bir kuşağı beline dolayarak kuşandığı ve ahilerden savaşlarda bir güç olarak faydalanıldığı bilinmektedir. Bunun dışında Osmanlı'nın kudretli vezirlerinden Çandarlı Halil Pa- şa'nın da bir ahi olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.

Ahiliğe dâhil olmanın ritüeli şerbet içmek, şed veya peştemal kuşanmak, şalvar giymekle gerçekleşirdi. Ahilik içindeki esnaf birlikleri ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşuyordu. Çıraklıktan itibaren birlik içinde yükselmek için mesleki ehliyet ve liyakat şarttı. Çıraklar mesleği çok iyi öğrenmedikçe dükkân açamazlardı. Esnaf ve dükkân sayıları, iş aletleri ve tezgâhlar sınırlandırıldığı gibi ihtiyaca göre mal üretimi de esastı. Osmanlı döneminde esnaf birliklerinin idare tarzına çok önem verilmişti. Sanat erbabı içinde en dürüst, en çok saygıya değer olan ve muhtemelen yaşça da büyük olan bir üstat, teş- kilatın reisi kabul edilip kendisine ahi deniyordu. Bunların zanaat mensupları üzerinde şeyh gibi bir nüfuzu vardı. Ayrıca esnaf arasındaki inzibatı temin eden ve yiğitbaşı yahut server denilen bir ikinci reis de bulunuyordu. Bir şehirde mevcut zanaat şubesi sayısı kadar olan ahilerden birisi diğerlerine reis oluyor ve buna "ahi baba" adı veriliyordu. Ahi babalar, genellikle Kırşehir'deki Ahi Evran Tekkesi'ne bağlı olan şeyhler ile bunların çeşitli illerdeki vekilleriydi.

Teşkilata girecek kimse ilk önce bu kitaplarda belirtilen dinî ve ahlaki emirlere uymak zorunda idi. Fütüvvetnâmelere göre, teşkilât mensuplarında bulunması gereken vasıflar vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etme, affedici olma ve tövbe idi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet, hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdendi. Her birimin kendi sandıkları vardı ve her türlü bakım, masraf, borçlanma ve tasarruf bu sandıklardan sağlanırdı.

Konukseverlikte yarış

13'üncü yüzyılda Anadolu'yu boydan boya gezen ve hatıralarını kaleme alan ünlü seyyah İbn Battuta Denizli ve Ladik arasında ilginç bir olayla karşılaşır. Karşılaştığı bu ilginç olayı ise Seyahatnamesi'nde şöyle aktarır: " Şehre girdiğimiz zaman çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan bazı insanların hayvanlarımızı çevirerek dizginlerimize sarıldıklarını gördük. Aniden başka bir grup çıkıp onları durdurdu ve çekişmeye başladılar. Aralarındaki münakaşa uzayınca bazıları hançerlerini çekip ötekilere saldırmaya kalkıştı. Bir taraftan da konuşuyorlardı ama bir şey anlamıyorduk. Korkmaya başladık. Bu adamların yol kesen eşkıya Germiyanlılar olduğu kuş- kusuyla kaygılandık. Öyle ya şehir onlara aitti. Malımıza canımıza kast edebilirlerdi. Sonra Hak Teâla bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona sorduk, bunlar ne istiyor diye. Şöyle cevap verdi: "Bu adamlar yiğit ahilerdir." Bizimle ilk karşılaşanlar Ahi Sinan'ın adamları, sonradan durduranlar ise Ahi Tuman'ın gençleriymiş. Her iki taraf da bizim kendilerine misafir olmamızı istiyorlar, o yüzden çekişiyorlarmış. Gösterdikleri yüksek misafirperverliğe şaşmamak mümkün değil! Sonunda işi kur'a çekme yöntemiyle hallettiler, barıştılar. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine konuk olmamıza karar verildi. Kur'a Ahi Sinan'ın takımına düştü. Sinan bunu haber alınca kendi yoldaşlarından bir grupla bizi karşıladı. Beraberce onun tekkesine gittik. Hemen yiyecek sundular. Dinlendikten sonra Ahi Sinan bizi hamama götürdü. Benim bütün hizmetimi de o görmüştür. Öteki yoldaşlarının üçü dördü de bir arkadaşımın hizmetini üzerine almışlardır. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Çeşitli meyveler, tatlılar ikram ettiler. Yemekten sonra Kuran-ı Kerim'den bazı bölümler okuyan hafızları dinledik. Arkasından hepsi sema etmeye başladı. Gelişimizin haberi hükümdara bildirildi. Hükümdar, ertesi akşam bizimle görüşmek istedi. Onu ve oğlunu ziyaret amacıyla konağına gittik. Tekkeye döndüğümüz zaman Ahi Tuman ve yoldaşlarını karşımızda bulduk. Onlarla birlikte kendi tekkelerine gittik. Ötekiler gibi yemek verdiler, hamama götürdüler, çıktığımızda ise bize gül suyu ikram ettiler. Böylece tekkeye geldik. Yine ötekiler gibi meyve, tatlı ve nefis yiyecekler ikram ettiler. Ziyafetten sonra Kuran'dan bazı bölümler okundu, raks ve sema edildi. Onun tekkesinde de bir süre kaldık."

Yukarıda ki örnekte de görüldüğü gibi aç olana, yolda kalana yardım eden bir meslek grubu olan ve dürüst dayanışmayı esas alan ahilik müessesesi, Anadolu topraklarının güvenli kılınmasında büyük işlev görmüştür. Balkanlar fethedilince orada da aynı şekilde örgütlenmeye gerek devlet gerekse de ahilik teşkilatı büyük önem atfetmiştir. Ülkemizin önemli iktisat tarihçilerinden Ahmet Tabakoğlu'nun da belirttiği gibi; "Türklerin Müslüman olmasından sonra görülmeye başlanan ahi teşekkülleri; bu süreçte toplumun manevi ve fikri tabanını da oluşturmuştur."

Halkla iç içe olan bir sınıf

Ortaçağ Avrupası'nda küçük hisar ve kalelerden oluşan feodalite tarzı yönetimlerde bulunan esnaf sınıfı hem güçsüz hem de organize olma bakımından ziyadesiyle zayıftı. 11'inci yüzyıldan itibaren ise zengin tüccarlar ve zanaatkârlar kendini kısmen de olsa göstermeye başladı. Henry Pirenne gibi Avrupalı bazı önemli tarihçilerin de belirttiği gibi Avrupa'da bu devirde oluşan korporasyon adlı kurumsallaşma, ahi örgütünün örnek alınmasıyla oluşturulmuştur. Ancak Avrupa'da gelişmeye başlayan bu orta sınıf, zaman içerisinde başka gelişmelere de bağlı olarak halktan kopuk bir burjuva kesimini oluştururken Anadolu'da ise durum bunun tam tersi bir istikamette teşekkül etmiştir. Anadolu'nun orta sınıf mensupları olarak tanımlayabileceğimiz ahi tekkeleri; fakirlerin, aç ve kimsesizlerin ziyaretgâhları olmuştur.

BİZE ULAŞIN