Yaptığı filmlerle adından sıkça söz ettiren ve kendine has tarzıyla birçok kesimin beğenisini kazanan yönetmen Derviş Zaim'le sinema, sanat ve öteki üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. "İnsanın kimliğini oluşturabilmesi adına hep bir ötekiye ihtiyaç olduğunu fakat bunu kangrenleştirmemek gerektiğini" belirten Zaim, filmlerinde her zaman; "başkalarını ötekileştirme süreçleriyle ilgili olarak sorular sormaya çalıştığını" söylüyor.
Önce sinema geçmişinizden başlayalım. Sinemaya nasıl başladınız?
1996'da Tabutta Rövaşata ile film yapmaya başladım. Daha önce bir romanım vardı; adı Ares Harikalar Diyarında. Ondan sonra sırasıyla dokuz tane film yaptım, bir de belgesel.
Filmlerinizde edebi yön çok kuvvetli. Neden sinemayı tercih ettiğinizi merak ediyorum.
Şöyle söyleyebilirim; sinema kendini ifade etmenin bir yolu. Sinemayla uğraştığınız zaman hem kendinizle hem de başkalarıyla konuşabilme şansını koruyabiliyorsunuz. Bu da beni cezbeden durumlardan bir tanesi oldu.
Şöyle bir sözünüz var: "Benim filmlerimde birbirinden farklı gibi duran kültürel yapıların birbirleriyle dialoji içinde olabilme ihtimali beni heyecanlandırıyor." Buradan yola çıkarak yaptığınız filmlerde insanların zihinlerindeki öteki algısını yıkmaya çalışıyorsunuz diyebilir miyiz?
Bu çok yanlış değil. Özellikle ortalıkta bizi saran öteki algısıyla ilgili olarak sorduğum sorular hep var, hep oldu. Başkalarını ötekileştirme süreçleriyle ilgili olarak sorular sormaya çalıştığım ve böyle bir eğilimim olduğu söylenebilir.
Sizce öteki nedir?
İnsanın kimliğini oluşturabilmesi için her zaman bir ötekiye ihtiyaç duyduğu söylenir, fertler bazında da, toplumlar bazında da... Bir tahakküm ilişkisine yol açıp bunu kangrenleştirmeyecek şekilde tutabilmenin imkânlarını zorlayarak devam ettirmek gerekiyor, belki de sağlıklı olan şey bu.
Üçlemenizde kendinize has, daha bizden ve geleneksel sanatlarımızı işlediğiniz bir dil oluşturduğunuzu görüyoruz. Bizim kendimize ait sinema dilimizi oluşturmamız için ne yapılması gerekiyor?
Bu çağda bütün yönetmenlerin benzer biçimde film yapabileceği bir yordamlar bütünü ne derece mümkündür, emin değilim. Ama her yönetmenin kendi türküsünü söyleyebilme şansını ve hakkını sabit tutarak bu yönetmenlerin üzerinde duracakları ortalama bir vasat olsa ve bu vasat geliştirici, potansiyeli ortaya çıkarıcı bir platform olsa hiç fena bir şey teşkil etmez diye düşünüyorum.
Nedir bu vasat sizce?
Bu topraklara basan bir sinema yapabilmek ihtimali beni her zaman çekmiştir. Bu nedenle, referans sistemini bu topraklardan alan, bu atmosferden alan bir sinemanın mümkün olup olmadığı sorusunu kendime sormaya gayret ettim. Yapmaya çalıştığım filmlerin kökeninde bu tip sorular var. Bunu da özellikle dışarıdan bize dayatılan kalıpların bire bir alınıp uygulanması formülüyle yetinmememiz gerektiğini düşündüğüm için yaptığımı söylemem gerekiyor. Ama bunu yaparken de; "Batı'dan gelen her şey kötüdür, şuradan gelenler iyidir" gibi bir ikiliğin içine hapsetmedim kendimi.
İki anlayış var. Birincisi, Batı'nın ilmini alalım, kültürünü almayalım diyor ikincisi ise Batı'dan gelen her şey iyidir diyor. Bu ikisi arasında denge nasıl kurulabilir. Çünkü nihayetinde kamera dediğimiz alet bize ait olmayan bir şey. Bize ait olmayan bir aletle bizi nasıl anlatabiliriz, bizim sinemamızı nasıl yapabiliriz?
