28 Şubat darbesi sadece başını örten Müslüman kadınları değil, onları içinden çıkartan toplumsal kitleyide bütün aktörleriyle birlikte, yani eşlerini, oğullarını, akrabalarını ve yakın çevrelerini de içine alarak hedefe oturtmuştu.
28 Şubat postmodern darbesinin üzerinden tam 18 yıl geçti. Bu yazımda, 28 Şubat dönemiyle ilgili kişisel değerlendirmelerimi bulacaksınız.
Soğuk savaş bitmeden evvel, iki kutuplu dünyada güç odaklarından birinin çökeceği anlaşılmaya başlamıştı. O dönemin uluslararası ilişkiler teorisyenleri geleceğin dünyasına dair muhtemel senaryoları dillendirmeye başlamışlardı. Bunlardan bir kısmı ABD merkezli tek kutuplu bir dünya oluşacağını ve denge unsuru olarak da bu 'yeni dünyada' yeni bir 'öteki' oluşturulacağını öngörüyordu. Gelecek yıllarda dünya siyasetinin, Sovyetler Birliği'nin yerini alması beklenen bu yeni güç odağı üzerinden yürütüleceğini iddia ediyorlardı. Bu bakış açısına göre, Batı ile karşısında konumlandırılan güç odakları arasında 'kültürler' üzerinden bir karşılaşma oluşacağı, yani Batı kültürüne karşı İslam kültürü eksenli tartışmaların olacağı düşünülüyordu.
İkili zıtlıklar üzerinden oluşan bu zihinsel okuma, aslında yeni bir dünya tahayyülü teklif etmiyordu. Bilakis geçmiş asırların sömüren-sömürülen denklemini günümüzün geçerli değişkenlerini devreye sokarak geçmişten geleceğe taşıyor ve Batı değerleri üzerinden insanlık için gelişim sürecini savunuyordu. Teorik olarak Oryantalist değerler sistemi üzerinden temelde Doğu'nun Batı'ya benzeme zorunluluğu olduğu iddiasını taşıyordu. Buna göre Batı ve Batılı tahayyülü normatif değerler paketini, Doğu ve Doğulu ise adı geçen pakete erişmek için uğraşan, bir şekilde 'düzeltilmeye muhtaç' olanı temsil ediyordu.
Edward Said'in aktarımı ile Batılı, olgun, bilgin, dingin, iyi; Doğulu ise Batılıda olan vasıflardan yoksun, bundan dolayı da Batılının yönlendirmesine ihtiyacı olan bir varlık olarak karşımıza çıkıyordu. Batılının uzatacağı ele mahkûm olan Doğulu bir tarafta, kendini yapacağı yardım ile lütufkâr addeden Batılı da diğer tarafta konumlandırılmaktaydı.
Batı ülkeleri kendi gelişimlerini tamamladıktan sonra insanlığın gelişimini lineer modernizasyon teorileri üzerinden okuyor ve kendine her yere 'demokrasi götürme' ve toplumların siyasi hayatlarına karışma şeklinde bir rol biçiyordu. Bu sebeple uzun zaman Batılı devletler tarafından sömürgeleştirilmiş ülkeler, bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra bile zaman zaman siyasi, zaman zaman kültürel ve ekonomik alanlarda sömürgecilerinin tesirinde yaşamaya devam ettiler. Dünyada Batı ve Doğu arasında bu eşitsiz hiyerarşik ilişkinin yanında bir de ekonomik tahakküm kuruluyor ve Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi Batılı devletler tarafından kontrol edilen uluslararası organizasyonlar ile bu hiyerarşi pekiştiriliyordu.
Batı'nın şımarık ülkesi: Türkiye
Yukarıdaki satırlarda arz ettiğim çerçeve içerisinde Türkiye'nin konumu dikkate şayandır. Arap olmayan, Müslüman ve fakat laik devlet geleneğinden gelen tek Ortadoğu ülkesi olarak Türkiye, Batı gözünde hep bir istisna olmuştur. Öyle ki birçok eksiklikleri göz ardı edilmiş, dört elle sarılmış olduğu laik yönetimin karşılığı olarak modern Ortadoğu ülkesi imajıyla ödüllendirilmiştir. Türkiye'yi NATO'nun tek Müslüman üyesi yapan Batı, bu ayrıcalıklığı daha da pekiştirmiştir.
