Yeşilçam filmlerindeki koruyup kollayıcı baba figürü, yakın dönem Türk filmlerinde yerini olgunlaşmamış, ne olacağına karar veremeyen, sorumluluk almaktan kaçan erkeklere bıraktı. Erkek karakterlerin bu yönleriyle ergenlik dönemi ruh halinden çıkamadığı, çıkmak istemediği görünüyor.
Toplumsal cinsiyet, günümüzün en popüler çalışma alanlarından biri, belki de birincisi. Kadınlık ve erkeklik hakkındaki çalışmaların sosyoloji kürsülerini ne kadar meşgul ettiğini anlamak için çıkan yayınlara hızlıca bir göz atmak yeterli. Bir çalışmanın başlığı içinde 'kadın imgesi', 'kadın temsili' vb. kelimeler barındırması ve hele ki bizimki gibi görece 'otantik' bir ülkeyi konu alması, ilgi görmesi için yetip artıyor. Kadınlık üzerine yapılan tartışmalardaki nispeten zenginliği gördükten sonra, erkeklik mevzuunun bu kadar az irdelenmiş olması ise daha fazla dikkat çekiyor. Çemberi biraz daha daraltırsak ve yalnızca sinema ile sosyolojinin kesiştiği alandaki yayınlara göz atarsak kadın kimliği üzerine yapılan çalışmaların erkeklik konusundaki tartışmalar karşısında niceliksel olarak ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu tespit edebiliriz.
Ağırlıklı olarak erkekler tarafından icra edilen, erkeklerce kuşatılan bir dünyada şekillenen ve yine ağırlıklı olarak erkek kahramanların ön planda olduğu sinemada erkek temsilinin ve imgesinin bu denli az tartışılmış olması düşündürücü bir tezat. Belki de bu alandaki boşluk doğrudan erkek kimliği ile ilişkilendirilebilecek dokunulmazlık, sorgulanamazlık tabusunun bir sonucu. Buna karşın 2000'li yıllarda yapılan filmlerde, farklı veçhelerden de olsa bir 'erkeklik' krizinin işaretleri gözlemleniyor. Her halükarda gitgide daha fazla tartışılmayı talep eden ve kesinlikle 'geleneklerimiz', 'ataerkil yapımız' klişelerinden sıyrılarak ele alınması gereken erkeklik mevzuunu toplumun dinamiklerini gayri ihtiyari biçimde bünyesinde barındıran sinema filmleri üzerinden tartışmak eğlenceli ve evet bir şekilde 'doğurgan' görünüyor. Türk sinemasında öne çıkan erkek temsillerinin seyrüseferine kısaca bir göz attıktan sonra, son dönem Türk filmlerinde giderek daha sık karşımıza çıkan olgunlaşamayan veya olgunlaşmak istemeyen erkekleri anlamayı deneyebiliriz.
Evin direği, aile babası
Yeşilçam'ın altın çağını yaşadığı 1960-70'li yıllarda çekilen filmlerdeki en belirgin erkek figürü kuşkusuz 'aile babası'dır. Bireyin henüz aileden ayrı tasavvur edilmediği ve yaşamadığı o yıllarda toplumun gerçeğine uygun olarak, en çok ilgi gören ve günümüzde dahi seyredilmeye devam eden bir türdür; aile filmleri. Çoğunlukla Hulusi Kentmen, Münir Özkul (ve onların varisi Çetin Tekindor) gibi belirli oyuncuların hayat verdiği bu baba karakterleri, aynı temsili sırtlanmalarından olsa gerek, bir bakıma birbirinin tekrarıdır. 'Karıncayı dahi incitmeyecek' kadar şefkatli ancak haksızlıkla karşılaştığında gözü kara; çocuklarını seven ve şımartan fakat öfkesinden korkulan; bütün kabahatler kendisinden gizlense de çocuktaki suçluluk duygusunun muhatabı bir baba. Her evdeki gibi veya her evde olması arzulanan bir baba.
Küçük insanın hayat ile tanıştığı o küçük evrende, 'ev'de karşılaştığı baba figürü hayatı boyunca karşısına çıkacak bazı kurumların ve kavramların ilk remzidir aynı zamanda. Otoritenin, iktidarın, koruyup kollayan bir gücün temsilcisi 'baba' aynı zamanda çocuğun zihninde 'tanrı' ve 'devlet' kavramlarını anlamak için atılmış bir tohumdur. Doğruluğu veya yanlışlığı ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte günlük dilde kullanılan 'Allah baba', 'devlet baba' ifadeleri bu zihin yapısının bir yansımasıdır. Bu söylem, babaya tanrılık veya tanrıya erkeklik isnat etmekten ziyade, benzer sıfat ve davranış biçimleriyle kodlanan iki figürün birlikte zikredilmesidir. Yine bu bağlamda günümüz Türk sinemasında baba figürünün giderek silikleşmesi kuşkusuz hayatlarımızda tanrı ve devlet kavramlarının yeni anlamlar kazanması veya var olmamasıyla yakından ilintilidir.
