Dindar erkeklerin zihnine ‘makbul kadın’ algısı ta o zamanlardan toplumda kabul gören ve kendi sosyal statüsüne zarar vermeyen kadın olarak işlenmeye başlamıştır.
- Karar senin, ister başını açar gidersin, istemezsen de gitmezsin. Bu senin kararın.
- İstersen ileride çalışma, ama okula gitmek ve o diplomayı almak zorundasın. Başını açıp gideceksin.
- Başını açıp okumanı istemiyorum, izin de vermiyorum. Evi geçindirmene gerek yok zaten senin. Okula gitmesen de olur.
Yukarıdaki cümleler 28 Şubat darbesi ile birlikte birçok genç kızın duymak zorunda kaldığı, birçok babanın da söylemek zorunda hissettiği cümlelerin başında geliyordu. Bu konuşma yapılmalıydı ve bunu yapmak da ailenin reisine düşüyordu elbette. O güne kadar aile reisi olan, son kararı veren, en iyisini düşünmüş ve kendince düşünmeye hâlâ devam eden başörtülü kız babalarının bir kısmı, kız çocuğu olmayanlara göre daha zor bir imtihanın içine girmişlerdi.
O güne kadar savundukları inançlarına dayalı yaşam tarzından, güç yetiremedikleri 'despotik devlet' yüzünden istemeye istemeye de olsa vazgeçiyordu bir kısmı. Hem de o güne kadar koruyup kollayarak yetiştirdikleri kız çocuklarını kimi zaman baskı, kimi zaman tatlı dille kendileri için iyi bir geleceğe sahip olmaları adına ikna etmek zorunda kalıyorlardı. Diğer bir kısmı kızları için kurdukları hayallerden, gelecekten vazgeçip, inandıkları değerlere sadık kalmayı seçiyordu. Bir diğer kısmı ise kararı kızlarına bırakıp bu yeni durumla nasıl baş edeceklerine dair yeni yollar arıyorlardı. Bu durum hepsi için yeniydi ve nasıl davranmaları gerektiğini de tam olarak bilemiyorlardı. Bir anda inandıkları değerler ile güç sahibi devlet arasında, ya da başörtülü eşleri ve kariyerleri arasında kalmışlardı. Veyahut ekonomik gücü bir çocuğuna iyi eğitim aldırabilmek için yetiyorsa, erkeği kıza tercih etmek zorunda hissediyorlardı. Bir nevi istemeden, fark etmeden ve neye mal olacağını bilemeden farklı tercihler yapıyorlar, bugüne gelindiğinde oluşan aile ve sosyal yapının da temellerini atmış oluyorlardı.
Öncelikle bu 'babalar', 'eşler', kendilerinde zaten var olduğuna inandıkları ve 'erkek' olarak sahip oldukları güçleri bir bir yitirmeye başladılar. Kimileri işlerinden atılıyor, sosyal çevrelerinden dışlanıyor, 'yeşil sermaye' olarak fişlenenlerle ticaret yapılmıyor ve toplumsal olarak sahip oldukları tüm güçler ellerinden tek tek alınıyordu. Devletin bireyle olan güç ilişkisi en son olarak evlerinin içine kadar girmişti. Kültürel kodlarla evin reisi-önderi olan, son kararı veren, aileyi koruyup kollayan erkek bir anda devletin işe müdahil olması ile kendi varlık alanında da anlamını yitirmeye başlamıştı. Kızının eve giriş çıkış saatlerine müdahil olabilen bir baba, bir anda okula gitmek istiyorsa kendi öğrettiği ve inandığı değerlerden vazgeçmesini şart koşuyordu. Bu ilk etapta kendisi, sonrasında ise 'otoritesi' ile ilk çelişkisiydi belki de. Çünkü kendisi bile böyle bir durumda ne yapması gerektiğini tam olarak bilemiyor, bir bocalama devresi geçiriyordu adeta. Bir erkek olarak -birçoğu için- ilk büyük yenilgiyi kabul edişti.
Erkeklikle birlikte gelen en önemli kimlik olan babalık, belki de en fazla bu dönemde onları zorlamıştı. Yalnızca ergenlik sorunları ile uğraşmaları gereken çocuklarının toplumsal olarak var oluşlarını ve gelecek adına hayatlarını da kurgulamaları gerekiyordu. Kimi kararı kızına bıraktı, kimi başını açması, bir diğer kısmı ise açmaması için baskı yaptı. Ama her hâlükârda birlikte ödenmesi gereken bedeller de vardı. Kararı kendisi veren kız için yeni bir hayat kurarken yanında olabilmek, kendisinin bile kafası karışıkken ve bir o kadar çaresizken ona yol gösterebilmek... Belki de en zor tercih buydu; ikisini birlikte bir bilinmezliğe itmek ve kendi önünü dahi göremezken ona yol göstermeye çalışmak.
