Son yıllarda artan tarih ilgisini neye bağlamalı? Bunu imkân buldukça hem tarih hocalarıyla, hem de eli kalem tutan arkadaşlarla konuşmaya gayret ediyorum. Açıklamalar muhtelif. Popüler tarih algısı diye bir şey oluştuğundan bahsediliyor. Kimisi bu algıyı tehlikeli bulsa da, popülerliğin tarihe olan ilgiyi artırdığını düşünenler çoğunlukta. Yine de mayınlı bir bölge popüler tarih algısı. TV'lerde boy gösteren tarih programlarının hiç eksilmeyen bazı konukları var. Tam anlamıyla tarihçi olup olmadıklarını bilmiyoruz ama medyadaki tanıtımlarında karşımızdakinin çok önemli şeyler söyleyeceği merakı bizi cezbediyor. TV tarihçileri genelde bir tür şovmen gibi anlatıyorlar tarihi; "Bakın, şimdi söyleyeceğim şeyi ilk defa duyuyorsunuz muhtemelen" gibi parlak cümlelerle bir tarih bilgisi değil de, sanki yeni gerçekleşmiş bir son dakika haberi gibi sunuluyor konu.
Tarihe karşı artan ilgimizde ideolojik tercihlerimiz de rol oynuyor. Din ve milliyet eksenli bakışta da aynı sorunlu tarih ilgisi karşılıyor bizi. Mesela Reha Çamuroğlu'nun Şah İsmail'i anlattığı İsmail romanı yayımlandığında aynı tartışmaya şahit olmuştuk. İkisi de Türk olan ve Çaldıran'da karşı karşıya gelip savaşmış bu atalarımızdan hangisini seçmeliydik? Yavuz Sultan Selim'i seçenlerle, Şah İsmail'i seçenlerin başlattıkları tartışma Madımak hadisesine kadar uzanıyordu. Tarihsel olaylara bakışımızdaki bu seçmeci, ayırmacı anlayış bir tarafın abartılmasına, hamasete kurban edilmesine; öbür tarafın da görülemeyecek kadar küçültülmesine yol açıyor.
Tarihsel olaylardan ders çıkarmak diskuru da bana kalsa başlı başına sorunlu bir algılama biçimi. Daha baştan, ders çıkarmaya yönelik bakışta başlıyor tarihsel seçmecilik. "Osmanlı bunlara böyle davranmış ve şöyle başarılı olmuş" dediğiniz anda tarihten ders çıkarmıyorsunuz, tarihsel bir olaydan yola çıkıp kendi kararlarınıza sağlam bir delil uydurmuş oluyorsunuz. Bu yüzden mesela bazıları için Kuyucu Murat Paşa aklındaki canavarlıkları dayandırdığı kişi oluyorken, bazıları için de nefret edilesi bir karaktere dönüşüyor. Her alanda olduğu gibi tarihte de büyük hikâyelerden hoşlanıyoruz. Küçük hikâyeler hiçbirimizi ilgilendirmiyor çünkü. Kendi küçük hikâyemizden memnun değiliz ki.
Bâkî'nin devrinde yaşayan Kanuni
Tarihte yenildik ve yine tarihte yeneceğiz dediğimizde de sorunlu bir alana girmiş oluyoruz kanımca. Bir yenilgiyi başka bir zaferle teskin etmek fikri bile insanı korkutuyor. Tarihten ders çıkarmaya başlayınca oluyor tüm bunlar. Tarihten ders çıkarmasına çıkaralım ama herkesin ezberi birbirinden farklı artık, hatta çıkarılacak dersler de farklı. Öyleyse tarihten ders çıkaracağımıza önce tarihi anlamaya çalışalım, kendi tarihimizi bilelim ve tarihte yaşanmış olaylara döneminin siyasi, sosyal, kültürel ekseni etrafında bakmasını öğrenelim. İşte o zaman tarih konusunda zihnimizde bir berraklık yaşanacak. Ezberlerden kurtulduğumuz andan itibaren, tarihteki şahsiyetleri kendi kişisel hırsları içinde değerlendirebileceğiz. Eğer öyle yapabilirsek, Kanuni Sultan Süleyman'ın devrinde yaşayan şair Bâkî demez, şair Bâkî'nin devrinde yaşayan Kanuni diye söze başlarız. Eğer öyle yapabilirsek Nef'î'yi boğduran Bayram Paşa'nın adının neden İstanbul'da bir semte verildiğini ama neden İstanbul'da Nef'î diye bir semt adı olmadığını düşünmeye başlarız.
Peki ya kendi kendimize tarihte biçtiğimiz roller ne olacak? Çocuklarımıza anlattığımız kahramanlık hikâyelerini düşünelim. Örneğin Fatih Sultan Mehmet'i ve onun genç yaşlarda İstanbul'u fethetmesi… Kuşkusuz büyük bir tarih kesiti. Osmanlı'nın altın çağlarını düşünelim; 600 yılı aşkın süre içindeki büyük savaşlarını... Daha 'ceddimiz Osmanlı' dediğimiz andan itibaren o büyüklükten kendimize pay çıkartmaya başlıyoruz. Kendi kişisel tarihimizle yüzleşmeden, büyük tarihin içerisinde kendimizi tanımlayabileceğimiz muhteşem adacıklar buluyoruz. Sadece bununla kalsa iyi. Bir de tarihteki bazı konuların bizden gizlendiği vesvesesi var. Özellikle yakın tarihe dair kuşkularımız var. Siyasi yükü ağır bir dün sancısıyla tanımlanıyor yakın tarih. Bazı tartışmalı dönemleri de hatıratları okuyarak anlamaya çalışıyoruz.
