Ecdat kelimesinin çok cazip bir yanı var. Kâğıt üzerine yazarken bile cızır cızır bir ses çıkarıyor. Yok, salt anlamı değil, bizzat kendinin, söylemesinin de bir heybeti var. Tıpkı hatırladığımız heybetli günlerimiz, altın çağlarımız, parlak devirlerimiz gibi... Osmanlı'nın heybeti, tokadı, saldığı korku, seferleri, zaferleri, aklımıza hepsini birden getiren bir söz: Ecdat…
Bu ay Lacivert'te, 'Osmanlı Bizim Neyimiz Olur?' dosya konumuzun akla ilk gelen cevabı da yine aynı: Ecdadımız olur. Efendim, olur olmasına da; kim nerede, nasıl, hangi ecdadımız olur kısmı bir miktar karışık. Tarihçinin sonsuz geri gitme isteği gibi yüzyılları birbirine katıveriyoruz. Bu bizi gerçeklikten koparıyor ve anakronizmin kapısına götürüyor. Aslında zihnimizde muğlak bir geçmiş var. Bu muğlak geçmişe iki cihetten bakıyoruz: Bir yandan muhayyilemiz; modernist paradigmanın lineer ve ilerlemeci bakışının esiri. Her şeyin ama her şeyin bilim ve teknoloji ile düne göre daha iyi, daha ileri bir seviyede olduğuna inanırız. Aslında zaman ve mekân nokta-i nazarından mazi, ilkel, eski-püskü, zorluklarla dolu, gelişmeye muhtaç ve çetin bir mücadele alanıdır. Eski ve çok güzel bir tarihî yapıyı gezerken ister istemez "ne zor, sürekli bahçedeki kuyudan su taşımak zorundasın" diye geçirdiğimiz olur içimizden… Yahut yüksek tavanlar yüzünden odaların çok zor ısınacağını, iki şehir arasında at arabasıyla gitmenin uzun ve sıkıcılığını düşünürüz. Bir an mazide yaşadığını farz etsen bile hepi topu bir imkânsızlık yeridir işte… Hâlbuki maziyi bu gerçekçi düşüncelerden, insani ihtiyaçlardan soyutlayıp düşünmek, ne güzel bir düşe götürür bizi… Zamandan ve mekândan soyutlayıp insan üstü bir geçmişle maziye bakmanın her türlüsüdür bence anakronizm. Çünkü bazen zamanı şaşırırız, bazen retrospektif bakarız veya bazen mekânı unutur yüzyılları aşarız. O mazide, hele de bizim Osmanlımızda her şey güzel ve müreffehtir, onlar, yalnız sanattan ve felsefeden konuşan, aşkın sözler söyleyen, hayatın sırlarını bilen, büyük zaferler kazanan, arkalarında ulvi mezarlıklarla yüce binalar bırakan kimselerdir. Hayali dedeler, büyükanneler, ecdadımız…
Maalesef bu tarz bir ecdat algısı maziye yolculuğumuzda pek çok şeyi yanlış anlamamıza yol açıyor. Mesela ecdadımızın nasıl da hoşgörülü olduğunu anlatıp duruyoruz. Ermeni ustalar eliyle yapılmış camileri, Bizans'tan alınan pek çok gelenek, görenek ve mimari tarzını, Yahudilere kucak açan bir imparatorluk mirasını, "emr-i bi'l ma'ruf, nehy-i ani'l münker" düsturu ile yetimi, kurdu, kuşu ve bütün tebaayı iaşe eden bir ülkeyi anlata anlata bitiremiyoruz ama bir de gerçek dünyamıza dönelim. Bırakın başka dinden ve milletten olanı, birbirimize tahammülümüzün kalmadığı, hikmetlerin değil, hükümlerin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Osmanlı hoşgörüsü diye bilinen muhtevanın aslında çok gerçekçi izler taşıdığını belli ki bilmiyoruz. 13'üncü ve 14'üncü yüzyıllar arasında Osmanlı Devleti, Balkanlar'da yerleşip topraklarını sabitleyene kadar devletin bir ileri bir geri yaptığı zamanlar oldu. Yani bir belde, Osmanlı yönetimi ile Bizans arasında birkaç kez el değiştirebildi. Tarih kitaplarımız Bizans halkının, Bizans imparatoru yerine Osmanlı yönetimini tercih ettiklerini gururla yazar. Bu mevzunun arkasındaki bahis, basit bir ecdat gururlanmasının çok ötesindedir hâlbuki. Ekonomik sistemini bütün tebaasının yiyip, içip doyması üzerine şekillendiren Osmanlı iaşe sistemi, vergilendirmeyi de adaletli ve hak eksenli bir şekilde yapar. Yani halkın belini ağır vergilerle bükmez ve aç bırakmaz.
