Kılıç Buğra Kanat: Amerikan rüyası ve Amerika'nın rüyası

Amerikan rüyası ve Amerikanın rüyası
Giriş Tarihi: 29.12.2014 14:51 Son Güncelleme: 7.1.2015 16:30
Kılıç Buğra Kanat SAYI:09Ocak 2015
Amerika’ya yeni gelenlerin aklında hep sınıf ve statü basamaklarını atlaya atlaya yukarılara çıkmak vardır. En ideal şekliyle bu rüyada, Amerika’da herkese fazlasıyla fırsatlar sunulur ve bu fırsattan en fazla çalışan istifade eder.

Amerikan rüyası belki de Henry Luce'nin o meşhur makalesinde ortaya koyduğu Amerikan Yüzyılı konseptiyle birlikte Amerika hakkında en çok konuşulan, Amerika denildiği zaman en çok akla gelen kavramlarından biri oldu. Kimi zaman popüler kültürde bir hiçken başarı, refah ve güç kazanan karakterlerin hikâyelerine verilen genel bir ad oldu, kimi zaman da Amerika'nın dünyada fırsatlar ülkesi şeklinde adlandırılmasına sebep olan bir kavramsallaştırma. Bazen de bir rüyanın ötesine geçerek bir ideoloji, kitleler için bir afyon halini aldı. Her ne kadar daha önce de sık sık kesintiye uğramış olsa da son yıllarda Amerikan rüyası artık o eski idealize ve steril konumundan uzaklaşmaya başladı. Uyku ile uyanıklık arasındaki o sersem hâl sırasında Amerika Vietnam Savaşı'ndan beri karşılaştığı en büyük stratejik bataklığı Irak'ta, Büyük Buhran'dan sonraki en önemli ekonomik krizi Lehman Brothers'ın iflası sonrası yaşadığı süreçte ve 1982 Los Angeles Ayaklanmaları'ndan beri yaşadığı en sarsıcı kalkışmaya da Ferguson olayları sırasında şahit oldu. Dünyada 'Amerikan rüyası' kavramı anlamını kaybederken, Amerikalıların rüyası hayal olurken, Amerika'nın rüyasının ne olduğu da kafaları karıştırdı.

Aslında Amerikan rüyası; Amerika'ya ekonomik veya siyasi sebeplerle kaçan göçmenlerin, hayallerini süsleyen geleceğe verdikleri isimdi. İçinde bulundukları sefaletten kurtulmak için milyonlarca Avrupalı, Amerika'yı 'taşı toprağı altın' bir coğrafya olarak görmüşlerdi. Gidenlerin bazıları kısa zamanda büyük başarı ve güç sahibi olabiliyor, sınırsız kaynakları, geniş coğrafyası, bakir toprakları ve türünün ilk örneği olan metropolleriyle herkese farklı imkânlar sunuyordu. 1900'lü yılların başlarında gemilerle New York limanına akın eden Avrupalı göçmenlerin Özgürlük Anıtı'nı gördükleri ana kadar içinde bulundukları bu rüya, Amerika'ya geldiklerinde başka bir anlam kazanıyordu. Amerika'ya yerleşen herkes için Amerika daha çetin bir mücadelenin yaşandığı bir ülke demekti. Her ne kadar rüya hâlâ müreffeh ve rahat bir hayatın işaretlerini verse de, gerçekliğe daha yakın öğeler içeriyordu. Özellikle Büyük Buhran'ın yaşandığı 1930'lu yıllarda James Truslow Adams'ın o meşhur tanımlaması ile Amerikan rüyası Amerika'daki kalabalıklara yeni bir ümit ve çıkış yolu vadediyor ve başarı, huzur ve refahın hakim olduğu bir hayat anlamına da geliyordu. Ancak elbette bu rüyaya ulaşmanın bazı bedelleri mevcuttu. Orson Welles'in Citizen Kane filminde olduğu gibi bazen rüyaya ulaşmak için insanlar gerçekliklerinden fedakârlık yapmak zorunda kalıyorlar; bazen rüya görmeden önceki çetin gerçeklik, özlenen öğe oluyordu.