Eğer referans sistemlerini mümkün olduğu kadar bu topraklardan almaya çalışır ve bunun temel aldığı öncüllere de bağlı kalıp bu süreçleri şeffaflaştırarak bir inşa faaliyetine girersen, o inşa faaliyetine ilişkin olarak mesafe alma duygunu geliştirirsen iyi bir başlangıç yapmış olursun. Ama bunu yaparken dediğim gibi 'ben ve ötekiler', 'ben ve onlar' ikileminden mümkün olduğu kadar kaçınmak gerekir. Bu ikilem bazen bazı çağlarda, bazı dönemlerde insanı baştan çıkarıcı bir şey olabilir. Ötekiler bulmak ve bu ötekileri taşımak, kurcalamak sürecinden bahsediyorum. Bu tehlikelidir. O dönem geçer, sel geçer, siz ortada kalırsınız. Yaptığınız şeylerin hiçbir insani tarafının olmadığını görürsünüz. Özellikle bu tehlikelidir. Ötekileştirme adını verdiğimiz süreç, yaşantımızın olmazsa olmazlarından biridir. Ama her ötekileştirmenin yarattığı paradoksta olduğu gibi burada da insanın, o sürecin içerisinde yaşadığının farkında olarak hayatını devam ettirmeye çalışmasında yarar vardır. Aksi takdirde insan yaşadığı sürecin kurbanı olur, süreç onu bir dereye katıp sürükler. O akıntının içerisinde gider; ne olduğunu, kendisine ve başkalarına ne yaptığını anlayamaz. Akıntı aslında kötülüğü besleyen bir şeye doğru da değişebilir, dönüşebilir. Her zaman böyle olacak diye bir kural yok tabii ki. Ama böyle bir istidadı her zaman vardır ötekileştirme sürecinin.
Antalya Film Festivali gibi büyük festivallerde genellikle görünen şu oluyor: Çok elitist bir dünya… Kars'ta filme merakı olan bir çocuğun gelip de orada film süreçlerine girmesi zor. Yerli ve milli olmaktan bahsedip duruyoruz, bu mekanizmaları halk çocuklarına ne zaman açacağız?
Bir piyasaya girmek, piyasada tutunmak, piyasanın eğlenme koşulları, insan kabul etme koşulları gibi meseleler söz konusu olduğunda ABD de, Fransa da, Türkiye de çetin cevizdir. Çünkü sinema piyasası zor sektördür. Herkes hemen bir yerlere gelmek ister. Hatta şunu söyleyeyim; başka ülkelerle kıyaslandığında daha kolaydır Türkiye'de piyasaya girmek. Amerika'da film yapmanız için epey bir kulvardan, koridordan, odadan geçmeniz gerekir. Türkiye'de nispeten daha kolaydır. Türkiye'de sokaktaki insanların kendilerini birden bire, birkaç sene içinde sinemacı olarak bulmaları çok daha kolaydır. Bu aslında eleştirilmesi gereken bir durum. İnsanlar bu kadar kolay film yapabildikleri için ortada bir iş yapma yordamı, iş ahlakı var mıdır, yok mudur tartışmaları ortaya çıkıyor. Elbette yapılması gereken, aşılması gereken meseleler var. Burada hem devlete hem de yerel yönetimlere birtakım görevler düştüğünden bahsedilebilir ama her şeyi yerel yönetimlere yahut devlete indirgerseniz de hata etmiş olursunuz. Çünkü bu iş şahsi bir iştir. İnsanın kendi kendini yetiştirmesiyle, geliştirmesiyle ilintili olan bir şeydir. Asla demokratik bir süreç değildir. Çünkü sanatsal yaratıcılık söz konusu olduğunda insanlara başlangıçta şartların eşitliğini, demokratikliğini sağlamak gibi bir eğilim içerisinde olmanız gerekmektedir. Ondan sonrası, geri kalan süreçte insanların şahsi çabaları ve yetenekleriyle ilintilidir. Hayata nasıl baktıkları, ne kadar çalıştıkları, ne kertede ilişkiye sahip oldukları, bu ilişkiyi nasıl yarattıkları, anlamlandırdıkları, hangi çerçeve içerisine oturttukları gibi sonsuz bileşenlerin getirildiği durumlar insanların başarılarını etkiler.
Antalya Büyükşehir Belediyesi geçen sene festivalin ana temasını 15 Temmuz olarak açıklamıştı. Dolayısıyla bir beklenti doğmuştu. Ama festivalde ne bir 15 Temmuz havası vardı ne de ona dair içerik. Ödülünü 15 Temmuz şehitlerine ithaf eden bile olmadı. 15 Temmuz gibi bizim için hayati önem arz eden bir konuda hep siyaseten oldu-bitti kısmında mı kalacağız, sanat üretimi nasıl olacak?