Öte yandan başörtülerini açmalarını ve açmamalarını isteyen babalar sorumluluğun bir kısmından kurtulurken hiçbir zaman tam olarak vicdanen rahat olamayacaklarını da biliyorlardı. Kimi zaman kendileri kimi zaman kızları ile çatışarak -ki çatışmayı genelde isyankâr ruhlu(!) genç kızlar yapıyordu- bu dönemi geçirmeye, geçiştirmeye çalışıyorlardı sadece. Biri kızının bu dünyasını ve kariyerini, öteki ise öte dünyasını kurtarmanın verdiği gönül rahatlığı ile vicdan azabını susturabiliyordu çoğu kez. Ama her üç tercihten birini yapan kız çocuğu ve ailesi için her şey daha uzun yıllar bir işkence olarak sürmeye devam edecekti.
Bir de sosyoekonomik düzeyi çok da iyi olmadığı halde çocukları dinî eğitimi ve fen ilimlerini birlikte alsın diye imam hatipe gönderen aileler vardı. Katsayı uygulaması ile -puan kırılması yüzünden- tüm ailenin geleceği olan çocukların birden üniversiteye gidemeyecek -dolayısıyla da iş güç sahibi kişilere dönüşemeyecek- olması ailelerde büyük bir korkuya sebep oldu. Bu defa da başka bir tercih noktasına gelinmişti. Eğer iki çocuk varsa imam hatipte ve biri kız diğeri erkek ise gelecekte evin reisi olması ve ev geçindirmesi beklenen erkek çocuklar öncelenmeliydi. Ve zaten başörtüsü sorunu olduğu için de iki kere sorunlu olan kızlar üniversiteye giremeyeceği baştan belli olduğu için bu okullarda bırakılırken erkek çocuklar özel kolejlere kaydırılıyor ya da düz liselere geçiriliyordu. Kayıt alabilmek bile yüce devletin bu geçişleri fark edip engelleyici kanunlar koymasına kadar devam edebildi.
Erkek çocuğunun öncelenmesi elbette ki ilim ve bilimde erkeklerin daha iyi ve başarılı oluşları ile ilgili değil sosyal olarak onlara yüklenen anlam, önem ve hedeflerle ilgiliydi. Erkek çocuk geleceğin kurtarıcısı idi, en azından hayal edilen buydu. Her ne kadar o dönem bittikten sonra daha başarılı ve fedakâr olanın kızlar olduğu görülse de, ilk feda edilen de yine kız çocukları olmuştu.
Bir diğer grupsa eşleri üzerinden uğradıkları baskılardan dolayı işinden olan, kariyeri biten ya da aksine eşinden başını açmasını, kimi zaman farklı biriymiş gibi davranmasını isteyen erkeklerdi. Belki de bu dönemin en ilginç karakterleri, evlenmeyi düşündükleri ya da tanıştırıldıkları kızlara, evlenmeleri durumunda başlarını açıp açmayacaklarını soran gruptu. Kendi kimliklerinden o kadar korkan ve sahip oldukları kariyeri ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemeyen erkekler böyle bir talepte bulunmaya hakları olup olmadığını bile düşünmeden bunu isteyebiliyorlardı. Kendi istikballeri Allah'ın emrinden daha önemliydi. Hatta bazı farzlar, görev icabı teferruat olarak bile görülebiliyordu onlar için. Elbette bu noktada da yol ayrımına giden, başını açıp evlenmeyi tercih eden, ya da bunu kendisine bir hakaret addedip reddeden kızlar oldu. Belki de dindar erkeklerin zihnine 'makbul kadın' algısı ta o zamanlardan 'toplumda kabul gören ve kendi sosyal statüsüne zarar vermeyen kadın' olarak işlenmeye başlamıştı.
Erkekler o dönem sosyal, ekonomik ve siyasi olarak dışlanmadan kaynaklı travmaları atlatmaya ve hayata devam etmeye çalışırken çok da farkında olmadan belki de bugün değiştiğinden, dönüştüğünden bahsettiğimiz aile kavramının da temelini atmış oldular. Bugünkü dindar camiada değişiminden bahsettiğimiz aile kavramının anlamı ve yapısı özellikle 28 Şubat'ın beklenmeyen sonuçlarından yalnızca biri oldu.