Bütün dünya özellikle II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle bir yandan Amerika'nın dünya siyaset sahnesinde yükselişine şahit olurken öte yandan da bu ülkenin askerî, ekonomik ve kültürel anlamda dünyaya olan hâkimiyetine tanıklık etmeye başladı. Amerika'nın dünyadaki rolünde yaşanan değişim, Amerikan rüyasının anlamında da derin bir kırılma yaşanmasına sebep oldu. Bu kırılmanın sonucu olarak da Soğuk Savaş'ın başlamasıyla birlikte Amerikan rüyası yeni siyasi ve ideolojik anlamlar da kazandı. Amerikan rüyası denildiğinde artık akla sadece Scott Fiztgerald'ın The Great Gatsby'sinde olduğu gibi ekonomik ve sosyal fırsatlar değil aynı zamanda ideolojik anlamda siyasi özgürlükleri de içine alan bir paket gelmeye başladı. Bu yıllarda sinema sektörü Amerikan rüyasının yerleşip kabullenilmesinde en etkin enstrümanlardan biri haline geldi. Beyaz perdede bu rüyaya ulaşan karakterler kısa zamanda Amerika'da güçlü ve etkili şahıslar haline geliyor ve bu karakterler bir yandan Amerikan toplumuna, öte yandan da dünyadaki izleyicilere Amerikan rüyasının ne demek olduğunu gösteriyordu. Amerika bu rüya öyküleriyle yavaş yavaş daha fazla çekim merkezi haline gelmeye başladı. Dünyanın farklı yerlerinden binlerce insan bu rüyanın etkisiyle Amerika'ya akmaya başladı. Her gelen göçmenin aklında bu rüyaya bir an önce ulaşma fikri vardı. Bu dönemde bir yandan Amerika'daki insanlar sınıfsal olarak daha yukarıları hedeflerken, öte yandan da Amerika'ya yeni gelenlerin aklında hep sınıf ve statü basamaklarını atlaya atlaya yukarılara çıkmak vardı. En ideal şekliyle bu rüyada, Amerika'da herkese fazlasıyla fırsatlar sunuluyor ve bu fırsattan en fazla çalışan istifade ediyordu. Rocky gibi boksörler, yaşadıkları hezimetler sonrası ödünsüz bir çalışmayla zafere ulaşırken; Wall Street'te de yatırımcıların en hırslısı ve en hırçını, bir hiçten büyük bir servete kavuşuyordu. Fırsatlar her alanda mevcuttu Amerika'da ve kilit nokta o 'en' olmaktan geçiyordu. Baba filminde olduğu gibi İtalya'dan kaçan göçmen bir aile koca bir suç imparatorluğu kurabiliyor, Scarface filminde olduğu gibi Küba'dan Amerika'ya kaçmış bir sade insan kısa zamanda uyuşturucu ticaretini ele geçirecek kapasiteye ulaşabiliyordu. Bu imajın da etkisiyle bir yandan milyonlarca insan Amerika'ya gidebilmeyi hayal ederken öte yandan Amerika'da yaşayan milyonlarca insan tıpkı filmlerdeki gibi umut ve talihin bir gün kendilerine de gülebileceğine inanarak o günün hayalini kurdu. Bu yönüyle Amerikan rüyası, sınırsız iyimserlik ve yer yer mesiyanik bir beklentiyle insanların yükselme, güçlenme ve kazanma hırslarına ev sahipliği yaptı uzun yıllar boyunca.

Amerikan rüyası her rüya gibi aslında sık sık kesintiye de uğradı. 1960'larda, Afro-Amerikalıların hakları için mücadele ettiği günlerde, bu rüyanın sanıldığı gibi tozpembe olmadığı görüldü. Bu yıllarda Amerikan rüyasının büyüsünün perdelediği ırkçılığı hatırlara sokan en önemli karakter olan Martin Luther King, bir konuşması sırasında sistemik ırkçılığın ve bunun savunucularının Amerika'yı kendi rüyasından ne kadar uzaklaştırdığını anlatıyordu. Ona göre de insanların eşit olduğu bir başka rüya vardı Amerika için. Oldukça idealize edilen müstakil garajlı ve bahçeli bir evi, iki çocuğu, bir köpeği ve iki arabası olan Amerikan ailesinin temelini teşkil ettiği Amerikan rüyası, toplumun daha büyük ünitelerinin içinde bulunduğu sınıflandırma ve ayrımcılığı birçoklarının görmesine engel olmuştu. Amerikan rüyasının bazı Amerikalıların rüyasından farklı olduğunu dünya bu olaylarla fark etmeye başladı.

