Yrd. Doç. Dr. Yavuz Selim Karakışla: Osmanlı bizim genlerimizde yaşıyor...

Osmanlı bizim genlerimizde yaşıyor...
Giriş Tarihi: 1.03.2016 15:49 Son Güncelleme: 16.03.2016 10:19
Şimdiye kadar bizde tarihçilik hep arşiv belgelerinden Osmanlı Devleti tarihini yazdı. Bu Osmanlı tarihinin sadece bir kısmı, yalnızca Osmanlı Devleti’nin tarihi! Hâlbuki asıl çalışılması gereken şey, Osmanlı toplumunun tarihi. Osmanlı toplumsal tarihini yazmaya genç tarihçiler yeni yeni girişmeye başladı. Fakat egemen tarih anlayışı maalesef buna henüz pek izin vermiyor.

Osmanlı mirası araçsallaştırılıyor mu, yoksa öze dönüş mü var? Son dönemde tarih popülerleşti, aslında tarih imgesi insanların aklında her on yılda bir değişiyor. 1990'larda daha hamasetle yaklaşılan bir tarih vardı. Şimdiki tarih algısı daha mı iyiye gidiyor sizce? Bu dizilerle, romanlarla, tarihçilerle programlar yapıla yapıla belli bir seviyeye mi geldi? Ev kadınları bile Pargalı İbrahim'den bahsediyorlar mesela…

Muhteşem Yüzyıl dizisi tutunca, bir ara Türkiye'nin tamamı Mustafacı oldu, farkındaysanız. Şehzade Mustafa'yı canlandıran oyuncu çok yakışıklıydı, ölüm sahnesi de son derece duygusal çekilmişti, koynundan babasına hitaben mektuplar çıktı falan, herkes ekrana kitlendi. Tam o sıralarda Bursa'ya öğrencilerimi gezmeye götürdüm. Şehzade Mustafa'nın türbesi Telli Baba'ya dönmüştü! Türk halkı bir şeyleri seviyor ve peşinden gidiyor. Geçmişle kendisini bağladığını gösteren bir şeyler var. Ama neden ve niçin sorularını sormuyor tarihle olan ilişkisinde. Şehzade Mustafa'nın ölümü bir tarihçi için önemli bir dönüm noktasıdır. Mustafa'nın annesi son Türk anneydi. Mustafa'nın ölümü ve Kanuni'den sonra soy Hürrem üzerinden yürüdüğü için, Osmanlı hanedanı bambaşka bir yere gitti. Böyle bakan eski muhafazakâr tarihçiler, Mustafa'yı önemserlerken bunu öne çıkarırlardı. Mustafa'ya kadar Osmanlı ana-baba Türk'tü. Milliyetçi muhafazakâr yapının tarihe bakış açısında romantik bir sorun var. Tarihte kendinize geçmiş aradığınız zaman, kendi ecdadınız ile aranızda güzel günleri aramaya başladığınız zaman, tarihle olan ilişkiniz de giderek romantikleşiyor.

Bu ne demek? Bu, geçmişte yalnızca başarı öyküsü aramak demektir. "Bakın bizim ecdadımız nereleri fethetti" diye başladı bu durum. Kara Murat filmlerini hatırlatmama gerek yok! Bu çok sorunlu bir tarih yaklaşımıdır. Bu bakış açısından baktığınızda, 624 yıllık Osmanlı tarihi boyunca sürekli fetih ararsınız. Hâlbuki Kanuni Sultan Süleyman 46 yıl boyunca tahtta kaldı ama bu 46 yıl içerisine 17 tane sefer sığdırdı, geri kalan zamanlarda da demek ki hep sarayındaydı. Barış zamanı, popüler tarih okuyucusunun ilgisini çekmiyor. Biz tarihte hep kendimize ecdat arıyoruz, ecdadın da başarılı olanını seviyoruz. Bu başarı tutkusu 21'inci yüzyılın bizlere dayattığı bir şey… Geçmişi irdelerken bile hep başarı öyküsü peşindeyiz.

