Terapist hastasını odaya buyur eder. Hasta çekingen bir edayla odaya girer. Duvarda büyük bir saat, ayakları uzatarak oturmaya/uzanmaya uygun bir koltuk, koltuğun karşısına yerleştirilmiş bir sandalye odanın ilk göze çarpan unsurlarıdır.
Terapist, hastasını rahatlatmak için ona sıcak bir biçimde gülümseyerek koltuğu gösterir. Hasta koltuğa uzanır. Hastasının karşısındaki sandalyede yerini alan doktorun sorduğu ilk sorulardan biri mutlaka şu ya da türevlerinden biridir: "Ebeveyninizle ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?"
Terapistler bize çok kızacaklar belki ama ister bir film, ister bir dizi sahnesi yahut bir roman betimlemesi olsun, popüler anlatılarda tasvir edilen terapist-hasta karşılaşmasının ilk sahnesi genellikle buna benzer bir şeydir. Psikiyatri ile ilgili en yaygın klişelerden biri belki de budur desek herhalde yanılmış olmayız.
İster yaygın bir uygulama, ister bir klişe olarak kabul edelim bu sahnenin vurguladığı tartışma götürmez gerçek şudur: Sağlıklı/sağlıksız bir ruhsal ve mental durumun kökeninde ilk çocukluk yılları ve özellikle de ebeveynle kurulan ilişkinin mahiyeti belirleyicidir. Bu yüzden uzmanların vaka çalışması dedikleri kişisel tarih araştırması ruhsal tedavilerin merkezinde yer alır.
Toplumların ruh sağlığı
Bu analizi kişisel düzeyden alıp toplumsal düzeye taşıdığımızda ilginç sonuçlarla karşılaşabiliriz. Zira toplumsal psikoloji, bireysel psikolojiye pek çok yönüyle benzer. Tıpkı bireylerinki gibi toplumların da ruh sağlığı, tarihlerine içkindir. Tarihsel kırılmalar, çatışmalar, travmalar toplumların reflekslerini, tepkilerini ve davranış biçimlerini büyük oranda belirler. Çünkü bütün toplumlar tarihlerinin önlerine çıkardığı sorunlarla malûl ve imkanlarla güçlüdürler. Hal böyle olunca toplumsal karakteri anlamak da onu ortaya çıkaran birikimi anlamaktan geçer.
Bu tespit hiç şüphesiz Türkiye toplumu için de geçerli. Hep söylenegeldiği gibi ifade edersek, Osmanlı bakiyesi bir toplumuz. Osmanlı atalarımız ile kurduğumuz ilişkinin mahiyeti toplumsal karakterimizi de toplumsal ruh sağlığımızı da etkiliyor. Ne var ki bu etkinin ardındaki dinamikleri çözümlemek hiç de kolay görünmüyor. Bunu yapmak için belki biraz vaka çalışması yapmak ve kendi kendimizi terapistin koltuğuna oturtarak sormak gerekiyor: Acaba Osmanlı ile ilişkimizi nasıl tanımlıyoruz?
Aşk/nefret sarkacında Osmanlı
Türkiye toplumunun Osmanlı Devleti'nin mirası ile etkileşimi, özellikle siyasal yansımaları anlamında üzerinde çokça konuşulmuş bir konu. Osmanlı Devleti'nin kalıntıları üzerine inşa edilen Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kendisini siyasal ve felsefi anlamda Osmanlı Devleti'nin bir devamı olarak görmediği sıradan bir bilgi. Hatta genç Cumhuriyetin, kendisini var etmek üzere Osmanlı Devleti'ni inkâr/yok sayma ve hatta aşağılama yoluna gittiği, kendisini tarihsel bir kırılma olarak nitelendirdiği de aşikâr. Bu anlamda Cumhuriyet tarihinin bir anlamda Osmanlı ile hesaplaşma ve kavga tarihi olduğunu söylersek abartılı bir tespit yapmış olmayız.
Bu hesaplaşma ve kavga hali 2000'li yılların ortalarına dek 'normal'i temsil ediyordu. İlkokul sıralarından başlayarak yaygın eğitime devam eden hemen her öğrenci Osmanlı atalarının özellikle son dönemde vatan hainlerinden müteşekkil bir topluluk olduğunu öğrenerek hayata başlıyordu. Padişahtan ve İstanbul Hükümeti'nden gizli olarak Anadolu'ya kırık dökük bir tekne ile geçerek Kurtuluş Savaşı'nı başlatan Atatürk'e mukabil, bir İngiliz zırhlısı ile ülkeden kaçan Padişah Vahdettin imgesi yeni nesillerin Osmanlı'ya bakışlarını belirleyen pek çok imajdan biri olarak hayata geçiyordu.