Demek ki içimizde tarihe karşı duyduğumuz büyük bir merak var. Özellikle 90'lı yıllardan sonra tarih merakının sosyal bilimlerden edebiyata kadar çok geniş alanlara yayıldığına şahit olduk. Mesela tarihi romanın artık tam anlamıyla bir türe dönüşmesi… Rastgele seçtiğim roman isimleri bile ilginin çeşitliliğini göz önüne seriyor: Kadın Sultanlar, Osmanlı Müfessirleri, Telli Haseki Hümaşah Sultan, Büyük Türk-İki Denizin Hâkimi Fatih Sultan Mehmet, Cariyelikten Hasekiliğe Hürrem Sultan… Tarihi sinemanın ve tarihi dizilerin artması. Önemli şahsiyetlerle ilgili yeni kurguların yapılması. Bir de mesela Osmanlıca kurslarının artması. Birçok vakıf tarafından bu kurslar veriliyor. Kimi kendi göçmen tarihine ait belgeleri okumak için Osmanlıca öğrendiğini söylüyor, kimi dedesinden kalma mektupları okumak için. Kimi de mezar taşlarına karşı duyduğu merak yüzünden...
Korkunç bir son duygusu
Sonuçta tarih dediğimizde karşımızda geniş ve derin bir okyanus var ve elinizi nereye daldırsanız bir şeyler çıkacak. Kendi bakış açınıza uygun deliller ve hikâyeleri fazlasıyla bulabileceksiniz. Bunda özellikle Fukuyamacı tezin yoğun bir etkisinin olduğunu düşünüyorum. Fikirde, sanatta ve akademide artan bu arka arkaya çıkmak gayretinin özünde tarihin sonuna gelindiği fikrinin etkisi büyük. Özellikle Soğuk Savaş'tan sonra liberal unsurların etkin olarak kalmasıyla kapitalizm alternatifsiz bir dünya oluşturdu. İnsanoğlu da bu teze göre varabileceği son noktaya vardı. Bir tamamlanmışlık hissi buna eşlik ediyor. Fukuyama'nın tezinin karşısındaki düşünce ise tarihin kaldığı yerden devam ettiğini söyledi. Marksizm'in ilerlemeci fikrine balta indiriyordu öte yandan bu düşünce.
Tarihin sonu tezi, aynı zamanda ideolojilerin de sonunun geldiğinin beyanı. Fikirden sanata kadar uzanan geniş alanda geçtiğimiz yüzyılda olduğu gibi yeni dâhilerin çıkmadığı, artık tüm yapılan edilen işlerin geçmişin bir tekrarı olduğu ve postmodernizmin sanatın her alanını ele geçirdiği tartışması da tarih konusu açıldığında duyduklarımız arasında. O yıllarda 20'nci yüzyılın sonuna yaklaşıldığı için insanlığı bir son duygusunun sardığını ve bu son duygusunun da tarihe olan ilgiyi artırdığını söyleyebiliriz fakat yine de sadece bir son duygusu değildir tarihe olan ilgimizi artıran. 'Yazılabilecek her şey yazıldı', 'söylenebilecek her şey söylendi' ve tarih elbette tekerrür etmedi. Ve bu çaresizliğimiz içinde tarihimize döndük ve ona sarıldık.
Bu 'korkunç son' duygusu tarihle birlikte bilim kurguya da ilgiyi artırdı. Son yıllarda yazılan kitaplarda ve çekilen filmlerde ütopyanın tersi olarak distopyaya ağırlık verildi. Mesela The 100 dizisini tam da burada anmak lazım. Diziye göre insanlık büyük bir nükleer felaket yaşamış. Radyasyon tüm dünyayı yaşanmaz hale getirmiş. Hayatta kalanlar da uzaydaki istasyonlara yerleştirilmiş ve insanlığın hikâyesi daha sonra bir araya getirilerek birleştirilen bu büyük uzay istasyonunda devam etmiş. Aradan geçen 100 yılda ise istasyondaki imkânlar sınırlı olduğundan yeni sorunlar boy göstermeye başlamış. İstasyon yönetimi şöyle bir karar alarak o son duygusunu aşmaya çalışıyor; başkanın oğlunun da aralarında bulunduğu 100 tutuklu genci dünyaya indirerek dünyada yaşam olup olmadığını öğrenmeye, böylece zor durumdaki insanlığı da kendi dünyasına geri göndermeye çalışıyor. Hikâye buradan başlıyor ve dünyada yaşam olduğu ortaya çıkınca görülen manzara sayesinde kurgu çeşitleniyor. 'Bilimin üstün gücü' sayesinde 100 yıl uzayda hayatta kalmayı başaran insanlık dünyaya döndüğünde bu sefer -dünyadaki bilim ortadan kalktığı için- ilkellikle mücadele etmek zorunda kalıyor. Kurallar değişiyor ve tabiat, bilimle hayatta kalmış insanı yüzyıllar öncesinde başlayan hikâyesine geri döndürüyor.
İlerlemeciliğin ve yenilik ihtiyacının durduğu yerdeyiz. Eskiye ihtiyaç duyuyoruz, demek ki gelecek olan günlerden korkuyoruz. Tam da bu yüzden eğrisiyle doğrusuyla hepimiz tarihin en derinlerine dalmak istiyoruz, çünkü artık hepimiz tarihçiyiz!