Daha sonrasında yaşanan Vietnam Savaşı ise dünyanın Amerikan rüyasından bir an için uyanmasına sebep oldu. Bir üçüncü dünya ülkesinin Amerika'nın savaş makinesi altındaki hali önce dünyada Amerika'ya karşı, sonrasında da Amerika'da siyasi iktidara karşı ağır bir tepki oluşmasına sebep oldu. Özgürlük ve demokrasi havarisi bir siyasi sistemin yol açtığı yıkım, dünyada Amerika'nın imajını o zamana kadar hiç olmadığı kadar zedeledi. John Lennon'un da öncülük ettiği savaş karşıtı akım, Vietnam Savaşı sonrası ortaya çıkan eleştirel filmler, Amerika'nın prestijinin bir dönem en büyük yumuşak güç enstrümanlarından olan popüler kültürün en sert bir şekilde saldırısına maruz kaldığını gösteriyordu. Dünyadaki herkes Amerikan rüyası ile Amerika'nın rüyası arasındaki farkı anlamaya çalıştı bu dönemde.

1980'lere geldiğimizde dünyada Amerikan rüyasını ayakta tutan Amerika'nın imajından daha çok Amerika'nın ideolojik ve siyasi rakiplerinin yaşattığı kâbuslardı. Sovyetler Birliği'nin giderek artırdığı baskıları ve dünya kamuoyunun başta Solzhenitsyn olmak üzere Sovyet Edebiyatı'ndan işleyişini öğrendikleri otoriter sistem ve Afganistan'ın işgali, dünyaya gösterilen Sovyet kâbusu, siyah-beyazın hâkim olduğuuluslararası sistemde Amerikan rüyasının yeniden dirilmesine sebep oldu. 1984 yapımı Moscow on the Hudson filminde izleyiciler bir Sovyet sirk grubunun New York gösterisi sırasında kafileden kaçıp Amerika'ya siyasi iltica eden bir Sovyet müzisyenin hikâyesinde Amerika'nın bir Rus için anlamını da hatırlarken iki sistem arasındaki zıtlığı da görme fırsatı elde ediyordu. Rusya'daki ailesine ulaşmayacağını bildiği halde yazdığı mektuplarda onları da Amerika'ya getirme isteğini ama bunun zorluğunu yazdıktan sonra 'Amerika'da her şey mümkün' diyerek bu rüyanın bir Rus göçmen için önemini hatırlatıyordu. Dünyada ikinci Soğuk Savaş atmosferinin yükselmesi ve Ronald Reagan'ın başkanlığı Amerikan rüyasının yeniden yükseliş yıllarıydı. Kennedy'nin ölümünden itibaren, ülkeyi Vietnam Savaşı'na sokan Johnson, Watergate skandalında boğan Nixon, seçim kazanamayan Ford ve İran'da büyük bir utanç yaşatan Carter'dan sonra ilk kez başkanlık koltuğunu tam olarak dolduracağı düşünülen Reagan, Amerika'nın kendine olan güvenini yeniden muhkemleştirirken, bir yandan da dünyanın Amerika'ya olan güvenini artırıyordu. Ekonomik toparlanma, Sovyetler'e karşı elde edilen stratejik avantaj ve özgürlük ve demokrasi söyleminin yeniden hareketlenmesi Amerika'nın imajı ve prestijini yeniden canlandırmaya yetmişti.