Resmi tarihin yanında bir de 'egemen tarih' mi var?

Evet! Benim gibi, yani başarı öyküsünün değil de "küçük insanların, minik olayların, ehemmiyetsiz şeylerin" peşinden giden tarihçilerin bu durumda okunma oranı tabii ki düşüyor. Bertolt Brecht'in Can Yücel çevirisi olan şiirini ben hep kullanırım: "Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethederken yanında bir aşçı olsun yok muydu?" diye sorar. Şiirin orijinali aslında Napolyon fethederken diyor. Ama Can Yücel bu şekilde bize aktarmış. Bir ordunun fethi söz konusuysa, Mısır'ı fethedenin tek başına Yavuz Sultan Selim olmadığı aşikârdır. Bunu bilip onun üzerine gitmek lazım. Bunu öğrencilerime hep söylüyorum, ben aşçının peşindeyim!

Şimdiye kadar tarihçilik hep Osmanlı arşiv belgelerinden hareketle Osmanlı Devleti tarihini yazdı. Bu Osmanlı tarihinin sadece bir kısmı. Bu sadece devletin tarihi. Hâlbuki çalışılması gereken şey, Osmanlı toplumunun tarihi. Toplumun tarihini yazmaya tarihçiler yeni yeni girişmeye başladı, fakat egemen tarih anlayışı maalesef buna henüz pek izin vermiyor.

"Bir tarih bilinci yok bizde," diyorsunuz yani…

Maalesef, bu terimi kullanmadan onu anlatmaya çalışıyorum. Tarih bilincinin yükselmesi bizim tarihle olan ilişkimizi daha da düzeltecek. Şimdi Osmanlı kadınları ile ilgili örnek vereyim. Biz bugün zannediyoruz ki Osmanlı İmparatorluğu'nda bütün etnik unsurlar birbirine karışmadan, ayrı ayrı yaşıyorlar. Aslında Osmanlı bizim sandığımızdan çok daha birbirine karışık yaşayan, barış ve huzur içerisinde yaşayan ve bugün bizim etnik ve dinsel ayrımlarımızı asla uygulamayan bir devlet. Onun için varlığını 624 yıl sürdürebilmiştir.

Mısır'ın fethine dönecek olursam, bence bu fethin -aşçının yanı sıra- en önemli noktası, Osmanlı İmparatorluğu'nda Müslümanların kesin çoğunluğa geçmesini sağlayan seferler olmasıdır. Ama kimse bunun peşine düşmedi! Herkes haritaya bakıp ne kadar toprak kazanılmış, ona yoğunlaşıyor. Unutmayalım, savaşları imparatorlar veya krallar açar, generaller yönetir, ama muharebeleri erler kazanır veya kaybeder…

Ya kadınlar?

Kadınlara dönecek olursak, kafamızda gayrimüslim Osmanlı kadını var, şapka takan, kilise okulunda okuyan, Müslümanlara göre çok daha fazla okuma-yazma oranı yüksek ve çok daha fazla yabancı dil ile haşır neşir. Bir de Müslüman Osmanlı kadını var. Biz bu kadının da homojen ve tek bir parça olduğunu zannediyoruz. Bir kere bizim Osmanlı kadınları diye çalıştığımız grup, çok küçük bir azınlık. Osmanlı'da Müslüman kadınların en büyük kısmı taşrada yaşıyor ve onlara dair, nasıl bir yaşam yaşadıklarıyla ilgili hemen hemen elimizde hiçbir şey yok. Ne kadar kapalı bir toplumda yaşadıklarına dair de elimizde bir şey yok. 1908'den sonra kadınların toplumsal olarak görünür olduğu ve sokağa çıkabildiği ile ilgili bir bilgimiz var. Ama bu kadınların Osmanlı kadınları içerisinde hangi sınıfı temsil ettiğine dair bir bilgi yok. Hâlbuki şunu biliyoruz, eğitimli insanların eşleri ve kızları daha modern bir hayatla beraber, özellikle İkinci Meşrutiyet'ten sonra kamusal alanda da görünür bir hale geldiler. Ama bunu aşağı sınıflara indirdiğimiz zaman hiçbir şey bilmiyoruz.

