Erkekler ve kadınlar birbirleri için yaratılmıştır; ama karşılıklı bağımlılıkları eşit olmaktan uzaktır. Erkekler arzuları nedeniyle kadınlara muhtaçtırlar; kadınlar ise hem arzuları hem de ihtiyaçları nedeniyle erkeğe muhtaçtırlar. Biz onlar olmadan yaşayabiliriz; onlarsa bunu yapamazlar. [...] Onlar, bizim duygularımıza, sahip oldukları faziletlere biçtiğimiz kıymete, çekicilikleri ve erdemlerine verdiğimiz değere muhtaçtırlar. Jean-Jacques Rousseau (Emile, 1762)
Avrupa'da her iki dünya savaşının ve imparatorluk hayallerinin geride bırakıldığı postkolonyal dönemde, imalat sanayinin yerini hizmet ve bilişim sektörüne dayalı postendüstriyel ekonomi anlayışına bırakmasıyla birlikte kolonileştirmeden sömürgeleştirme düşüncesinin benimsendiği yeni bir döneme girildi. 60'lı yıllarda Vietnam savaşı ve sivil haklar mücadelesi gölgesinde ortaya çıkan karşı kültür hareketi (counter culture) ve pek çok genç Amerikalı erkeğin zorunlu askerliğe karşı çıkarak savaşa katılmamak için direnç göstermesi, Batı'da bilhassa I. Dünya Savaşı öncesi hüküm süren savaşçı ve cesur erkeklik algısının değişmekte olduğunu gösteriyordu.
Gerçekten de Vietnam Savaşı sonrası ortaya çıkan tablo eskisinden tamamen farklıydı. Savaşmaya hazır olmak artık erkekliğin bir ön şartı olarak algılanmıyor, büyüyen tüketim toplumu ve ortaya çıkan modern hayat tarzları hem erkek hem kadın algılarını temelinden sarsıyordu. Erkeklik artık daha çok araba, motor, elektronik cihazlar ve saat gibi belli tüketim mallarının tüketimi ile ilişkilendirilen bir mefhum olurken, ikinci feminizm dalgasıyla kadınların kamusal alanda görünürlüklerinin ve etkilerinin artmasına bağlı olarak o zamana kadar sadece erkeklerin hakimiyet alanı olarak algılanan iş dünyasının kapıları kadınlara açılıyordu. Bunun neticesinde evi geçindirme sorumluluğunun çiftler arasında paylaşılması ile erkeğin geleneksel aile reisliği de tartışmalı hale geliyordu.
Bununla birlikte kadın ve erkek arasında birçok alanda ortadan kalkan sınırlar ve iç içe geçen roller Batı'da 'queer kimlikler'in ortaya çıkmasını ya da daha fazla görünürleşmesini sağlayacak, bu ise zamanla heteroseksüel erkeklik algısı için bir tehdit oluşturacaktı.
İdeal erkeğin değişimi
Tüm bu gelişmeler karşısında Batılı erkek, modern hayatın erkekleri feminize eden etkilerinden korunmak için çareyi kadınların istila edemeyeceğini düşündüğü tek alan olan fiziksel ve fizyolojik farklılıklarını ön plana çıkarmakta aramaya başladı. Bu eğilimin sinemadaki yansıması olarak 50'li ve 60'lı yılların
Singing in the Rain ve
My Fair Lady gibi romantik müzikallerinden alışık olduğumuz takım elbiseli ve beyefendi kahramanlarının yerini,
Rocky serileri ve
Fight Club benzeri vurdulu kırdılı aksiyon filmlerindeki gibi film boyunca yarı çıplak gezen kaslı ve agresif esas oğlanlar alacaktı. Böylece 80'li yılların başından itibaren görsel medya ve eğlence sektörü tarafından topluma ideal erkek olarak sunulan bir 'kaslı erkek' kurgusu ortaya çıktı. Öyle denebilir ki; Batı'nın Antik Yunan imgelerinden devraldığı ideal erkek bedeni Avrupa'da ikinci rönesansını yaşıyordu.
Michelangelo'nun David heykeli gibi mükemmel ve kaslı bir fizik yapısına sahip olabilme arzusuyla birçok zararlı yan etkisi olmasına rağmen günümüzde bilhassa genç erkekler arasında yaygın olan kas geliştirici tüketimi ve bigoreksiya olarak bilinen vücut geliştirme hastalığına yakalananların sayısındaki artış, fiziksel güçle bağdaştırılan kadim erkeklik kurgusunun bugün de geçerliliğini koruduğuna işaret ediyor.