Antalya Film Festivali olduğunda 15 Temmuz'un üzerinden üç ay geçmişti. O kadar kısa sürede, kısa film ve belgesel hariç, sinema alanında birtakım şeylerin kendini göstermesini beklemek safdillik olur, kolay değildir. Dolayısıyla zamanın çok kısa olmasından kaynaklanan bir ürün görememe durumu söz konusu olmuştur orada. Bunun dışında 15 Temmuz'la ilgili tanıklıklar falan… Bunun altının çizilmesi meselesine ilişkin olarak bir şey söylemem çok mümkün değil, çünkü bu gözle bakmadık. Önemli bir şeyin yaşandığı kesin.
Ayrıca festival adına da olumlu olumsuz bir şey diyemem çünkü şu an hatırlamıyorum. Festival bunu istemiş olsa bile seyircide bunun karşılık bulabilmesinin başka koşulları vardır, yeterince tanıtımı yapıldı mı, neyle karşılaşacaklar, bu tanıtımlara gittikleri zaman, organizasyonlara gittikleri zaman bekledikleri şey neydi, neyi bekliyorlardı, neyi bulamadılar gibi bir sürü meseleyi burada konuşmamız gerekir. Hem bunlara yanıt verebilecek bilgilerden yoksunum hem de festival yöneticilerinin ne kertede onu tanıttıklarına ilişkin bilgiye sahip değilim. Önemli bir konu olduğunu biliyorum, bu konuyla ilgili işlerin, filmlerin yapılması gerektiğinin farkındayım ama konuyla ilgili olgun filmlerin yapılması için birkaç yıl beklemek gerekiyor. Bu birkaç yıl iyimser bir tahmin. Olgunlaşabilmesi için mesafe alınması gerekiyor. Mesafe alabilmek için de hem zaman lazım hem de meselenin biraz soğuması gerekiyor.
Böyle önemli olayları anlatırken bu yapımların siyasetle ilişkisi nasıl olmalı?
Tarihi şahsiyetlerle ilgili her iş insanlarda soru işaretleri yaratır, yaratmaya da devam edecektir. Çünkü Türkiye'de siyaset birçok şeyi yutuyor. Siyaset birçok şeyi yuttuğu için, kültürü yuttuğu ve kültüre dans edeceği alan bırakmadığı için, "Benim adım Hıdır, elimden gelen budur." Birçok şey siyasetle ilintili olduğu için, ondan bağımsız olamadığı için ya nefret edenler oluyor ya hayran olanlar. Biz bu durumun çok dışında kalıyoruz. Sürekli bir bayraktarlık yahut tehdit söyleminin dışında durmaya çalışıyoruz. Ama şu kesin ki, bizim kültür olarak grinin tonlarını konuşuyor olmamız gerekir. Grinin tonlarıyla ilgili tartışmalar merkeze oturduğu zaman anlayın ki artık normalleşmeye başlamışızdır.
Tarihimizde büyük olaylar yaşadık ama düzgün bir iş oldu diyeceğimiz bir film hâlâ yok. Dizi falan yapılmaya çalışılıyor şu an ama mesela bir Çanakkale filmi yok. İstanbul'un fethi yapıldı, sonuç neredeyse bir faciaydı. Entelektüel alt yapı da yok. Elimizdeki teknik imkânlar mı yetersiz? Neden yapamıyoruz?
Buna çok boyutlu bir yanıt vermem gerekiyor: Öncelikle teknik alt yapı var ama teknik alt yapı yetmez. Çünkü teknik alt yapının senin istediğin sonuçları doğurabilmesi için zamana ve maddi kaynağa ihtiyaç var. Zaman ve maddi kaynağın eş güdüm içerisinde kullanılması ve üstesinden gelinmesi gerekiyor.