Bizim Osmanlı kadını diye öne sürdüğümüz kişilerin üç tanesi, meşhur paşa kızıdır. Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Leyla Hanım ve benzerleri gibi veya yüksek rütbeli memurların çok iyi yetiştirilmiş kızları vardır. Halide Edip gibi… Bunlar Osmanlı'nın öncü isimleri olarak rol almışlar, ama bütünü asla temsil etmiyorlar.

Halide Edip, döneminde İngilizce konuşup yazdığı için Mehmed Âkif dahil olmak üzere birçok insan tarafından karalanmıştır.

Halide Edip örneğinden gidecek olursak, bu eleştiri pek doğru değil. Halide Edip'in hayatında çeşitli dönemler var. Birincisi, öğrenciliğinde Üsküdar Amerikan Koleji'nde okuyor, babasının buna izin vermiş olması çok ilginç. İkinci Halide Edip, Meşrutiyet'ten sonra İzmir'in işgaline kadarki İttihatçı dönem. Teali-i Nisvan Cemiyeti'ni kuruyor arkadaşları ile birlikte. Burada İngilizce konuşma şartı vardır cemiyete üye olabilmek için. Bir nevi kolejli kızlar topluluğudur yani. Halide Edip'in hayatındaki üçüncü aşama, işgalde geçer. Halide Edip önce Amerikan mandası taraftarıdır, İzmir'in Yunan işgaline uğramasından sonra ise Kuva-yi Milliyeci. Milli Mücadele gibi halk savaşları ve bağımsızlık mücadeleleri, karizmatik önderler liderliğinde ve belirli insan sembolleri öne çıkarılarak yapılır. 'Onbaşı' Halide Edip de çok başarılı bir şekilde bu Jan d'Arc rolünü üstlenmiştir. Dördüncü dönemde ise 1925'teki İzmir Suikastı'nda İttihatçı tutuklamalarına direndiği için Ankara ile olan ilişkileri kopmuştur. Böylece beşinci yani sürgünlük dönemi başlıyor. Beşinci dönem, 1925'ten yanılmıyorsam 1940'lara kadar sürgünde geçiyor. Bir kere zaten 1938'den önce dönemiyor Türkiye'ye. O sırada yazdığı mektuplarda, Mustafa Kemal'i despotluk, Ankara'yı da zalimlikle suçluyor. Halide Edip'in bu fazlarını bildiğiniz zaman, Halide Edip'in hangi döneminden bahsettiğinizin farkında olduğunuz zaman, "insanlar yalpalarlar, fikir değiştirirler" dersiniz. Bir de yaşlılık dönemi vardır. O da bambaşka bir hikâyedir. Halide Edip Adıvar yurda geri döndüğü zaman da çok zor bir hayat sürdürüyor. Bu fazları bildiğinizde, Halide Edip Adıvar'ı Türk Osmanlı kadınlarını düşünüp ilk beş kişinin içinde saydığınızda, hakkında hata yaptığınızı anlıyorsunuz.

Cumhuriyet'in ilanından sonraki aydınlanma hareketi başladığında, bu hareketin içerisinde Sultan II. Abdülhamid'in açmış olduğu kız mekteplerinde iyi yetişmiş bir insan grubuyla karşılaşıyoruz. Bunlardır aslında İkinci Meşrutiyet'ten sonra kadın dergilerine yazılar yazanlar ve çoğu da öğretmendir. Darülmuallimat'ta yetişmiş bir grup Müslüman Osmanlı kızı. Bir yandan Meşrutiyet'ten sonraki feminist dergilerini çıkarıp ön planda olacaklar, bir yandan da onların yetiştirdiği yeni kuşak kızlar İkinci Meşrutiyet'in ve Cumhuriyet'in ilk öğretmen kadrolarını oluşturacaktır. Bu, Osmanlı Müslüman Türk kadınlığı adına çok önemli bir mirastır. 1950'li yıllarda kızlar ve erkekler aynı eğitimi alıyorlarsa karşılarına öğretmenler kadın veya erkek olarak çıkıyorsa bunun kökeninde Sultan II. Abdülhamid'in açmış olduğu kız okullarından gelen bir birikim var. Aynı şeyi çalışma hayatına atılan kadın için de söyleyebiliriz.

