Ahmet Tabakoğlu İslam İktisadına Giriş kitabında şöyle yazar: "Batı kendi içerisinde belli bir bütünlüğe sahip olduğu kadar anlamlıdır da. (…) Batı toplumlarını oluşturan fertler doğumlarından ölümlerine kadar belli bir bütünlüğü yaşarlar. Bir Müslüman'a, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, kendi kültüründen çok Batı kültürünün unsurları anlaşılmadan aktarılmaya çalışılır. Sonuç; Müslümanların kültürel bölünmüşlüğü, zihinlerinin berrak değil karışık oluşudur."
Tabakoğlu'nun tarif ettiği durum, Batı-dışı toplumların tamamının yaşadığı ruh ve zihin halinin bir özeti gibidir. Bu hali Daryuş Şayegan 'yaralı bilinç' olarak isimlendirmiştir. Celal Ali Ahmed'in 'Batılılaşma hastalığı'nı, Said Halim Paşa'nın ise 'Buhranlarımız'ı tasvir ederken bahsettikleri hep bu arada kalmışlık, parçalanmışlık olmuştur.
Celladına âşık olmak
Zihinlerimizi ortadan ikiye bölen, bizi buhranlardan buhranlara sürükleyen şey nedir? Aslında bilinçlerimiz de, zihinlerimiz de bu günahtan masundur. Bize bu acıları yaşatan kalbimizdir. Çünkü bizler Batı'nın aslında bizim düşmanımız olduğunu bilsek de onu sevmeden, ona hayranlık duymadan, nihayetinde onun kara sevdasıyla yanıp tutuşmadan yaşamanın ne olduğunu hiç bilememişizdir. Batı'nın tutsağı olduğumuz günden beri bu böyledir. Batı ocağımızı yıkmış, topraklarımızı elimizden almış, bize ait ne varsa talan etmiştir. Namusumuzu çiğnemiş, dilimizi yok etmiş, kültürümüzü mahvetmiş, içimizi boşaltmış, birer kabuktan ibaret bırakmıştır. İrademizi kırmış, direncimizi yok etmiş, kişiliğimizi ezmiş, bizi bağımlılıklara düçar etmiştir. Katletmiştir, soykırmıştır, sömürmüştür, köleleştirmiştir, tutsak etmiştir, boynumuzu vurmuştur. Velakin aşkımız da, sevgimiz de, tutkumuz da bitmek tükenmek bilmemiştir. Celladımıza âşık olmuşuzdur bir kere…
Bize bu aşk aslında atalarımızdan mirastır. Atalarımız ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun son iki yüzyılı boyunca Batı karşısında toprak kaybetmeye, yenilmeye başladığımız günden beri hal çareleri üzerine düşünmüşlerdir. Kâh Yeni Osmanlılar olmuş, kâh Jön Türkler olmuş, kâh İttihat Terakki olmuş ve fakat hep şu soruyu sormuşlardır: "Acep bu devlet nasıl kurtulur?"
Bu sorunun cevabını ararken kendilerini Frenk memleketlerinde bulmuşlardır. Öyle ya bizi yenen Frenklerdir. Öyle ise onları gidip yurtlarında görmek, bize bunu nasıl yaptıklarını tetkik etmek gereklidir. Askeriye, tıbbiye derken Batı'nın tekniğini almak ile bu işin hallolacağına kanaat getirmişlerdir. Meşhur "Batı'nın tekniğini mi medeniyetini mi alalım" tartışması o dönemin ürünüdür. Neticede bir imparatorluğun fertleri olan atalarımız pek tabii ki başlangıçta Batı'nın medeniyetine hiç tenezzül etmemişlerdir. Batı'nın tekniği alınacak, medeniyetine el sürülmeyecek, Batı'dan aldığımız teknikle Batı alt edilecek ve mesele hallolacaktır.
Usul esastan öncedir
Cevdet Paşa'nın Mecelle'de yazdığı kaide şudur: "Usul esasa mukaddemdir." Bu demektir ki, bir işi nasıl yaptığınız, onu neden yaptığınızdan önce gelir. Bir işi doğru kanalları, meşru vasıtaları kullanarak yapmazsanız, nihayetinde amacınıza da ulaşamazsınız. Yani aslında kullandığınız yöntemin esiri olursunuz. Bunun böyle olmasının sebebi insan tabiatıdır. İnsan etten ve kemikten yapılmıştır. Taştan ve demirden değil. İnsanoğlu temas ettiği her şeyle etkileşime geçer. Elini neye sürerse eline bulaşır. Gözü neyi görürse onu hayal eder. Neyin tadına bakarsa o tadı öğrenir, o tadı arar. Kulağı neyi işitirse gönlü onu söyler. Hâsılı kelam insan bir sünger gibidir.
Mantık ve akıl insana bir amaca gitmek için türlü yolları mubah, hatta mübarek gösterebilir. Hele ki ülkü kutsalsa... Fakat nihayetinde bu işi kotaracak olan insansa, o mubah görülen yolların her biri onu değiştirecektir. Gittiği yol, tutturduğu türkü içinde kök salacaktır. Ve yolun öyle bir noktası gelecektir ki, insan artık yürüdüğü yolun kendisini, o mübarek ülküden kıymetli görecektir.