Özellikle aile reisi bağlamından bakıldığında önce sosyal ve ekonomik olarak bitirilmeye çalışılan dindar erkekler, sonrasında başörtülü eşleri, kızları ve hatta çalışanları üzerinden taciz ve tehdit edilip, kimi zaman psikolojik, ekonomik ve sosyal baskıyla, kimi zamansa hukuki yaptırımlarla kendilerini var ettikleri en önemli ve küçük alan olan ailede bile değersizleştirildiler. Kendi aileleri üzerinde daha büyük bir erkin hakimiyeti sebebiyle kendi hakimiyetleri, kendi inançları yerle bir olmuştu. Aslında kadınlar üzerinden yürütülen politikalar kadınların sosyal hayattaki varoluşlarını yok ederken, erkeklerin de o güne kadar sahip ve hâkim olduklarına inandıkları alanı ellerinden çekip alıvermişti bir anda.
Birçok alanda belki başörtülü kadınlar gibi 'açık ötekileştirmelere' maruz kalmasalar dahi, görünürde özgür ama fikir ve karar alma noktalarında devlet eli ile tutsak bırakılmışlardı. Fiziksel olarak varlıkları devam ediyor ve fakat psikolojik olarak yokmuşlar ve karar alma mekanizmaları onlar için işlemez hale gelmiş gibiydi. Öyle ki kendi inandıkları dinin emri olan başörtüsünün bile ne kızları ne eşleri ne de çalışanları tarafından giyilmesine izin veremiyor aksine başörtüsü ile devam ederlerse kendileri için bir gelecek göremediklerinden kimi zaman çaresizce susuyor, hatta bir adım öteye geçenler ise başlarını açmaları için ısrarcı oluyorlardı.
Din yalnızca evde yaşanır bir hale gelmiş, toplumda görünürlüğü tamamıyla yok edilmek istenmişti. Dinin görünür olan tüm simgeleri toplumdan silinip atılmak ve dini hatırlatacak en ufak işaretlerin bile yok edilmesi amaç edinilmişken en büyük işareti taşıyan kadının o şekilde toplumda var olması düşünülemezdi. Tabi böyle bir zamanda böyle bir kadını yanında taşımak da savaşta beyaz bayrak göstermek değil, gelin beni vurun diye siperden ülke bayrağı sallamak gibiydi.
O dönemde kimi zaman ebeveynlerin talebi kimi zamansa çocukların kendi kararları ile girilmiş farklı yollardan çok farklı özelliklerde kızlar, erkekler ve dolayısıyla aileler çıktı. Ailedeki değişimi kimi zaman 28 Şubat'tan önce yetiştirdiği büyük kızı ile 28 Şubat sonrası büyüttüğü küçük kızı arasındaki farkla, kimi zamansa eskiden mahrem olarak gördükleri eşlerini artık toplumsal statü ve gösteriş nesnesi haline getirdikten sonra 'Nasıl oldu acaba bu değişim?' diye düşündüklerinde fark edebildiler. Bu dönemin ardından aslında kültürel olarak kadınlarla çalışmayı çok da uygun görmeyen bu erkekler, o dönemden gayet eğitimli ve donanımlı olarak çıkıp toplumda var olmak isteyen kadınlarla çalışmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu görüp bunu da kabul etmek durumunda kaldılar. Yani 28 Şubat hiç umulmadık bir şekilde topyekûn bir sosyal reforma sebep olmuş oldu dindar kesim için.
Bu reformun etki ettiği önemli alanlardan biri de çoğu kez dinî kaynaklı sanılan ama aksine kültür ve modernitenin birlikte yoğurduğu erkeklik kimliğinin de değişkenliğini, duruma ve şartlara göre değişebilirliğini göstermiş oldu. Ve kaynakları zaten sabit din kuralları değil de değişen toplumsal kodlar ve kültür olduğu için yeni kaynaklar ve toplumsal değişimlerle gelen beklentilere karşılık vermek için yine neyi ne için yaptığının çok da farkında olmayan 'geçiş dönemi muhafazakâr erkekleri' çıkmış oldu ortaya. Hayatlarının temelini oturtmaya çalıştıkları kaynaklar artık asıl kitapları değil de kendilerini yeniden var eden toplumsal kabuller oluvermişti birden.
28 Şubat darbesi birçok açıdan toplumu olumsuz etkilerken, erkeklere çoğu şeyi sorgulamadan uygulamayı -sorgulasalar dahi çoğunluğa uymayı- öğretmişti. Bin yıl sürmeyen bu postmodern darbenin ardından, henüz travmalarını atlatamadan yeniden varlık gösterme savaşına girmişlerdi. Neyin kaybedilip neyin kazanıldığını çok da düşünmeden, bu yeni savaşın içinde 'ben de varım ve yer edinmek istiyorum' demişlerdi. Tüm bu süreçte, belki de tercihleri hakkında düşünmemek ve konuşmamak için eleştirileri kadınlar üzerinden yapmaya devam ettiler. Değişen aile, kadın, erkek kimliklerinin müsebbibi olduklarını ise ya anlayamadılar ya da anlamak istemediler.