Savaşın kadınlar üzerindeki etkileri?

Müslüman Osmanlı kadınını çalışma hayatına katan Birinci Dünya Savaşı'dır. Bunun sebebi de çok basittir. Birinci Dünya Savaşı boyunca üç milyona yakın erkek askere alındı ve tamamı Müslümandı. Kırsal kesimde erkeğin askere gidişi kadının hayatında çok büyük bir değişime yol açmayabilir, duygusal kısmını saymazsak, ama büyük şehirlerde erkeğin savaşa gitmesi ve enflasyonun artması yüzünden (1917'de yüzde 300) kadınlar çalışmak zorunda kaldı. Eşin öldüğünde senin alacağın elli kuruş şehit maaşı, piyasada sana 200 ekmek aldırıyordu bir ayda. Bu ekmek sayısı 1917 yılında ikiye düşüyor. Çocukların varsa özellikle o maaşla geçinebilmen ve kendi Müslüman mahallende hayatını idame ettirebilmen mümkün değil. O zaman önünde iki tane yol kalıyor. Ya sokağa düşeceksin, işgal yıllarında yaşanan sosyal çeşitlilik bize gösteriyor ki fahişelik çok yükseliyor. 1920'de yapılmış bir sayıma göre İstanbul'da çalışan fahişelerin çoğu Müslüman. Bu hiç alışık olmadığımız bir durum. Ya da bir işe girip çalışmak zorunda kalacaksın. Ekonomi kitlenmiş, bütün Fransız, İngiliz işletmelerinin kapısına kilit vurulmuş, dolayısıyla işletmelerdeki istihdam düşmüş vaziyette. Daha da ilginci zaten gayrimüslimler askere alınmadığı için onların kadınları ve erkekleri de piyasaya istihdam arz ediyorlar. Savaş yıllarında Müslüman kadınları doyurabilmek için çeşitli çözümler üretmişler. Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın 1916'da bulduğu çözüm, Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi. Savaş yıllarında ekonominin kadın emeğine ihtiyacı yok ama Müslüman kadınların işe ve aşa ihtiyacı var. Ordu da bu yüzden biz bunları çalıştıralım, namusları ile hayatlarını savaşın sonuna kadar devam ettirsinler, savaş bittikten sonra kocaları eve döndüğü zaman erkekleri onlara bakmaya devam etsin, ya da erkekleri öldüyse onları yeniden evlendirelim diyor. Kadınları Çalıştırma Cemiyeti'nin çalıştırdığı toplam Müslüman Osmanlı kadın sayısı 20-30 bin civarı. Bir an için en yüksek rakam 11 bine çıkıyor ki bu çok yüksek bir rakamdır. Bunların neredeyse tamamı İstanbul'da çalışıyor. Bu kadınların bazıları sokaklarda çöp süpürüyor, büyük bir çoğunluğu da ordunun açmış olduğu ihaleler için çalışıyor. Asker elbisesi dikmeye, kazak örmeye, atlet, eldiven, fanila biçmeye çalışıyorlar. Bir kısmı evden yarı zamanlı olarak çalışıyor, çünkü işletmeler çok küçük, o kadar kadını bir arada tutmak gibi bir şansı yok. O kadar düşük ücretlerle çalışıyorlar ki serbest istihdam piyasasında hiçbir kadını bu fiyatlara çalıştıramazsınız, fakat bunun karşılığında ordu şöyle bir düzenleme yapmış. Çalışan her kadına öğle yemeğinde getirdiği kap büyüklüğünde sıcak yemek veriyor. Böylece evde bakılması gerekenleri de ordu beslemiş oluyor. Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, bir istihdam kurumu gibi de, bir yardımseverlik kuruluşu gibi de düşünülebilir.