Nitekim ülkenin geciken demokratikleşmesini problem etmemiş, buna en önemli sebep teşkil eden askerî vesayete sesini çıkartmamış, darbeleri görmezden gelmiş ve hatta zaman zaman da destek olmuştur. Sonuç itibariyle, uluslararası literatüre baktığımızda Türkiye'nin Batılılaşmaya olan bağlılığının, tavizsiz modernleşmeye olan inancının hep alkışlandığını görürüz. Zira Batı'nın dünyayı gördüğü Oryantalist perspektifte tek makbul olan, kendi gibi olandır. Buna göre, Batı'ya benzeyen bir Türkiye de ne kadar problemli olursa olsun taltif edilmeye layıktır.
Kendine ihdas edilen, bu tabiri caizse dokunulmazlığın ve beraberinde gelen şımarıklığın bir yansıması olarak da ülkenin sivil otoritesi periyodik olarak askerî müdahalelerle kesintiye uğratılmış, seçilmiş bir başbakan asılmış, bu sırada Batı her daim, kendisinden beklenene uygun olarak 'başka yerlere' bakınmayı tercih ederek sessiz kalmıştır. 1997 yılının 28 Şubat günü toplanan Milli Güvenlik Kurulu ile başlatılan postmodern darbe de bu atmosfer içerisinde vuku bulmuş, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından tarihteki yerini almıştır.
28 Şubat darbesi kime ne vadediyordu?
28 Şubat postmodern darbesi, dinini yaşama gayreti içindeki insanları siyaset dışına iterek temsil ettikleri kitlelerin güç odakları oluşturmasına engel olmayı ve böylelikle alışılagelmiş toplumsal hiyerarşileri muhafaza etmeyi amaçlıyordu. Darbenin zihin dünyasında yukarıda belirttiğimiz Batılı-Doğulu eksenli ikili zıtlıkların bir toplumun kendi içinde yeniden üretilmesi ve böylece Türkiye'de resmi ideolojinin tavizsiz Batılılaşma projesini muhafaza etmesi vardı.
Türkiye bağlamında bu ikiliğin bir cephesinde; kendileri de bu toprakların insanları olsalar dahi, Batılılaşma projesine kayıtsız şartsız boyun eğenler ve diğer cephede bu projeye direnen veya alternatif sunan ve bu yüzden 'medeni olmayı öğrenmesi gereken' halk kitleleri, yani Doğulular vardı.
Bu ikili değerler sistemini muhafaza etme içgüdüsü ile yapılan 28 Şubat darbesi; kısa vadede dindar Müslümanların görünürlüğünü azaltmayı, uzun vadede ise, Michel Foucault'nun 'güç ve temsiliyet' arasındaki ilişkisine atıf yaparsak, dindarları resmi ideoloji açısından olmaları gereken yere 'geri' çekmeyi amaçlıyordu. Nitekim ancak bu şekilde Batılı Türkiye'nin kendi ürettiği Batılıların elinde kalacağı planlanmaktaydı.
'Zararlı' unsurdan 'tehdit' algısına
28 Şubat darbe sürecinde hem sebep hem de sonuç olarak karşımıza çıkan iki ana sembolik cephe mevcuttur: İmam hatip liseleri ve başörtüsü.
1994 yerel seçimleri ile birlikte görünürlük kazanan ve aynı zamanda İslami kimlikleri öne çıkan siyasetçiler çoğunlukla imam hatip mezunuydular. O dönemde Başbakan Erbakan'a atfedilen ancak gerçekte ANAP lideri Mesut Yılmaz'a ait olan "Bunlar imam hatipleri arka bahçeleri olarak görüyorlar" ifadesiyle özetlenebilecek çıkış noktası, imam hatip liselerini hedef tahtası haline getirdi. Önce sekiz yıllık eğitim, ardından askerlerin önerisi ile getirilen üniversite sınavına girişte katsayı uygulaması ile bütün meslek liselerine adeta kilit vuruldu. Mesut Yılmaz, o dönemde darbecilerin bütün bu uygulamalarını bizzat takibe almış ve bu konudaki sarsılmaz kararlılığını "siyasi hayatıma dahi mal olsa…" sözleriyle dile getirmişti.