Bu, hiç şüphesiz sağlıksız bir ruh halinin yansımasıydı. Tarihini inkâr ederek hayata tutunmaya çalışan bu anlayışın en hafif maliyeti köksüzlük hissi olurken, ağır tablolarda şiddetli bir aşağılık kompleksi, milletine, medeniyetine karşı derin bir sevgisizlik ve nefret olarak ortaya çıkıyordu.
Bu durum 2000'li yıllarla birlikte değişmeye başladı. Siyasal atmosferdeki değişim ve bu değişimin taşıyıcısı olan kadroların tarihleri ile barışık duruşları önce siyasal alanda, ardından da kültürel alanda ve gündelik yaşantıda kendisini hissettirmeye başladı. Artık Osmanlı mirasını inkâr edilecek yahut dalga geçilecek bir şey olarak görmeyen, aksine onu son derece yücelten yeni bir anlayışın etkisi hissediliyordu. Osmanlı tarihinden alınan isimlerin cadde, sokak ve bulvarlara, yeni yapılara verilmesi bu değişimin işaret fişekleri oldular. Ardından Osmanlı'yı konu aldığı anlaşılan, 'nöbetçiler', 'lakin', 'hünkarımız', 'zinhar' gibi kelimeleri oraya buraya serpiştirerek tarihi olmaya çalışan diziler geldi. Onların ardından ise 'Osmanlı temalı' romanlar, kitaplar ve televizyon programları piyasayı mantar gibi sardı. Yılların açlığını bastırmak istercesine Osmanlı'ya ait ne varsa hızla tüketilmeye başlandı. Kafeler, lokantalar, eğlence mekânları, berberler, kuaförler bile bu trende hızla ayak uydurdular. 'Keyf-i âlem bar', 'lezzet-i şahane lokantası', 'Osmanlı köftecisi', 'şehzade kahvesi' gibi tabelalar, İngilizce isimli tabelaları aratmayacak şekilde gündelik hayatımızın birer parçası haline geldiler.
Ne var ki bu gidişat da her şeyden önce sürati ve yüzeyselliği ile yavaş yavaş huzursuzluk oluşturmaya başladı. Osmanlı'yı neden inkâr ettiğimizi, yok saydığımızı yahut aşağıladığımızı tam anlayamadan ve sağlıklı bir yüzleşme yaşamadan, birdenbire Osmanlıya dönük sorgusuz sualsiz bir ululama ve hayranlık hali içerisinde buluverdik kendimizi.
Osmanlı: Her yerde ve hiçbir yerde
Her yeri kaplayan bunca Osmanlı 'şey'lerin arasında, Osmanlı hayranlığımızın yüzeyselliğini konuşmanın belki de tam sırası. Zira Osmanlı, bu haliyle bizim için modada bir akım, takılarımızda bazı desenler, duvarlarımıza astığımız birtakım figürler, biraz nargile, biraz mutfak, biraz da dil oyunlarından ibaret gibi görünüyor.
Osmanlı basit bir tüketim nesnesi haline gelirken, onun her tür bayağılığın üzerini örten bir örtü haline dönüştüğünü fark etmemek neredeyse imkânsız. Öte yandan Osmanlı'yı gerçekten anlamayı, öğrenmeyi ve tecrübelerini kazanıma dönüştürmeyi mümkün kılacak araştırma şevki ve bilgi ya ortalarda görünmüyor yahut alıcısı yok. Osmanlı adeta hem her yerde, hem de hiçbir yerde…
Oysa toplumumuzun rüştünü ispat etmek için Osmanlı mirası ile bundan daha derinlikli ve sağlıklı bir ilişki kurmuş olması gerekmez miydi? Batı medeniyetinin eteklerinin altına girip Osmanlı'ya taş atmak ne kadar akıl ve olgunluktan uzaksa, Osmanlı'yı öğrenmeden, anlamadan, yerli yersiz yücelterek adeta bir hayal dünyası yaratmak, güncelin baskısından o hayali büyüterek ve oburca tüketerek uzaklaşmaya çalışmak da o denli çocukça değil mi?