Bu konuda merceğe aldığınız ve daha detaylı incelediğiniz birisi oldu mu?

Benim çok sevdiğim bir Şevkiye Hanım örneğim vardır. 1908 yılında 17 yaşındayken evlenip, Sultanahmet'te zengin bir konağa gelin oluyor. Kocasının Kapalı Çarşı'da halıcı dükkânı var, zengin bir aile. İkisi yarı zamanlı olmak üzere altı tane çalışanları var. Şevkiye Hanım'ın iki tane hizmetçisi var. Çocuğu doğduğu zaman ona bakacak olan bir dadısı da var. Arabacı Murat var. Bir çamaşırcı kadın gelip haftanın üç günü çamaşırlarını yıkıyor, ütülüyor, böyle müreffeh bir hayatı var. Kocası Ahmet'i askere alıyorlar, askere alınmadan önce bütün malı mülkü tasfiye ediyor ve hepsinin bedelini bir tahta kutu içerisinde Şevkiye Hanım'a emanet ediyor. Beyazıt'ta küçük bir ev alıyorlar ve ailesini oraya taşıyor. Askere iki kardeş birden gidiyorlar. Ahmet Çanakkale'de, kardeşi de Irak'ta şehit oluyor. Şevkiye Hanım'ın kocasının maaşını alabilmesi için aradan yaklaşık iki yıl geçiyor. Çünkü Çanakkale'de şehit olduğu haberi geliyor ama ispatlayamıyorlar, bir türlü maaşa geçemiyor. Meşhur Beyazıt yangınında evi yandığında, Şevkiye parmağında bir tane pırlanta yüzük ve üç tane çocukla ortada kalıveriyor. İmdadına Kadınları Çalıştırma Cemiyeti yetişiyor. Cemiyet sayesinde Sultan Ahmet Elbise Ambarı'nda dikiş işçisi olarak çalışıp çocuklarına bakıyor. İki oğlunu da Kuleli Askeri Lisesi'ne yatılı olarak veriyor. Bunlardan bir tanesi askeri pilot öbürü de askeri doktor oluyor. Bu kadıncağız savaş sırasında öğrendiği dikiş nakış işinde 1930'lu yıllara kadar çalışmaya devam ediyor. Oğlanlar büyüyüp maaşa geçip analarına bakabilir hale geldiklerinde artık işi bırakıyor. Sonu da çok acıklıdır. Bir akıl hastalığından dolayı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde vefat ediyor. Bütün bunları pilot olan oğlu İrfan'ın yazdığı kitap sayesinde biliyoruz. Kitabın adı da, Modern Bir Türk Ailesinin Öyküsü.

Savaşın yarattığı travmanın Müslüman kadınları toplumun parçası olmaya doğru ittiğini söylemek lazım. Bugün eğer Türkiye'de kadın-erkek eşitliği varsa, bu aslında başımıza gelen felaketlerin kadınları evden çıkmak zorunda bırakmış olmasından kaynaklanıyor. Bu felaketlerden bir tanesi Birinci Dünya Savaşı, bir diğeri de Milli Mücadele'dir. Savaşlardan sonra muhafazakâr kesimin dahi kafası kızların eğitimi ile ilgili olarak çok farklı çalışmaya başlıyor. Yani kızların eğitimini kendilerinin varlıklarını sürdürebilecekleri bir yöntem olarak algıladıklarında, artık eskisi gibi karşı çıkamıyorlar. En azından ilkokula gidip okuma yazma öğrensin demeye başlıyorlar. Meşrutiyet'ten önce hali vakti yerinde bir aileye kızının eğitim alması gerektiğini söylediğinizde, "ne olacak, iyi okuma yazma öğrenecek de nâme mi yazacak?" derlerdi. 'Nâme' dedikleri ise aşk mektubudur…