Peki, Makyavelli haksız mıdır? "Amaca giden her yol mubahtır" diyerek üstümüze gelen, bizi ahlaksızca yenen Batı başarılı olmamış mıdır? Makyavel aslında herkesi aldatmıştır. Başarıya giden her yol mubahtır sözü o güne dek kilisenin insanların önüne koyduğu ahlaki ve dinî kuralların engellemelerinden sıyrılmak için edilmiştir. Makyavel'in, onun çağdaşlarının ve sonrasında onu takip edecek olan Batılıların önerdiği insan tipinin yaratılması için ahlak ve din birer engelden ibarettir. Makyavel aslında amaca giden her yol mubahtır derken açgözlü, hırslı, dünyaya tapan, sapkın, sömürgeci, vurguncu, katliamcı insan tipinin önünü açmak istemiştir. Ahlak ve din ise ona engel olacak şeylerdir. O halde bir an önce onlardan kurtulmak gereklidir.
Dönelim atalarımızın hikâyesine. Atalarımız da kutlu bir amaç için yola çıkmışlardır. İmparatorluğu, devleti kurtarmak, küffarı yenmektir gayeleri. Avrupa başkentlerine gitmek gereklidir. Bu esnada Avrupa başkentleri sömürgelerden akan altın ve gümüşle baştan başa yıkılıp yeniden inşa edilmektedir.
Şehir tarihçilerinin yüzeysel bulduğu bu yıkım faaliyetleri esasen birer kozmetik müdahaleden ibarettir. Fransızların halkı şehrin dışına sürerek bugün bile başlarına bela olan varoşları yaratmak pahasına Paris'i inşa etmeleri bu müdahalelerin en meşhurudur. Talandan gelen altın ve gümüşü o göz kamaştırıcı şehir tasarımının harcına oluk oluk akıtmaktan hiç çekinmemişlerdir. Güçlü olmak, güçlü görünmek ve etkilemek için bu gereklidir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemenin anlamı yoktur.
Avrupa başkentlerine adım atan atalarımız için bundan sonra buhranlı günler başlayacaktır. "Diyâr-ı İslâm'ı gezip hep virâneler görüp, diyâr-ı küfrü gezip hep kâşaneler göreceklerdir." Fakat bu debdebenin ne pahasına elde edildiğini pek düşünmeyecek, belki de düşünemeyeceklerdir. Zira kısa süre içinde kendilerini Paris'in duman altı kahvelerinde, tavernalarında bulacaklardır. Devrin meşhur Batılı şairleri, yazarları, ressamları ve sanatçıları ile tanışacak, onlarla fikir teatisinde bulunacak, birlikte demleneceklerdir. Onlar gibi oturup, kalkacak, yiyip, içecek, giyinecek, onlar gibi yaşayacaktır. Böylece Batı sancımız da başlamış olacaktır.
Atalarımız devleti kurtarmak için gittikleri Avrupa'da bizzat yenmek istedikleri küffara âşık olmuşlardır. Üstelik onların tekniğini almak gibi son derece 'teknik' bir işle memurken, âşık olmak gibi oldukça duygusal bir işe soyunmuşlardır. Bu aşkı itiraf etmeleri için imparatorluğun yıkıldığının kesinleşmesini ve yeni bir devletin kurulmasını beklemeleri gerekecektir. Yeni devletin kuruluşu ile amaç da yöntem de birleşecek, Batı ile olan aşk, bir birliktelik ile sonuçlanacaktır.
Sahi her şey eskisi gibi mi?
Ne var ki yeni devletin Batı ile olan birlikteliği hep sarsıntılı geçecektir. O büyük aşkla bağlı olunan Batı, bizleri kendisine layık bir hayat ortağı olarak görmeyecektir. Onca zulmüne, baskısına, tacizine, talanına rağmen aşkımızı ilan ettiğimiz Batı bizi hep hor görecektir. 1950'lerden sonra bu işi artık resmiyete bağlamaya karar versek ve Avrupa Birliği macerasına girişsek de durum değişmeyecektir. Avrupa'nın bize kötü davranmasına hep içerleyerek ama her zerremizle onu severek geçecektir yıllarımız. O yüzden bilincimiz hep yaralı kalacak, bünyemizdeki Batılılaşma hastalığı bir türlü şifa bulmayacak, buhranlarımız bir türlü dinmeyecektir. Ta ki 15 Temmuz 2016'ya dek…
O gün Batı'ya olan kara sevdamızın bittiği, gözlerimizin bağının çözüldüğü gündür. Batı'nın bizi artık açıktan itip kakması, bütün gücüyle üzerimize gelmesi bu yüzden. Çünkü biliyor ki yıllardır kulağımıza üflediği efsunların etkisi o gece bozuldu. Uzunca bir uykudan uyandık. Yaralı bilincimiz ve Batılılaşma hastalığımız şifaya durdu. Buhranlar nihayet dindi. Belki iki asırdır kendinde olmayan bir bünyenin uyanışına şahitlik ediyor dünya. Artık her şeyin eskisi gibi olacağını beklemek safdillik olur.