Bizans demişken bir hatırlatma yapalım: 'Osmanlı bizim neyimiz olur?' dosya sorumuzu bu ay 'Bizans bizim neyimiz olur?' sorusu ile de zenginleştirmek istedik. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kullandığı unvanlardan birisi Kayzer-i Rum'du ve Bizans, Osmanlı kültürüne önemli katkı yapan medeniyetlerden birisiydi. Sayfaları çevirdikçe göreceksiniz, dosyamızı bu ay, çeşitli tarihçi hocalarımızdan görüşler alarak yine bu soru etrafında değişik konulara değinerek inşa ettik fakat maalesef irtibat kurduğumuz Bizans tarihçilerinden bu soruyu cevaplayacak kadar müsait olan bir tarihçimiz olmadı. Tabii bu bizim ulaştığımız hocalarımız ile ilgili bir durum. Önce e-posta yolu ile ulaştığımız hocalardan cevap gelmesini bekledik. Bu esnada vakit geçti ve bir cevap gelmeden diğerine posta göndermek doğru olmazdı. Bu da zaman kaybına neden oldu ve maalesef bu görüş alınamadı. Bize görüş veren çok kıymetli hocalarımıza teşekkür ediyoruz ve maalesef bir zayıf yanı daha var bu dosyanın: Yine e-posta yolu ile ulaşıp görüş almak istediğimiz kadın tarihçi hocalarımızın kiminden uzun süre, kiminden de hiç dönüş alamadık. Kötü bir tesadüf diyelim lakin bu durum bizi sadece erkek tarihçilerden görüş alan bir dergi gibi istemediğimiz bir duruma düşürdü. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nün olduğu bir ayda kadın tarihçilerimizin perspektifini de dosyamıza katmak isterdik. Yine de bizi bu konuda eleştirecek okurlarımızın hakkı var, peşin peşin söyleyelim; süreli yayın yapmanın bazen böyle külfetleri oluyor.
Kimlerin tarihi?
Her ilim dalında olduğu gibi tarihçilikte de yıllar içinde sürekli yeni bakış açıları ve yöntemler gelişiyor. Belge tarihçiliğinin yanında son 20 senede sözlü tarih yöntemi çok yaygın kullanılmaya başlandı. Yine aynı şekilde, sarayların, kralların ve yönetenlerin tarihini yazmaktansa aşağıdan tarih yöntemi ile sıradan insanların tarihi yazılmaya başlandı. Kadı sicilleri, kilise kayıtları, devlet arşivleri kadar minyatürler veya Bruegel'in Bethlehem'de nüfus sayımı tabloları da çok önem kazandı. Bu değişen dönüşen algılar içinde Osmanlı tarihçiliğine bakış açısı da çeşitlenip dönüşüyor. Zafer Toprak'ın altını çizdiği, erken cumhuriyet döneminin Osmanlı'ya bakış açısında rejimle arasına mesafe koymasının normal olduğu gerçeğini kabul edelim lakin bir imparatorluğun bakiyesi olan ve yüzyıllarca titizlikle arşivlenen belgelerin, hurda kâğıt olarak Bulgaristan'a satılmasının da hiçbir mesafeye sığmayacağını hatırlayalım. Bu mesafe harf devrimi ile derinleşti ve 'iyi ki o harfleri değiştirmişiz yoksa okumak ne zor olacaktı' diye uydurma bir bahane, hiç de azımsanmayacak şekilde kitlelerin dimağına kazındı. Arşivlere Alman, Japon ve Amerikalı tarihçilerin ilgisi, onlara zamanla kredi kazandırmış olmalı ki zamanla arşivler gün yüzüne çıktı. Hâlâ tasnif dahi edilmemiş yüz binlerce belge olduğunu ve Süleymaniye Kütüphanesi'nde onarılmayı bekleyen onlarca kitap olduğunu hatırlayalım.