Soğuk Savaş'ın bitişi ve ortaya çıkan tek kutuplu dünya Amerika'yı yeniden bir rüya haline getirdi dünyada. Amerika bir yandan ekonomik bir mucizeye imza atarken öte yandan neredeyse mucizevi bir şekilde bir savaş kazanıyor ve dünyada kendini tek süper güç olarak lanse ediyordu. Bazılarının sonsuza kadar devam edeceğini düşündüğü hatta 'tarihin sonu' olarak ifade edilen durum çok geçmeden yerini oldukça sıkıntılı bir sürece bırakmaya başladı. Hiç beklenilmeyen bir dönemde, Amerika'nın duraklaması dahi konuşulmazken, gerileme tartışmalarının ortaya çıkması da ilginçti. Dahası bir önceki gerileme tartışmalarının aksine bu gerileme dalgası oldukça ciddiye alınması gereken cinstendi. Irak Savaşı'nda kendi imajı hakkında onulmaz yaralar alırken, bir yandan da ekonomik kriz ile darbe alınan emlak piyasası ve mortgage problemi Amerikan rüyasının belkemiği sayılan büyük müstakil ev kavramına ciddi darbe vurdu. Bu süre zarfında yine rüyanın ve hayallerin gölgelediği başta eğitim ve sağlık sektöründe büyüyen sorunlar birer birer su yüzüne çıkmaya başladı. Michael Moore'un Sicko belgeselinde tüm çıplaklığıyla ortaya koyduğu sağlık problemleri ve Davis Guggenheim'in Waiting for Superman'de sergilediği devlet okullarındaki eğitim sorunları bu noktada toplumu Amerikan rüyasından uyanmaya çağıran en önemli uyarıcılardandı. Beyaz perde bu konuda daha yaratıcıydı. Here Comes the Boom filminde aktif dövüş kariyerine yeniden dönen bir öğretmen, okulun iflasını engellemek için ringlerdeki yerini alıyordu. Ivan Drago'yu alt etmek için boksa dönüp Amerika'nın prestijini dünya çapında kurtaran Rocky filminden sonra bu sefer aktif dövüşe dönerek okulu kurtaran boksör, Amerikan rüyasının nereden nereye geldiğini gösteriyordu. Yeni film kahramanları büyük başarılara imza atan hırslı, çalışkan ve başarılı gençler, konular da Amerikan rüyasına ulaşma çabası değildi. İş bulmak başlı başına bir rüya haline gelmişti. Internship filminde orta yaşta işsiz kalan iki kafadarın Amerikan rüyasının sonuyla ilgili yaptıkları konuşmalar bu durumu başlı başına anladıklarını gösteriyordu. İşsizlikten kurtulup bir iş bulmaya çalışan karakterler ve onların maceraları da rüyanın geldiği nokta için bir başka belirteçti.

Geldiğimiz noktada son birkaç aydır devam eden Ferguson olayları, Amerikan rüyasını yeniden sorgulanır hale getirdi. Artık neredeyse tamamen sona erdiği sanılan Amerikan rüyası, son zamanlarda biraz da bu film ve dizilerle etkinleştirilmeye çalışılıyor. Her ne kadar yeni rüyalar eskisi gibi büyük ve haşmetli olmasa da Amerikan toplumu da bu tepkiler sayesinde bir yandan kendine yeni bir kimlik oluşturmaya çalışıyor. Bu kimlik çatışmaları, Newsroom dizisinde Amerika'nın dünyadaki yeri konusunda yaşanan tartışmada olduğu gibi sıklıkla kendini dışa vurmuş buluyor. Ekonomik kriz ve Irak Savaşı travması, Amerika'nın ve Amerikalıların rüyalarını etkilerken, Amerikan rüyasının klasik anlamıyla nerede yaşanmaya devam edeceği sorusu da aslında ciddi bir hegemonya ve süper güç mücadelesi sorunsalı olarak ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz yıl ortaya atılan 'Çin rüyası' kavramı belki de uzun vadede Amerika'nın o yumuşak gücünü bekleyen en ciddi tehdit olarak öne çıkıyor.

KILIÇ BUĞRA KANAT KİMDİR? Penn State Üniversitesi Erie Kampüsü'nde öğretim üyesi. Doktorasını Syracuse Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde Dış Politika Teorisi ve Liderlik dalında aldı. Daily Sabah yazarı.

BİZE ULAŞIN