İkinci kavga alanı olan başörtüsü ise resmi olarak 1981'den, genel anlamda ise Cumhuriyet'in ilanından itibaren zaten Doğuluya ait bir nesneydi. Bu nedenle de her zaman Batılı Türkiye'de olmaması gereken yahut 'zararlı' unsur olarak algılanmıştı. Ancak zaman içerisinde başörtüsünün görünürlüğü çevreden merkeze doğru ilerledikçe rejim tarafından açıkça 'tehdit' olarak görülmeye başlanmıştı. Bir de üstelik darbeye giden yolda, o dönemin Başbakanı Erbakan'ın Refah Partisi'nin iktidara gelmesiyle söylediği "Rektörler, başörtülü öğrencilere selam duracak" sözü, şimşekleri iyiden iyiye başörtüsü üzerine çekmişti.
Daha önceki dönemlere ait başörtüsü yasağı uygulamalarından farklı olarak, 28 Şubat darbesi sadece başını örten Müslüman kadınları değil, onları içinden çıkartan toplumsal kitleyi de bütün aktörleriyle birlikte, yani eşlerini, oğullarını, akrabalarını ve yakın çevrelerini de içine alarak hedefe oturtmuştu. Bir başka deyişle, başörtüsü yasağı, 28 Şubat darbesiyle birlikte alanını hızla genişletmiş ve başörtülü kadınların ve çevrelerinin hayatlarını sadece kamusal alanda değil, çoğu kez özel alanda da organize eder, şekillendirir, yoğurur hale gelmişti.
Peruk takan veliler, bagajda evine gidenler
Darbeyi müteakip 90'lı yıllarda üst üste kamusal ve özel alanda 'başörtülü' olayları yaşanmaya başladı. Bunlar hak ihlalinden tutun da sokakta yürürken bazen sözlü, bazen fiziksel tacize kadar vardı. O döneme damgasını vuran çarpıcı olaylardan biri, yetmişli yaşlardaki Medine Bircan'ın başörtülü fotoğrafını içeren kimlik kartı yüzünden bir devlet hastanesinde sağlık hizmeti almasına engel olunmasıydı. Bu olay, maalesef, Bircan'ın ölümüyle sonuçlanmıştı.
Bir diğer olayda ise, Hatice Hasdemir Şahin adlı vatandaş davalı olarak katıldığı mahkeme salonundan başörtülü olduğu gerekçesiyle hâkim tarafından dışarı çıkartılmıştı. İstanbul'da bir imam hatip lisesi önünde okullarına başörtülü oldukları için alınmadıklarından dolayı eylem yapan kızlar, dönemin valisi Orhan Taşanlar'ın emriyle otobüslerle ormanlık bir bölgeye götürülmüş, orada başlarının çaresine bakmak üzere bırakılmıştı. Okullara alınmayan imam hatipli kızların bahçe demirlerine kendilerini kelepçelemeleri, onların her türlü baskıya rağmen öğrenime olan aşklarını sembolize eder hale gelmişti. Zihinlere en çok kazınan karelerden biri de imam hatipli bir kızın, etrafını saran ikisi erkek dört polis tarafından başörtüsünün başından çekilerek çıkartılışına aitti. İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulan ikna odaları, çağımızın başörtülü öğrencilerin ruhlarını boğmak için oluşturulmuş 'gaz odaları' gibiydi. Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde yapılan mezuniyet törenine gelen başörtülü velilerin peruk takmaya zorlanmaları da yasağın aile fertlerine nasıl sıçratıldığının örneklerindendi. Evladını vatani vazifesini yapmak üzere peygamber ocağına gönderen annenin, ailenin diğer fertlerinden ayrı tutularak, tel örgüler arkasında oğlunun silah üzerine yemin edişini seyredişi belki de en sıklıkla gazetelere düşen resimlerdendi. Komutanları tarafından başörtülü eşlerini boşamaya zorlanan ordu mensuplarından, yaşadıkları lojmana girebilmek için başörtülü karısını arabanın bagajına saklamak zorunda kalan askere kadar binlercesine ait trajikomik hikâye, o dönemin nasıl yaşandığına dair örneklerden sadece birkaçı…
Bu satırların yazarının seçilmiş bir milletvekili olarak TBMM'de ant içmek istemesiyle gelişen 'had bildirme' süreci ise başörtüsü yasağının uluslararası toplum tarafından ilk defa fark edilmesine, dolaysıyla da bilinir hale gelmesine vesile olmuştu. Bunun dışında resmi ideoloji de ilk defa bu olayla Batılılaşma projesinin başarısını sorgular hale gelmişti. Zira başörtüsü, Oryantalist değerler sistemi açısından Doğu'yu temsil etmekteydi fakat Türkiye illaki Batılı olmalıydı. Bu noktada, başörtüsü ancak çevre bölgelerde rejimce 'katlanılabilir' olacaktı. Bir başka ifadeyle, başörtülü kadın ya Batılılaşmanın bir sonucu olarak başörtülü olmaktan vazgeçecek ya da kendine münasip görülen kadere razı olup, gözden ırak bölgelere hapsolacaktı. O halde, başörtülü bir kadının, 70 yıllık Batılılaşma projesine rağmen TBMM gibi üst bir makama çıkabilmiş olması bu projenin ciddi bir kaybı olarak algılanmıştı. Başörtülü vekile karşı verilen resmi tepki ve sergilenen sistematik öfke aslında ilk anda hissedilen şaşkınlık ve akabinde gelişen hayal kırıklığı ile doğru orantılıydı.