Bununla birlikte ideolojik kaygıların ve günlük siyasetin sanatı yönlendirmesine izin vermemek lazım. Bir siyaset her şeyi yiyip bitirirse, sağcısı da solcusu da bunu sadece bir siyasetten ibaret olarak görüyorsa ve sanata kendisini yeşerteceği, büyüteceği bir alan bırakmıyorsa, güzellemeden ibaret bir iş yaparsınız. Bu güzelleme de ya Ali'ye ya Veli'ye gider. Ali nefret eder, Veli çok sever. Bunun dışında nüanslara sahip olan farklı işler yapabilmek ve bunu da biçim ve içerik olarak geliştirebilmek için sizin bağımsız durabilmeniz gerekiyor, bağımsız olmayı becerebilmeniz gerekiyor yahut bağımsız durabilecek kadar küçük bütçelerle idare edebilecek şekilde bir yapım tasarımına gidebilmeniz gerekiyor.
Sinema eleştirmenliğini şu anda nerede görüyorsunuz Türkiye'de?
Ortalıkta derinlikli yazı yazabilecek ana akım bir platform kalmadı. Öyle bir platform pek az, hatta yok. Derinlikli yazıları sadece bloglarda yazabiliyorsunuz. Bloglarda yazılan derinlikli yazıların da bilinebilir, görünebilir, insanlara ulaşabilir olması gibi bir problemle karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Bir paradoks yaşanıyor şu an. Böyle olduğu zaman da kötü eleştirmen iyi eleştirmeni kovuyor.
Derinlikli eleştirilerin olmamasının sebebi eleştirmenlerin eksikliğinden mi kaynaklı yoksa sosyal şartlar gereği mi?
Böyle bir soruya yanıt verirken şöyle bir şey diyemeyiz: Bu adamlar kendini kötü yetiştirdi yahut bu işten anlamıyorlar dememek lazım. Kategorik olarak böyle bir şeyi reddetmek lazım. Tek tek fert olarak kendini iyi yetiştirmiş eleştirmenler olabilir. Bunların zaman içerisinde nasıl geliştiklerini, nereye doğru evirildiğine baktığınız zaman şartları görebiliyorsunuz.
Tabutta Rövaşata filmini neredeyse bütçesiz çektiğinizi biliyoruz. Bu filmden sonra Derviş Zaim sinemasının dili değişti. Derviş Zaim'in bulmak istediği nedir? Neyi arıyor? Çünkü her filmde üzerine bir şey koyduğunuzu ve daima bir şey aradığınızı görüyoruz.
Yelpazemin geniş olması ve farklı işler yapıyor olmak beni mutlu ediyor. Mesela hem yapım hem içerik hem de yaklaşım olarak birbirinden farklı gibi duran filmler yaptım. Ama iyi ki de öyle yaptım. Üstelik bunları lineer bir çizgi üzerinde gerçekleştirmedim. Altıncı filmi yaptıktan sonra yedinci filmim Devir'de, Burdur'da yaşayan üç tane çobanı oynattım. Ve de çok küçük bir ekiple yaptım bunu. 2013 civarlarında çektiğim o filmde şartlar, Tabutta Rövaşata filmindeki kadar gerilla şartları olmasa bile ona çok yakın şartlardı ve böyle olmasını özellikle istedim. Şimdi çekeceğim bir başka filmimde de aynı gerilla koşullarıyla iş yapmak istiyorum ama bütün bunlar olurken düzenli ordu diye tabir ettiğimiz yordamla yaptığımız filmler de var. Cenneti Beklerken, Gölgeler ve Suretler, Balık ve Rüya gibi filmlerde de çağdaş sinema üretimi bağlamında Türkiye'de İstanbul'da film yapmaya çalışan bir yönetmenin yapması gereken birçok şeyi eksiksiz yerine getirmeye gayret ediyorum. Verdiğim örnekler sadece yapımla ilgili örneklerdi. Yapımla ilgili örneklerin ne kadar farklı olabileceğine dair size fikir vermeye gayret ediyorum. Aynı şeyi içerikle ve biçimle ilgili olarak da söyleyebilirim. Bütün bunların amacı ne? Bunu benim söylememem gerekiyor aslında ama şunun altını çizeyim. Yelpazemin geniş olması, çok farklı zamanları ve zeminleri kuşatabiliyor olması, onlara el veriyor olması, açılabiliyor olması beni mutlu ediyor. Çünkü hepsini bir anda yapabiliyor olduğumu düşünüyorum. O stillere selam durduğumu düşünüyorum. O yapım yordamlarına selam durduğumu düşünüyorum. Bunların hepsi de daha zengin bir filmografi demek oluyor.
