İnsanın varoluşuna bir neden bulma arzusu ve bu dünyada oluşuna anlam arayışı esas olarak kendi iç dünyasına yönelişiyle başlar. Özellikle Lacan'ın 'büyük öteki'yle karşılaşıldığında öznenin varoluşunun nasıl izah edileceği ve öteki karşısında öznenin özgürlüğüne çağrısı: "Ben niye senin olduğumu söylediğin şey olayım ki?" sorusunda gizlidir. Lacan, bu sorunun arkasında yatan varoluş kaygısını öteki ile karşılaşma sürecinde öznenin (bedenin) parçalanışı üzerinden açıklar. Aslında açıklıyormuş gibi yapar demek daha doğru olur zira psikanalizini Hegel'in felsefesi üzerinden temellendiren Lacan, bilmecelerle yüklü bir metin inşa eder. Özgür Öğütcen'in "Orada Olmayan Şey" adlı makalesinde de belirttiği gibi Lacan'dan önce hiç kimse imgeseli, simgeseli, gerçeği, ötekini, babanın adını, fallusun işlevini, ayna evresini, bakışı, kadının ve cinsel ilişkinin olmadığını; kadının erkeğin semptomu olduğunu öznenin kendiliğini biçimlendirirken belirleyici referans noktaları olarak böylesine iç içe işlenmiş şekilde bahsetmemiştir. Bu kavramlar felsefenin teorisinde vardı ama psikanalizin vaka inceleme pratiğinde birbiriyle organik bağ içinde kullanılmıyordu. Bu nedenle Lacan'ın kavramsal çözümlemelerine her yöneldiğinizde simgesel alan labirenti içinde yolunuzu kaybediyorsunuz. Yolunuzu bulmak için labirentin bir köşesini referans alıp 'öteki'nin kılavuzluğuna ihtiyaç duyuyorsunuz. Bu durumu göz önünde bulundurarak 'büyük öteki' ile özneleşme ve bakış praksisi referansı üzerinden ilişki kurmaya çalışacağız.
Öteki kimdir, nedir?
Lacan genel olarak, iki tür öteki oluştan bahseder. İlki objet petit a (buradaki 'a' 'other'(diğer) anlamına gelen Fransızcadaki autre işaret eder) dediği benliğin oluşturulması sürecindeki ilk yıllarda imgesel alanda kurulan fantezinin nesnesidir. Bunun merkezinde 'ayna evresi' yer alır. Çocuğun benliğini inşa edişi sırasında aynada gördüğü yansımasından hareketle altı yaşına kadar (Freudçu yaklaşımla) imgesel düzeyde ve sonrasında ise simgesel düzeye geçemeyen patolojik benliklerde 'ben'in dışında var olan her şey ötekidir, her şey yabancıdır. Diğer öteki ise gerçekten tam anlamıyla neyi içerip içermediği düz bir okumayla anlaşılmayan simgesel alana ait bir tanımlamadır, iç ötekidir, 'ben'in bilinçdışıyla farkına vardığı ama bütünüyle bilinçli olarak tanımlayamadığı ötekidir. Arzular, tutkular, idealler, tanrı, devlet, yasa bu öteki tarafından içerilir. Öteki bir karşıda duran değil yönelinen, var olunan simgesel düzenin temsillerinin toplamıdır. Öteki, kendisi dışındaki her şeyi gören olarak tüm arzunun mekânıdır. Bu 'mekân babanın' adı yani devlet, tanrı, yasa kısaca özne için simgesel düzeni temsil eden herhangi bir şeyle kuruludur.
Objet petit a kadın yahut erkek ama 'ben'in dışındaki bütün somut bireylerdir ve öznede eksik olandır, komşular, dostlar yahut düşmanlardır. Büyük öteki ise kültür, toplum, gruplar, tanrı, devlet, yasalar gibi daha üst bir anlam örgüsünü temsil eder. Bu tanımlar teorik çerçeveyi sunuyor. Fakat bireyin kendini gerçekleştirmesi, varoluşunu konumlandırması ve anlamlandırması açısından bakıldığında küçük öteki ben bilincinin 'sağlıklı' bir şekilde oluşmaya başlamasıyla çocukluğun ilk yılları itibariyle görevini tamamlamış oluyor peki ya büyük öteki?
Bakış, özne ve büyük öteki
Çağımızın mottosu, kartezyen öznenin görme ve seyir üzerinden yeniden kurulmasıyla ortaya çıkar: "Seyrediyorum-izliyorum (ve dahi dikizliyorum) o halde varım"… Tam da bu motto bizi Merleau Ponty'nin, "Görmek sahip olmaktır" iddiasıyla karşı karşıya getirir. Görmenin ve özellikle seyretmenin bu dayanılmaz yükü, 21'inci yüzyıl felsefelerinin görme merkezli özne metafiziklerinin dayanağını oluşturmaktadır.
