Bir bebeği daha az ciddiye almamızı sağlayan sebepler vardır. Mesela çok ufaktır. Ağlama sesi dışında hiçbir gücü yoktur. Ayrıca ne dediğimizi anlayabilir ne de bize anlatabildikleri vardır. Çoğu zaman etrafında olan bitenden bihaber olduğunu düşünürüz. Sanki istediği yahut ihtiyacı olan tek şey karnının doyması ve altının temizlenmesidir.
Çoğu yetişkin için bebeğin 'fert' yahut 'özne' olabilmesi için nerdeyse okula gidecek ve belli oranda başarı gösterebilecek/gösteremeyecek olgunluğa erişmesi gerekir. Hâlbuki bu durum ruhsal gelişim süreci adına çok büyük bir yanılgıdır! Çünkü insandaki 'ben' algısı, doğumdan bile önce başlayan bir süreçtir aslında. Bebeğin istenen bir bebek olup olmaması, adının kim tarafından hangi duyguyla konduğu, anne babasının herhangi bir cinsiyet beklentisinin olup olmaması hatta doğacak çocukla ilgili beklentiler bile -birlikte maça gideceğiz, ben yaşlanınca bana arkadaş olur gibi- ondaki benlik algısını oluşturan faktörlerdir. Buradan yola çıkarak bebeklik döneminin, "Aman canım daha ne anlayacak" demenin çok ötesinde, kişilik bozuklukları başta olmak üzere birçok ruhsal çatışmanın da kaynağı olduğunu söylemek mümkündür.
Bebek doğduktan sonra, göbek bağı ruhsal anlamda henüz kesilmemiş olur. İlk aylar anne ve bebek hâlâ birdir. Eğer bebek istenen bir bebekse ve süreç, annenin düşüncesine uygun bir biçimde ilerliyorsa, anne bebeğinin üstüne düşer. Zihninde sürekli bebeği vardır. Ondan bir an olsun ayrılmak istemez ve enerjisinin tamamını ona ayırmak ister. Anne ve bebek başlangıçta o kadar 'bir'dir ki, bebeğin ne istediğini, ne hissettiğini annesinden başka kimse gerçekten anlayamaz. Bebek için de 'ben' kavramı annesi ve ondan oluşur. Bebek için bu birlik, her şeyden önemlidir. Annesinin rahmindeki güvenli alandan ayrıldığı için, her ihtiyaç duyduğunda yine annesinin tenini, kokusunu, sesini ister. Bu süreç ilk dört-altı ay boyunca devam eder.
Bu süreçte her şey yolunda giderse, yani bebeğin ihtiyacı olduğunda, annesi onu kucağına alıp kavrayarak tutarsa, ona sevgiyle muhabbetle bakarsa ve o ilişkiden keyif alırsa, anne de bebek de belli oranda bir doyuma ulaşır. Bebek annesinin yanında kendini güvende ve değerli hisseder, anne de bebeğine bakım vermekten mutlu olur.
Doyumla beraber anne için de bebek için de bir sonraki aşama devreye girer. Yani bu birlik olan 'ben'den, 'ben' ve 'öteki'ne geçiş…
Bebek, yaklaşık olarak altı ay civarında bu ayrışma süreci için hazır olur. Hatta bunu dışarıdan görmek de mümkündür. Mesela artık desteksiz oturabilir, anne sütü dışında ek gıdayla da beslenebilir, çok daha net görebilir yahut uzanmak istediği nesneye uzanıp onu eline alabilir…
Benzer bir değişim sürecinin annede de olması beklenir. Artık bebeğinin belli oranda bağımsız olmasıyla birlikte anne de kısmen 'kadınlık' rolüne geçiş yapabilir. Bedeni, doğum ve sonrası süreçle beraber yavaş yavaş kendini toparlamaya başlar. Bebeğini birkaç saatliğine güvende olacağı birilerine bırakıp kendine zaman ayırabilir.
'Öteki', 'ben' bütünlüğünden ayrılması gereken bir parçadır
Bebek farkına vardığı bu 'ben' ve 'öteki' ayrımından yani ayrışma sürecinden önce rahatsız olur. Çünkü bu, bir çeşit hayal kırıklığıdır. Artık annesini her istediğinde elde edemeyeceğiyle karşılaşması, ona o kadar da güçlü olmadığını gösterir. Bu hayal kırıklığı öfkeye de neden olur. 7-8 aylık bir bebek her zamankinden biraz daha huysuz, mızmız ve huzursuz olur. Annesinin ayrılığına ağlayarak tepki gösterir.
Ama bu hayal kırıklığının onun için oldukça faydalı bir tarafı da vardır.