Mütedeyyin kesimde sinema yapan insanların bazıları; "Sinemanın şu şu kuralları var, biz bu kurallara uyamadığımız için başarılı olamıyoruz" gibi şeyler söylüyor. Hâlbuki çok minimal olup başarılı olan filmler var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunlar bahane. Yani ilke olarak, kategori olarak her türlü sansüre karşıyım bunun bilinmesini isterim ama sansürü bilinçli yahut bilinçsiz kullanıp kendilerine bahane üreten insanların da varlığının farkındayım. Bir kere sinemada yazılmamış ama kendinize koyacak sansürleriniz varsa zinhar şunu göstermem filan diyorsanız, dost meclislerinizde de arkadaşlarınıza 'biz yapamıyoruz çünkü belli konulara girmek bizim için tabu, o yüzden biz düzgün bir iş yapamıyoruz' diye serzenişte bulunuyorsanız, bu dürüst olmadığınız anlamına gelir çünkü yetenekli bir adam kendisini kuşatan her türlü kısıtlamayı şu ya da bu şekilde aşar. Aşmanın yolunu ve dilini bulur. Tek düzelikte, sınırlayıcılıkta, kısıtlayıcılıkta yaratıcılığı kamçılayan bir şey vardır. Her türlü yaratıcılık o sınırlamaları, o yasaklamaları aşabilir. Aksi takdirde o sinemacı değildir.
Yetenek bunu aşabilir yani?
Türkiye'deki sinema pazarında böyle bir algı var anlamında söyledim. 'İlla bu sahneleri koymalıyız ki bu işler tutsun.' O algı da bence sıkıntılı öbürü de problemli.
Rüya'yı Büyükçekmece'de Sancaktar Camii'nde çektiniz. Ben bu camiyi ilk hangi yönetmen keşfedecek diye bekliyordum. Sizin keşfetmeniz de çok şaşırtıcı olmadı. Sizin o camiyi seçme nedeniniz neydi?
Emre Arolat'ın ofisinden 2013 Mart gibi beni aradılar. Sancaktar Camii bitmek üzereydi, inşaat ortaya çıkmıştı ama yapımı hâlâ devam ediyordu. Londra'da bir sergide caminin sergilenmesi için görsel dokümantasyon süreci söz konusuydu. Beraber iş yapıp yapamayacağımızı sordular, öyle haberdar oldum. Ben genel olarak dizi, reklam yahut tanıtım yapmıyorum ama camiyi görünce aklıma başka bir fikir geldi. Mimariyle ilgili bir film yapmak gibi bir niyet içindeydim, yazdığım bir senaryo da vardı ama senaryodan memnun değildim, o yüzden çekmemiştim. Ama Sancaktar Camii'ni görünce günümüzde ayrıksı bir örneğinin karşılığı olduğunu görünce bu ayrıksılığı, çatışmayı oluşturabilecek meyvelerden birisi olarak kullanabileceğimi hissettim. Ayrıca saygın bir mimarın elinden çıkmıştı, eserin saygın olduğu çok açıktı. Dolayısıyla bir şeyler yapabilme imkânım olan güçlü bir esin kaynağı olarak gördüm camiyi. Ondan sonra, onun üzerine ne yapabileceğimi düşünmeye gayret ettim. Daha evvelki filmlerden gelenekle ilgili yaptığım diğer üç filmden elimde duran metodolojik ipuçları bu film içinde söz konusu oldu, onları kurcalamaya başladım. Sonuçta ortaya bir senaryo çıktı ama bu senaryo çıkarken de; "camiyi gördüm, bir senaryo yazdım, çekmeye başladım" şeklinde olmadı. Zaman içinde değişti, hep değişti. İnşaatta film çekmenin getirdiği zorluklarla da değişti. Benim meseleye bakışım oraya girdikten sonra yapılan çekimlerin bağlamında da değişti. Çok zorlayıcı bir süreç oldu benim için onu söyleyebilirim.
Teşekkür ederiz.
DERVİŞ ZAİM KİMDİR?
1964 Kıbrıs Limasol doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletme okudu ve Birleşik Krallık Warwick Üniversitesi'nde Kültürel Çalışmalar dalında master yaptı. İstanbul'da yaşamakta ve çeşitli üniversitelerde sinema konusunda ders vermektedir. Yayınlanmış bir romanı olan Zaim, Ares Harikalar Diyarında adlı ilk romanıyla 1995'te Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. İlk filmi olan Tabutta Rövaşata (1996) ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül kazandı. Rüya, Balık, Devir, Gölgeler ve Suretler, Nokta, Cenneti Beklerken, Çamur, Filler ve Çimen ve Tabutta Rövaşata, yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı filmler.