Burada görme, seyir ve bakış arzunun etkisi ve bilinçdışının yansımasıyla farklı anlam katmanlarına işaret etmektedir. Göz ve bakış diyalektik bir ilişkide birbirlerini açarlar. Bu açılma Lacan'a göre en açık ifadesini resimde bulur, resim görünüşle gerçeği bir yandan karşı karşıya ve bir yandan da iç içe getirir ve bu aslında bir aldanmadır. Bu aldanma bakışın bilinçdışının ve bizzat göz iştahının yatıştırılmasının yöntemidir. Burada öznenin ötekiye dair kapılarını aralayan görme değil bakıştır…
Özneyi görünürlük alanında temel olarak belirleyen ötekinin bakışıdır. "Baktığım (şey) hiçbir zaman görmek istediğim değildi" çünkü görme, Lacan'ın ifadesiyle biçimin oluşması, sadece öznenin bakışına dair bir şey değildir. Aynı zamanda onun beklentileri, hareketleri, sancıları, kaslarındaki ve damarlarındaki duyguları kısacası varoluşunu kuran bütün yönelmişlik durumudur. Aslında bir insana yahut bir şeye baktığımızda gördüğümüz onun gerçekte ne olduğunun yalnızca küçük bir kısmıdır. O insana yahut o nesneye bakışımızı biçimlendiren içinde bulunduğumuz duygu durumumuz, o insanla, o nesneyle olan geçmişimiz, arzularımız, tecrübelerimiz, bakışta ortaya çıkan o anki durum ile ilgili beklentilerimiz ve önyargılarımız bakışımızın geri kalan büyük bölümünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla görmede yani bakışta arzuyu, orada olamayan ama olması isteneni oluştururuz. Öznenin özneyle ilişkisindeki bu ilk bakış bazen haset yüklü kem göz ve yok ediş oluyor. İkinci bakış ise ötekinin özneye bakışı ve öznenin ötekine yönelik arzusudur ki bu bakış, seyirdir yahut en utanç vericisiden bir 'dikizlemedir'. "Baktığım hiçbir zaman görmek istediğim değildir" yahut "Hiçbir zaman seni görmek istediğim yerden bakmıyorsun bana." O nedenle 'görmek sahip olmaktır', o nedenle 'dikizlemek' gözün iştahını doyurmaktır ve aslında seyretmek çağımızda var olmaktır.
Büyük Öteki'nin arzusunda ve bakışında özne olmak
Hegel'in felsefesini merkeze alan Lacan, öznenin özneleşme sürecinde Hegel'in efendi-köle diyalektiğini simgesel alana taşıyarak yeniden formüle eder. Zeynep Direk'in "Butler ve Hegel: Arzu, Tanıma ve Akrabalık" adlı yazısında da belirttiği gibi Hegel, efendi ve köleyi yaşamın içinde karşılaşan iki bilinç olarak kabul eder ve diyalektiği ilk olarak buradan ölüm üzerinden kurar. Bu bilinçlerin tanınmayı arzulayarak bir ölüm kalım savaşına giriştiklerini hayatını riske atan ve salt yaşamayı önemsiz gören bilincin efendi, ölüm korkusuna kapılıp ötekinin karşısında geri adım atan bilincin ise köle olacağını açıklar. Diyalektiğin ilerleyen aşamalarında ise Hegel, efendinin ötekisi olan köle olmadan özgür bir bireye dönüşemediğini bu nedenle asıl özgür olanın köle olduğunu çünkü var olmak için bir ötekiye ihtiyaç duymadığını ortaya koyar. Buradan hareketle Lacan biraz da Sartre'ın etkisiyle öznenin özünün yer kaplayan olmak olmadığını, özneyi gerçeğin düzeninin ötesinde var olan bir düzende, 'sembolik düzen' adını verdiği düzende ifade edebilmesi, kurabilmesi olarak tanımlar. Lacan'a göre, öznenin özneleşmesi daima büyük ötekiyi önceler. Lacan, büyük ötekinin bakışında ve simgesel düzeyde büyük ötekiye yönelen arzudan önce insanın ben olarak var oluşunu ayna deneyimiyle başlatır ve böylece kartezyen özne merkezli felsefelerin karşısına parçalanmış, Heideggerci ifadesiyle 'yarılmış özneyi' çıkarır ve akıl adına her türlü kutsanmışlığı reddederek arzuyu merkeze alır. Çünkü ona göre; "Psikanalitik'in bilinçdışı öznesi 'başkaları' aracılığıyla ve ötekiyle bağıntılı olarak varlığa gelebilir." Lacan'a göre "Özne, ötekinin mekanında açılır, ötekine arzuyla yönelir…"
Özne hem kendi bakışı hem de büyük ötekinin bakışıyla nesneleştirilendir. Bu nesneleştirilmeden dolayı özne içine doğduğu anlam dünyasıyla ilişkisini hiçbir zaman bütünlüklü ve tam olarak tecrübe edemez. Onun sınırlarında dolaşır, Lacan'ın ifadesiyle, "Ben sadece kendi bakış açımdan görürüm ama varoluşum her açıdan bakışın nesnesidir. Bu bakışı göremem ama hissederim. Lacan için özne, gördüğü halde kendinin bütün var oluşunu gören bakışı görmez ancak o bakışı hisseder. Bu nedenle kendimi gördüğümü görüyorum ifadesi özneyi kendine dair hakikatte kırılma noktasına taşır, absürttür."