Yeni kimlikler; eski alışkanlıklar
Batıdaki sosyo-ekonomik ve teknolojik gelişmeler, artan şehirleşme ve beraberinde getirdiği bireyselcilik; teknoloji bağımlısı, saldırgan, kariyer düşkünü, işkolik, metroseksüel gibi postmodern erkek kimliklerinin ortaya çıkmasında önemli rol oynarken, bazı kökleşmiş alışkanlıklar konusunda aynı hızda bir dönüşümden bahsetmek mümkün olmuyor. Örneğin günümüz Batı toplumunda iş ve siyaset dünyasında hâlâ ezici bir erkek egemenliğinin mevcut olması gibi. Karşı cinsten mesai arkadaşlarıyla aynı ve hatta bazen onlardan daha yüksek mesleki bilgi ve tecrübeye sahip olmalarına rağmen üst düzey yönetici statüsünde veya stratejik önem arzeden pozisyonlarda kadınların temsil oranlarının tek haneli rakamlarda seyretmesi, tüm eşitlik söylemlerine rağmen Avrupa'da var olan 'cam tavan sendromu'na dikkat çekiyor. 1980'li yıllarda Amerika'da ortaya atılan 'cam tavan' kavramı, kadınların veya toplumda azınlık olarak kabul edilen insanların iş dünyasında yükselmelerini engelleyen görünmez ve dolayısıyla aşılmaz engeller olarak tanımlanıyor. Pek çok Avrupa ülkesinin bu durumla mücadele edebilmek için kadınların iş ve siyaset alanlarında üst düzey temsil güçlerinin belli bir oranın altına düşmemesini öngören 'kadın kotası' konusunu tartışıyor olması, Batılı erkeğin bu egemenlik alanlarını kadınlarla kendi rızasıyla paylaşmaya henüz psikolojik olarak hazır olmadığını gösteriyor.
#Sayfa#
Moda endüstrisi ve Batılı kadın
Modernite bir yandan erkek ve kadınlar arasında erkek hegemonyasını meşru gösteren gözle görülür farklılıkları ve sınırları hızla yok ederken, diğer yandan bu hegemonyanın farklı suretlerde hüküm sürdüğü yeni cepheler açmaya devam ediyor. 20'nci yüzyılın başında yeni teknolojilerin geliştirilmesi, küresel kapitalizmin hız kazanması ve fabrika üretim sistemine geçilmesiyle birlikte ortaya çıkan moda endüstrisi bu cephelerden biri olarak gösterilebilir.
En fazla kadınları ilgilendirdiği düşünülen bu sektörde bile kadınların diğer sektörlerde olduğu gibi aynı pozisyondaki erkek mesai arkadaşlarına nazaran daha az kazanıyor olmaları ve üst düzey yönetici kadrolarındaki temsil güçlerinin yine erkeklere oranla çok daha düşük olması oldukça düşündürücüdür.
Bilindiği gibi Batı'nın Doğulu kadına bakışı genel anlamda onun erkekler tarafından tasarlanmış ve sınırlandırılmış bir hayat sürdüğü algısına dayanır. Bu algıya göre Doğulu erkek, kadına giyim kuşamından oturup kalkmasına kadar hayatın her alanını düzenleyen bir ataerkil değerler kodeksi dayatmaktadır. Halbuki bugün Batılı kadının sadece giyim kuşamını değil aynı zamanda alışkanlıklarını ve hayata bakışını şekillendiren moda endüstrisine hakim isimlere göz attığımızda bunun aynısı Batılı kadın ve erkek için de iddia edilebilir. Zira en fazla kadınlara yönelik üretim yapan bu sektörün en bilindik Christian Dior, Yves Saint Laurent, Gianni Versace, Karl Lagerfeld, Louis Vuitton, Valentino, Ralph Lauren ve Guccio Gucci gibi marka kurucularının ezici bir çoğunluğu erkektir. Kadınların ideal beden ölçülerinden, her mevsim hangi renk ve modelleri giyeceklerine, kıyafeti nasıl taşımaları ve nasıl yürümeleri gerektiğine kadar kadının kendi tercihi olması gereken pek çok konuda erkek tasarımcıların söz sahibi olduğu bu sektörde, moda dergilerini dolduran kadınların nasıl durmaları, nasıl bakmaları, hangi pozu verip bedenlerinin ne kadarını örtmeleri gerektiğini tayin eden ünlü moda fotografçılarının da erkek oluşu bu anlamda şaşırtıcı değildir.
Erkekler tarafından ve erkeklerin beklentileri doğrultusunda belirlenen güzellik standartları ve yine erkek egemen plastik cerrahi ve kozmetik endüstrisi gibi milyar dolarlık ciroya sahip dev sektörlerin ellerinde şekillenen kadınlar, Jean Jacques Rousseau'nun 18'inci yüzyılda dile getirdiği, kadınların erkekler tarafından beğenilip takdir edildikleri sürece var olabilecekleri tezinin bugün hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Fatema Mernissi, Türkçe'ye Haremden Kaçan Şehrazat adıyla çevrilen
Scheherazade Goes West isimli eserinde bu durumu eleştirerek Avrupalı erkeğin kadına dayattığı güzellik normlarını 'Batılı erkeğin haremi' olarak nitelendiriyor. Mernissi bu noktada Batı'nın gericilik ve ataerkil toplumun bir simgesi olarak nitelediği örtünmenin kadını kıyafeti, saçı, makyajı veya beden ölçüleri nedeniyle toplum içinde aşağılanma veya dışlanma endişesinden koruyarak özgürleştirdiğini söylüyor. Aynı zamanda Batı'nın kadına toplumsal hayatta güzelliği ölçüsünde var olabilme şansı tanıyan ve pek çoğu erkeklerin beklentileri doğrultusunda şekillenen güzellik normlarının ise en eğitimli kadını bile köleleştirdiğini vurguluyor.