Baba aynı zamanda evdeki erkek çocuklar için bir model, ilerde üstlenmesi gereken sorumlulukların ve otoritenin öğreticisidir. Çocuk, gelişimi içinde çeşitli dönemlerde ona isyan etmeye veya itaat etmeye karar verir. Bu isyanın herkes için kaçınılmaz olduğu dönemse ergenliktir. Birey çocukluktan yetişkinliğe giden yolda kendi varlığını, sınırlarını ve düşünce dünyasını ortaya koymak ister. Her türlü otoriteye, tabii ilk olarak babaya ve onun şahsında temsil edilenlere muhalefet ve isyan eder. Ancak bu yazının başlığında da atıf yapılan 'ergenlik' kavramının insanın fizyolojik ve psikolojik gelişimi içinde yer alan doğal safhayı değil, ilk kez o dönemde ortaya çıkan bir ruh halini ve hayat tarzını karşıladığını belirtmek gerek.
#Sayfa#
Olgunlaşamayan erkekler
Her ne kadar bu türden tüketim biçimi üzerinden yapılan tanımlamalar bazı sıkıntılar taşısa da yakın dönemde hem geniş kitlelere hitap eden 'ticari' sinema ürünlerinde, hem ağırlıklı olarak festivallerde boy gösteren 'sanat' filmlerinde, hem de ikisinin ortasında bir yerde konumlandırabileceğimiz filmlerdeki belirgin erkek figürünün bundan otuz-kırk yıl önceki filmlere kıyasla oldukça farklılaştığını tespit edebiliriz. Bu filmlerde olgunlaşmamış, olgunlaşmak istemeyen veya olgunlaşamayan erkek karakterlerin öne çıktığı görülür. Sırası ile örneklendirmek gerekirse Çağan Irmak'ın
Issız Adam (2008), Nuri Bilge Ceylan'ın
Uzak (2002) ve Seyfi Teoman'ın
Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2011) filmlerinin başkarakterleri yukarıdaki tanıma birebir uygun örnekler olarak karşımıza çıkar.
2000'lerde yapılan pek çok filmde ve yukarda ismi geçenlerde; toplum tarafından artık olgunlaşmasının beklendiği otuzlu yaşlara çoktan ulaşmış, hatta belki geride bırakmış, istikrarlı bir hayat düzeni oturtamamış, entelektüelliğin arkasına saklanan bir eylemsizlik içinde sıkışmış, sorumluluk almaktan kaçınan, karşı cinsle sağlıklı ilişkiler kuramayan erkek karakterler ağırlıklı olarak göze çarpıyor.
Issız Adam'ın çok kadınlı ve hızlı bir hayat süren Alper'inin gerçek bir ilişki ihtimali ve yeni sorumluluklar karşısında yaşadığı bocalama,
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in vasiliğini üstlenmek zorunda kaldıkları genç bir kıza âşık oluveren Ender ve Çetin'inin bunalımlı halleri yalnızca birkaç örnek. Evlenmekten, hele hele 'aile babası' olmaktan korkan erkekler. Üstelik bir de
Uzak'ın Mahmut'u gibi sanat ile haşır neşir ise bohem bir yalnızlık içinde kaybolan,
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in Ender'i gibi ürettiklerini paylaşmaktan geri duran erkekler. Filmlerde yer alan çok düşünen, az üreten, ne yapmak ve ne olmak istediğini bilmeyen, anlamak için çaba göstermek istemeyen tüm bu erkek karakterlerin bu yönleriyle ergenlik dönemi ruh halinden çıkamadığı, çıkmak istemediği görünüyor.
Erkek isyan ile mi maluldür?