Bu yabancılaşma, arşiv ve dil meselesi ile kalmadı, coğrafi alana da taşındı. Coğrafi açıdan Osmanlı Devleti'nin ilişkide olduğu toplumlarla ilişkilendirilen bir tarih yazımı da benimsenmedi. Tarih fakülteleri sadece Osmanlıca öğrenilerek, arşiv taraması yapılıp şerhler hazırlamak suretiyle Türk tarihi yazacağını düşünen akademisyenlerle dolu. Yüzyıllarca din kardeşliği yürütülmüş olan Araplar ve Arapça bütünüyle göz ardı edildi. Bir tek Arapça mı? Siyasi sebeplerle Ermenice ve Kürtçe, burnumuzun dibindeki kadim kültürlerin etkileşimlerini öğrenmeye engel oldu. Bir araştırmacı arkadaşım sahaflardan bulduğu bir Osmanlıca yemek kitabını okumaya çalışıyor ve bir türlü anlamıyordu. Kitabın Arap harfleri ile yazılmış Ermenice yemek tarifleri kitabı olduğunu anlaması uzun sürmedi. İşte Arapçadan alınan harflerle, okunduğu gibi yazılan Türkçe dil kuralları ile Ermeni dilinde yazılmış bu kitapçık, zaten Osmanlı'yı yeterince anlatmıyor mu? Peki, bu diller ve kültürler arası etkileşim, disiplinlerarası Osmanlı tarihi çalışmanın gerekliliğini göz önüne sermiyor mu?
Son bir yüzyılı savaşarak geçirdiğimiz Rusya ile ilişkilere dair çalışmalar çok az. Yine Boşnakça, Sırpça, Yunanca, Bulgarca bilmek Osmanlıların Balkanlardaki varlığını anlayabilmek için elzem. Bu çok geniş bir coğrafya ve her şeyi bilmek imkânsız. Çalışmalar bu sebeple karşılaştırma yöntemi ile ve disiplinlerarası bir eksende yapılmalı. Evet, Osmanlı Devleti çok büyüktü. Ve bu devleti anlamak öncelikle ilmi çalışmalar yapmaktan geçiyor. Bugünün Türkiye sınırları içinde ve meseleleri etrafında dönüp dolaşarak küçük bir Balkan ülkesi refleksleri ile hareket ediyoruz. 'Ecdat ecdat' diyoruz da İstanbul'da divanda oturan paşaların bakışını hayâl dahi edemiyoruz. Onlar bugün belki de nefret ettiğimiz ülkelerin yerlerinde geniş ve kadim coğrafyaları içine alan çok büyük bir imparatorluğun sorumluğunu taşıyorlardı ve böyle bir dünya ufku ile bakıyorlardı. Osmanlıyı zamandan ve mekândan koparıp, hamasete hapsedip bugünün ulus devlet paradigmaları içinde ve dar kalıplarla düşünmek bizi engelliyor. Çok seviyoruz ama neyimiz olduğunu bilmiyoruz. Sahi, Osmanlı bizim neyimiz olur?