#Sayfa#
Kadına şiddet aracı olarak rap müziği
Avrupa Birliği Temel Haklar Kurumu (European Union Agency for Fundamental Rights) tarafından birliğe üye ülkelerdeki kadına karşı şiddeti inceleyen 2014 yılı raporu Avrupa'daki kadınların 3'te birinin 15 yaşından sonra fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını ortaya koyuyor. Araştırmaya katılan kadınların yüzde 55'i iş ortamında cinsel tacize uğradıklarını belirtiyor; yüzde 22'si ise hayat arkadaşları tarafından şiddete maruz kaldıklarını doğrularken, bu kadınların yüzde 67'sinin en ağır şiddet vakalarını bile polise rapor etmediklerini ifade etmeleri Avrupa'da kadına şiddetin mağdurlarca ne denli kanıksanmış olduğunu şaşırtıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Dikkat çeken bir diğer husus ise kadına şiddette başı çeken ülkeleri cinsiyet eşitliği politikalarıyla örnek gösterilen İsveç, Danimarka, Finlandiya gibi İskandinav ülkeleri ile Fransa ve İngiltere gibi Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinin teşkil ediyor olması.
Kadına şiddet konusunu sadece Doğulu ve Müslüman erkek bağlamında ele alan Batılı sosyolog ve politikacılar için şüphesiz bu sonuç pek de anlaşılabilir bir durum değil. Fakat topluma hâkim güncel eğilim ve trendleri yansıtması açısından popüler kültüre göz atmak meselenin anlaşılmasına yardımcı olabilir.
Erkekliğin giderek fiziksel güç ve altılı karın kasına indirgendiği günümüzde şiddet, filmler ve bilgisayar oyunlarıyla sıradanlaştırılırken, bilhassa gençler arasında benimsenen hip hop kültürü ve onun bir parçası olan rap müziği özellikle kadına şiddeti kutsayan misojenik öğelerle karşımıza çıkıyor. Eminem, Ludacris, Kanye West ve Robin Thicke gibi popüler rapçilerin yazdıkları şarkıların çoğu kadınları erkeğin sahip olduğu herhangi bir eşya, şiddetten ve hükmedilmekten hoşlanan varlıklar olarak tasvir ederek kadına şiddeti teşvik eden ve normalleştiren sözler içeriyor. Genç rapçiler arasında bu metinler bir erkeklik ve özgünlük ifade etme aracı olarak kullanılırken aynı zamanda 'sex para eder' mottosu uyarınca ticari kaygılarla bu tür şarkı sözleri yazan rapçilerin de olması ve bu müziğin takipçilerini en çok 16-30 yaş arası gençlerin teşkil etmesi meseleyi daha dramatik hale sokuyor.
Deniz Kandiyoti'nin daha çok Doğulu erkek bağlamında öne sürdüğü ve erkeklerin şiddete başvurarak kaybettikleri mutlak iktidarlarını yeniden inşa etmeye çalıştıkları tezi bu anlamda bugün pekala bir maskülinite krizi yaşayan Batılı erkeğin uyguladığı şiddet için de söylenebilir. Zira giderek birbirine benzeyen hayat tarzları ve tercihler sonucu kadın üzerindeki ayrıcalıklarını ve ataerkil iktidarını yitirmiş olma hissi Batılı erkeği kendisine yeni hegemonya alanları açmaya veya erkekliğini ifade edebileceği yeni yöntemler geliştirmeye itiyor; rap müziği ve şiddeti de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Görüldüğü gibi maskülinite algısı kültüre ve zamana göre değişim gösterse de erkeğin belli özellikleri nedeniyle üstün cins olduğu inancı her çağda ve coğrafyada farklı boyutlarda kendini hissettiriyor. Maskülinitesini gerçekleştirme alanlarını ve onu tanımlayıcı kelimeleri birer birer yitirdiğini ve köşeye sıkıştırıldığını düşünen Batılı erkek, bir yandan kendisini giderek bedeni üzerinden tanımlamaya başlarken diğer yandan kadın üzerindeki tahakküm gücünü onun potansiyelini dişiliğiyle sınırlandırmak suretiyle örtülü bir şiddet aracı olan moda ve güzellik endüstrisi üzerinden yeniden inşa etmeye çalışıyor. Böylece kimi kültürlerde yasalarla garanti altına alındığı için görünürleşen erkeğin egemenliği meselesi, Batı'da varlığı 'cam tavan' sendromu ve popüler kültür öğelerinde hissedilen, fakat açıkça telaffuz edilmeyen bilinçaltı bir refleks olarak karşımıza çıkıyor.