Ergenlik, bir yanıyla kendi varlığını itiraz üzerinden tanımlamanın ve muhalefetin de ismidir. Otorite ve iktidar karşısına geçip ona tabi olmadığını, ondan bağımsız ve ayrı bir birey olduğunu ilan etmektir. Öte yandan ergen birey kendi kimliğini bu tabi olmayış üzerinden tanımlar. Henüz kendine dair bir tanımlaması olmadığı ve varlığının sınırlarını çizemediği için 'ne olmadığını' ortaya koyarak işe başlar. Bu durumun en büyük handikapı, muhalefet edilen otorite bir şekilde ortadan kalktığında muhalifin elinde yalnızca kimliksizliğin kalacak olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında kendi iktidarını ve varlığını ortaya koyamayan olgunlaşmamış erkek tipolojisinin karşı karşıya olduğu tehlike yalnızca bir kimlik krizi değil, aynı zamanda kimliksizlik ihtimalidir.
İsyan eden tarafta yer almanın keyifli ve hafif tarafı ise bu konumun sıfır sorumluluk ve sonsuz özgürlük çağrışımları taşımasıdır. Faust'un şeytanla yaptığı anlaşmayı hatırlatan bir anlaşma da burada yapılır; kimliğinden vazgeçmeyi göze alan birey bunun karşılığında sonsuz bir özgürlük elde edecektir. Hiçbir zaman sorumluluk alması gerekmeyecek, karar veren, harekete geçen kişi olması gerekmeyecek, kendinden başka kimseye tabi olmayacak, tabii kendisinin gerçekte kim olduğuna da karar veremeyecek.
#Sayfa#
Kaybolan temsiller
Yazının başında da belirtildiği gibi, kimi toplumsal roller bazı soyut kavramların zihindeki iz düşümleridir. Yani bazı toplumsal rollerin, bazı değerlerin varisi olması onu selefinin temsili olarak okumaya imkân tanır. Sevginin, merhametin ve huzurun 'annelik' vasfı dolayısıyla kadına isnat edilmesi; bizi besleyen ve kucaklayan doğaya 'tabiat ana' yakıştırmasının yapılması bunun örnekleridir. Daha önce de zikredildiği gibi, erkeğin de 'baba' rolünde özellikle güç ve güven vasıflarını üstlenmesi, onu zihinlerdeki tanrı tahayyülüne yakın tutar. Şimdi tam da bu noktada Türk sinemasında baba figürünün kaybolarak, yerini olgunlaşmamış erkeklere bırakmasını bu temsiliyet açısından da değerlendirmek gerek.
Belirli bir dini inanca mensup olduğunu belirten insanlarda dahi dinin yaşanma ve algılanma biçiminin eskiye kıyasla farklı olduğunu gözlemleyebiliriz. Her ne kadar Türkiye bütünüyle seküler bir toplum görüntüsü çizmese de insanların düşünme biçimlerinin sekülerleştiğini iddia edebiliriz. Sinema eserlerinde ve günlük hayatta baba figürünün ve onun temsil ettiklerinin gözden nihan olmasıyla da pekâlâ bu iddiayı temellendirebiliriz. Tanrı fikrinin günlük hayatın dışında, görünmeyen bir noktada konumlandırılması; din ve dünyanın birbirinden kesin çizgilerle ayrılması; inancın ve onun tatbikatının son derece kısıtlı bir alana ve sayılı birtakım ritüellere indirgenmesi de bu durumun yansımalarıdır. Bu açıdan bakıldığında erkek figürlerinin bir türlü ergenliğini tamamlayıp, 'baba' rolüne geçememesi; hayatın içinde bir 'baba'nın var olmaması manidardır.
Yeşilçam döneminin bütünlüklü, muktedir baba karakterine dönüşmek istemeyen veya bir şekilde dönüşemeyen; ona ilk isyan ettiği noktada asılı kalan 'kifayetsiz muhterisler' var artık erkek filmlerinin başrollerinde. Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir başka husus da ülkemizde sinemanın kitlelere hitap eden bir sanat olmaktan uzun yıllar önce vazgeçtiğidir. Bugün seyircinin beğenisi ve beklentilerini göz önünde bulundurarak film yapmak 'ticari' etiketine maruz kalmayı ve 'sanat çevrelerince' küçük görülmeyi göze almak anlamına geliyor. Bu yüzden de seyircinin daha fazla özdeşleşebildiği, görmeyi arzuladığı karakterler -ki aile babası bunlardan biridir- sinemadan televizyona peyderpey geçiş yaptı. Son dönem Türk sinemasında ise Yeşilçam'ın yolundan giden birkaç yönetmeni saymazsak, alışıldık manadaki 'aile babası' figürü yerini yeni erkeklik temsillerine bıraktı.
(Yazıyı fikirleri ile zenginleştiren Celil Civan'a teşekkür ederim.)