Dil ötekiyle kurulan bağdır
Görmekten bakışa ve seyre, imgesel düzenden simgesel düzene geçen özne, dilin ve ötekinin alanına girmiştir ve artık parçalanmışlığını ve aynı zamanda bölünmüşlüğünü apaçık yaşar. Ayna deneyimiyle başlayıp fallus arayışıyla annesine yönelen ve sonra annesinin fallus eksikliğini giderdiği nesneye dönüşen öznenin bu süreçte imgesel özdeşlemeyle yaşadığı bütünlük hissi simgesel özdeşleşme sürecine geçtiğinde babanın adıyla, ötekiyle birlikte dağılmış, arzuları bastırılmış ve/veya yer değiştirmiştir.
Simgesel düzende babanın adıyla birlikte özne artık parçalanmış bir öznedir. Kendi arzularını olduğu gibi ortaya koyamaz çünkü arzu ötekinin bakışı üzerine kuruludur, bakışın mekânıdır.
Özne bilinç dışına itilmiş ve bastırılmış gerçek arzularını ya imgesel düzende fanteziyle yahut simgesel düzende bilinçdışının söylevi olan ötekiyle içselleştirecektir. Bu aşamada fantezi, analiz edilemeyen, yoruma direnen atıl bir inşa, engellenmiş, bütünleşmemiş, tutarsız, nüfuz edilemeyen bir ötekiye işaret eder. İmgesel düzenin fanteziyle ortaya çıkan bu durumu ötekideki ulaşılamayan yahut daha doğru bir ifadeyle konuşulamayan boşluğu yani gerçeklik düzenini doldurur ve özneyi simgesel düzene dil ve anlamın çatışma alanına iter. Lacan'da dil imgesel düzende fanteziyle, simgesel düzende bilinçdışıyla ve gerçeklik düzeninde ise konuşulamayanla ilişkilendirilir. Lacan'da dil ötekiyle kurulan bağdır. Dil olmaksızın bilinçdışı diye bir şey olmayacağından, arzumuz dil aracılığıyla varlığa gelir. Bu nedenle bilinçdışı arzu ve öteki sembolik düzen ile ilişki içinde ortaya çıkar. Arzularımızı dil ve başkalarının arzuları aracılığıyla konuşmaya mahkûm olduğumuz süreçte de bilinçdışı, ötekinin söylemidir.
Sonuçta…
Parçalanmış özne bakışını ötekinin iktidarını bir an için paranteze alarak kendi içine çevirebildiğinde, yani seyrini kendine doğru yönlendirdiğinde anlamsızlığını, yabancılaşmasını ve yersiz-yurtsuz oluşunu yerli yerine oturacaktır, tam anlamıyla tecrübe edecektir. Kendiyle yüzleşilmeden, 'objet petit a' ile karşılaşmadan, anne ile bütünleşmeden, baba adıyla ayrışmadan yahut kendi içine görüşü yöneltmeden ötekine ulaşamayacaktır, özne bunları özne olarak var oldukça gerçekleştiremez ancak ötekinin yönelimini, bakışını hisseder ve böylece parçalanmış var oluşunu kabul eder. Çünkü bakışın, seyrin iktidarı şeylerin gerçek kimliğini, gerçekte ne olduklarını gizler, örter. Örtüyü kaldırıp şeylerin çıplak gerçeklikleriyle yüzleşmek ancak bakan kişinin kendine yönelmesiyle, sembolik düzenin dilini öznenin kendine bakışının dışından duran her türlü araçsallıktan arındırılmış imgeler üzerinden yeniden kurmasıyla mümkündür. Camus'un Sisifos Söyleni'nde dediği gibi "Dua, düşüncenin üzerine karanlık basınca başlar." Özne ötekiyle tam anlamıyla karşılaştığında yani içe refleksif dönüş yaptığında bütün eksiklikleri, arzuları ve parçalanmışlıklarıyla yüzleştiğinde özne olur.