Eğer insanlar açlık ile yüz yüze kalırlarsa o zaman kendi çocuklarının bu durumla karşılaşması ihtimalinde kendi kendilerini idame ettirebilmeleri için eğitimin şart olduğunu kabul etmeye ve onu uygulamaya başlıyorlar, kız ya da erkek ayrımı yapmaksızın. Eğitim zaten insanları toplumun parçası haline getiriyor. Hiçbir şey olmasa, çalışabilir hale geliyorlar.

Bu zaten dünyada da böyle değil mi?

Bütün dünyada böyle tabii. Örneğimde verdiğim Şevkiye Hanım'ın torunları bugün aramızda.

Kendimden örnek vereyim: Dedem Emin Midhat (Selanik, 1881), anneannem Münire (Kavala, 1900), büyükbabam Mehmet Sami (Of, 1911), babaannem Cavidan (İstanbul, 1919), hepsi Osmanlı tebaası olarak doğmuşlar, ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak öldüler. Osmanlı bizim neyimiz olur sorusuna benim cevabım çok basit: Dedelerim olur, babaannem olur, anneannem olur, benim ecdadım olur. Osmanlı bizim genlerimizde yaşıyor.

Yani altın çağlarını yaşayan ve sürekli kazanan bir ecdat söylemindense, benim, sizin gibi sıkıntılar yaşayan ve o sıkıntılardan tekrar kendini üreten bir ecdat. Bizdeki emekçi kadın tarihinde Selanik'teki kadın grevleri, işçi eylemleri, ağır çalışma koşullarından ortaya çıkıyor değil mi? Buna biraz değinebilir miyiz?

Birinci Dünya Savaşı öncesine gittiğimizde, kendi çalışmalarımdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim; Osmanlı İmparatorluğu'nda işçi olarak çalışan kadınların büyük çoğunluğu, Selanik'tekiler de dahil gayrimüslimdir. Bunların da çok önemli bir kısmı kadın işi olarak algılanan işlerde çalıştırılmıştır. Çamaşırcılık, terzilik, aşçılık gibi kadının evde yapması beklenen işler çalışan kadınlara yaptırılmıştır. Dolayısıyla, çalıştıkları pek çok iş, mesela tütün, ipek, v.b, bunların tamamı mevsimlik işlerdir.

Peki Selanik'teki grevler bir örgütlülüğün alametleri midir?

Selanik'te bir Selanik Sosyalist İşçi Konfederasyonu diye bir organizasyon var. Abraham Berenoya'nın liderliğinde 8 bin işçiyi örgütlemişler. Bu organizasyon Selanik'teki grevlerin pek çoğuna liderlik etmiş çok ilginç bir yapılanmadır. Abraham Berenoya Selaniklidir fakat organizasyonunu kurarken her şeyi dört dilde yayınlamış; Ladino yani Selanik'teki Musevilerin dili, Osmanlıca, Rumca ve Fransızca. Berenoya uluslararası sol örgütlerle ilişkili bir insandır. Fakat bu sendika ölü doğmuş bir projedir. 1912'den sonra Selanik Osmanlı'nın elinden çıkıp Yunanistan'a geçince, Yunan hükümeti o grubu yaşatmamıştır. Zaten Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra da ortada işçi örgütlenmesi falan kalmamıştı.

Daha sonra kadın örgütlenmesi 70'lerde sol örgütlenme üzerinden mi ortaya çıkıyor?