O dönemden bugünlere akan zaman diliminde normalleşme yolunda adımlar atılmış olduğunu görüyoruz. Hiç şüphesiz bunun böyle olmasında en büyük pay, 28 Şubat'ın mağdur ettiği kitlelerdir. Demokratik seçim haklarına sahip çıkan postmodern darbe mağdurları, kendileri gibi darbe mağduru olan bir kitleyi tekrar siyaset arenasına yollamış, böylece hayat alanları daraltılan dindar Müslümanların geri kazanımlarının yolu da açılmıştır. Bu alanda bir miktar ilerleme kaydedilmişken önemli bir yol da hâlâ kat edilmeyi beklemektedir. Belki şimdi, belki ahirette.
Merve Kavakçı İslam kimdir?
1968'de Ankara'da doğdu. TED Ankara Koleji'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki sene okuduktan sonra, başörtüsü yasağı sebebiyle tıp egitimini bırakmak zorunda kaldı. Ailesiyle birlikte ABD'ye giderek Texas Üniversitesi'nde Bilgisayar Mühendisliği öğrenimini tamamladı ve Türkiye'ye döndü. Hafızlığını yaparken, önce Refah Partisi, sonra da Fazilet Partisi Hanımlar Komisyonu Genel Merkezi'nde Dış İlişkiler Başkanı olarak görev aldı. 1999 Genel Seçimleri'nde Fazilet Partisi'nden İstanbul milletvekili seçildi. 2 Mayıs 1999'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki yemin töreninde Demokratik Sol Parti mensupları tarafindan and içmesi engellendi. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartıldı, Fazilet Partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Kavakçı beş sene siyasetten yasaklandı.
Siyasi mücadelesinin kesintiye uğramasından sonra yurt dışı faaliyetlerine hız verdi. Washington'a yerleşti. ABD ve Avrupa üniversitelerinde, İngiliz Parlementosu'nda, Amerikan Kongresi'nde ve aralarında Birlesmis Milletler, Dünya Bankası, Parlementolararasi Birlik'in bulundugu uluslararasi organizasyonlarda konferans verdi. Harvard Üniversitesi'nde Kennedy School of Goverment'ta Türkiye'yi temsilen Edward M. Fellow programına seçildi. Burada Kamu Yönetimi yüksek lisansı yaptı. Howard Üniversitesi'nden Siyaset Bilimi doktorasını aldı. Halen Washington'da George Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde milletvekilliğinin engellenmesi konusunda açtığı davayı 2007'de kazandı. Anadolu'da Vakit Gazetesi'nde de köşe yazarlığı yapan Kavakçı'nın siyasi hayatını konu alan Başörtüsüz Demokrasi-Tarih içinde Tarih isimli kitabı Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızcaya çevrildi. Anadolu'da Vakit Gazetesi'nde kaleme aldığı köşe yazılarını kitaplaştıran Kavakçı, hem Türkiye hem de dünya siyasetine ilişkin görüşlerini kalıcı hâle getirmiş oldu. Dünyanın Güzel İnsanları, Siyasetin Oyunu, Batı'da Müslüman Olmak ve Örtünün Altında Kalanlar adlı dört kitabı Beyan Yayınları'ndan çıktı.
Üyelikler
2008(Hâlen): Editöryal İstişare Heyeti, Mediterranean Quarterly
2009: Üye, Islamic Resource Bank