Annesinin kısa süreli yokluğuyla beraber çocukta düşünme becerileri de gelişir. Zihninde annesini hayal etmeye başlar. Onun kendinden bir parçanın ötesinde ve 'farklı' olduğu gerçeğiyle karşılaşır. Yokluğunda hayaliyle kendini avutmaya çalışır. Yani, düşüncenin gelişebilmesi için, arzuya istenilen anda ulaşabilmenin gecikmesi gerekir. Çocuk için "İstiyorum, o halde olacak" gücünü kaybetmek, annesinin kendisinin aynısı olduğu zannından sıyrılmak, onun düşünebilme kapasitesini de oluşturmaya başlar. Aksi halde davranışlarına yön veren tek unsur arzuları olur ve gerçeklerden uzaklaşır. O zaman da tamamen 'ben'den ibaret olur ve 'öteki'ni yok sayar…
Anne için de bebeğinden ayrışmak o kadar kolay olmayabilir. Bu süreci zorlaştıran etkenlerin başında, bebeğe yüklenen anlam yatar. Bir anne için bebeği, yaşamının merkeziyse, bu değerli varlıktan uzaklaşmak istemez. Anne için bebeği, kendinin bir uzantısı olmaya devam ediyorsa, o ve kendisi 'aynı' ise, bebeğin de kendine ait bir 'ben' oluşturması zorlaşır. Bu durum, hem ona hem de bebeğine zarar verir.
'Öteki', 'ben' bütünlüğünden zaman içinde ayrılması gereken bir parçadır. Çocuğun kendini özne olarak görüp annesini, kendinden 'ayrı' bir parça olarak algılaması, yani onu 'öteki' olarak görmesi gerekir. Annesiyle kurduğu ilişkiden bazı parçaları içselleştirir ve bunları kendi 'ben'ini oluştururken kullanır. Annesini ötekileştirme süreci, başkalarıyla ilişki kurma biçimini de etkiler. Eğer annesiyle güvenli bir ilişki kurar ve güvenli bir şekilde ayrışırsa, büyüdükçe karşısına gelen başka 'öteki'ler, onun için tehdit edici olmaz. Yeni bir ilişkiye, yeni bir işe başlamak yahut bunlardan ayrılmak, hayatını büyük oranda etkileyecek zorlukta olmaz. Fakat annesinden aldığı ve içselleştirdiği parçalar, ötekine dair güvensizlik içeriyorsa, hayat boyu kurduğu ilişkilerde zorlanır.
Ötekini tehlikeli olarak görmek iki biçimde mümkün olur;
1. Annenin ruhsal anlamda bebeğinin yanında olmaması ve böylece o doyumun sağlanamaması, çocuktaki öteki algısıyla ilgili bir güvensizlik oluşturur. Öteki onun için koruyucu olmaz ve bu nedenle bebek, duygusal yatırımını sadece kendine yapar.
2. Anne ve bebeğin yapışık bir halde olması, annenin bebeğin bütün varlığını istila etmesine ve ona hiç ruhsal alan tanımamasına neden olur. Bu durumda bebekte düşünme ve problem çözme becerisi gelişmez ve bebek bireyselleşemez.
Bebek, zamanla anneyi kendi içine taşır
İçinde bulunduğumuz kültürel ve toplumsal yapıda annelik, her ne kadar bebekle sürekli beraber olmak ve her ânı birlikte geçirmekmiş gibi algılansa da, anne ve bebeğinin belli zaman dilimlerinde birbirlerinden ayrılıp sonra tekrar birleşmeleri, her ikisi için de oldukça geliştiricidir. Anne, bebeğinden ayrı kaldığında ve kendi arzularına zaman ayırdıkça çok daha istekli bir şekilde bebeğine döner. Bebeğin de ihtiyacı olan şey, tam da bu arzu dolu kavuşma sahnesidir. Yani bebek, "Annem gitti ve ben endişelendim ama sonra bütün sevgisiyle tekrar geri geldi" diyebilmelidir. Annesinden içine aldığı bu "Gitsem bile yine geleceğim" yahut başka bir deyişle "umutlu olma, zorluklara karşı dayanabilme gücü" parçası ona, hayat için de bir ders verir: "Bazen işler yolunda gitmez ve ben gelecekle ilgili kaygılar yaşayabilirim. Ama içimde öyle güçlü bir taraf var ki kendime inanıyorum, bir gün her şey yoluna girecek."
Bütün bu işleyişin yaşamın sadece ilk bir yılında oluştuğunu düşünürsek, yazının başında belirttiğim "Aman canım çocuk ne anlayacak" söyleminin ne kadar yersiz olduğu daha net anlaşılacaktır. Çünkü çocuk doğumuyla beraber yaşadığı ilk bir yılda hem kendi hem de öteki ile ilgili ilk temel algılarını oluşturur. Ve bu algılar onda, hayatı boyunca hem kendini hem de karşılaştığı diğer kişileri, olayları ya da işleri nasıl algılayacağıyla ilgili temeli oluşturur.
Klein'ın bu konuyla ilgili çok değerli bir yorumu vardır: "Başlangıçta annenin içinde olan bebek, zamanla anneyi kendi içine taşır."
Kısaca kendi annelerimizden içimize taşıdığımız parçalar, karşılaştığımız her 'öteki'yi algılama biçimimize ama en çok da çocuklarımızla olan ilişkimize ve çocuklarımızın bizden aldıkları parçalara dair çok şey söyler…