Ondan öncesi de var. Türk Kadını dergisi çıkmaya başlar Cumhuriyet'in ilk yıllarında. Nezihe Muhittin vardır derginin başında. O da çok eğitimli bir insandır. Osmanlı Türk Hanımları Esirgeme Derneği'nin kurucusu Nezihe Muhittin. Bu kadın, dergisi etrafında yeniden toplar grubunu ve ortaya Türk Kadınlar Birliği örgütlenmesi çıkar. Bu birlik, Kadınlar Halk Fırkası diye sonradan örgütlenecek ve çok ilginç, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk siyasal partisi olacaktır. CHP'den bile önce kurulmuştur. CHP'yi kuracak olan ekip tabii ki kadınların bu örgütlenmesine sıcak bakmayacak ama bu grup Türk kadınları adına verdiği mücadelede seçme ve seçilme hakkını kazanacak 1928'de. İlk belediye seçimlerinde bu partinin zorlamasıyla Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı verildi Ankara tarafından. Bu, tabandan yükselen bir isteğin sonucu değildir, Ankara'nın bir lütfudur, bunu kesinlikle kaydetmek isterim, ama dönemine baktığınızda bunun çok erken kazanılmış bir hak olduğunu söylemem lazım. Türkiye Cumhuriyeti medeni kanununu İsviçre'den aldı 1924 yılında ve bu medeni kanunu aldığında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tabii ki yoktu, çünkü İsviçre medeni kanununda da yoktu. Türkiye Cumhuriyeti bunu 1928'de değiştirdiğinde, 1932'de meclise 6 tane kadın mebus girdi bunun sonucunda. Bu süreçte İsviçre'de neler olduğuna baktığınızda, İsviçre'de kadınlar oy verme hakkını 1971'de kazanmışlar. Yaklaşık 50 yıllık bir fark var. Bu müthiş bir şey!

Ben en feminist Osmanlı kadın dergilerini çalıştım, Kadınlar Dünyası mesela bunlardan bir tanesi. Sapına kadar feministler ama talepler listesinde kadınlara oy hakkı istemek akıllarının ucundan bile geçmemiş, bunu hiçbir zaman telaffuz etmemişler. "Erkeklerle eşit şartlarda olduğumuzu kabul ettirdiğimiz zaman bunlar gündeme gelebilir ancak" diyorlar. "Her insan gibi benim de seçme ve seçilme hakkım var" demek akıllarından geçmemiş. Hâlbuki bunu biliyorlar, çünkü İngiltere'deki Fransa'daki süfrajet kadın dergilerini yakından takip ediyorlar. Ama bunu telaffuz etmek için bile çok erken olduğunu düşünmüşler.

Biz bir tarafa Halide Edip'i koyuyoruz, bir tarafta da benim Şevkiye Hanım'ım var ki, Sultanahmet'teki konak hanımlığından tekstil işçiliğine kadar düşüyor. Her ikisi de aslında bizim kafamızda Müslüman Osmanlı kadını.

Bu da zaten bizim kadınlar gününün de konseptine uygun. Kadınlar günü dediğimiz zaman elit kadınların değil işçi kadınların gününden bahsediyoruz.

Ama bizde öyle olmadı. Bizde 1 Mayıs işçilerden çok solcuların bayramıdır. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü de feminist ve eğitimli kadınların günü oldu. 8 Mart günü sokakta rastladığınız alelâde 100 kadına sorun, hiçbirinin Dünya Kadınlar Günü'nden haberi bile yoktur, söyleseniz ilgi göstereceği de yoktur.

Atölyelerde çalışan ve eşit ücret ödenmeyen bir sürü kadın için de bir şey ifade etmiyor aslında, bir politika oluşturmaya sebep olmuyor, bir farkındalığa dönüşmüyor.

Kapitalizm bugün egemendir. Hem sınıflar üstüdür, hem cinsiyetler üstüdür, hem de etnik ve dinsel eğilimler üstüdür; kapitalist üretim biçimi bunların hiçbirini tanımaz. Onun doğurduğu kapitalist insan ilişkileri ise bütün bu değerlerin hepsini ezer geçer.

Teşekkür ederiz hocam.

BİZE ULAŞIN