28 Şubat döneminde erkekler devletle karşı karşıya geldiler, yani kendilerinden daha güçlü bir ‘erk’le... Düne kadar itaat etmeleri gerektiğini düşündükleri ‘devlet baba’ ile...
Erkek olmak demek güç demek. Erkek güçtür, aynı zamanda güçlüdür de. Elbette 'güç temsili' olmanın da bedelleri var, özellikle içinde bulunduğunuz toplumun bu manada sizden beklentisi çok fazla. Beklentileri karşılama oranında yeteri kadar 'erkek' olup olmadığınıza karar verilir. Bir erkek olarak toplumun ve kültürün güç olarak kabul ettiği unsurlara sahip olmanız gerekir. Yani erkek olmak güçlü olmak, o da üstün olmak demekken, bu üstünlük de ancak var olan dönemin kültürel kodlarında saklı olan güç temsilleri ile sergilenebilir. Modern zamanın güçle ilişkisi incelendiğinde dünyanın da bu anlamda güçle ilişkili kimlikler oluşturup, kabulleri bunların üzerinden yürüttüğünü görebiliriz. Peki çağımız sizi yeteri kadar erkek olarak görmek için kendi güç tabuları etrafında sıraya dizmeye çalışırken, 'Üstünlük ancak takvadadır' düsturu ile yola çıkan, kimilerine göre İslamcı kimilerine göre muhafazakâr ya da dindar -keskin ayrımlar hâlâ yapılamıyor ne yazık ki- erkekler tarafında bu süreç nasıl işliyor?
Bugün durduğumuz yerden baktığımızda, bu düstura sahip bir inançtan gelmelerine rağmen seküler erkeklerden çok da farklı olmayan muhafazakâr erkekler görüyoruz. Bu denli büyük aynılığın sebepleri çok farklı noktalardan incelenebilecekken, yakın tarih üzerinden, 28 Şubat sonrası bir okuma yaparsak kendi söylemleri ile ortaya attıkları 'yıkılan bir erkeklik algısı' olduğunu söyleyebiliriz. Kendi tarihlerine baktıklarında, ülkenin işgal altında olduğu dönemde kadınların peçesine el uzatıldığı için canını hiçe sayarak onları koruyabilen erkek örnekleriyle yetiştirilmişlerdi. 28 Şubat dönemine geldiklerinde ise o zamanın işgal kuvvetlerinin yaptıklarını yapan bir devlet ile karşı karşıyaydılar. Birden, kendilerinden daha güçlü ve hiçbir şekilde söz geçiremedikleri bu güç ile karşılaşmışlardı. Öyle ki, yetişme tarzları itibarı ile de devlet önemli ve çoğu kez itaat edilmesi gereken bir merciydi, çünkü o da devlet babaydı. Eşleri, kızları okullara, işlere gidemiyor, toplumdan bir bir soyutlanıyor ve varlıkları neredeyse yok sayılmaya çalışılıyordu. Öte yandan, devlete güç yetiremeyen erkekler gittikçe çaresiz ve güçsüz hissettikçe, bir şey yokmuş gibi davranıp durumu atlatmaya çalışırken ilk olarak kendi gözlerindeki erkeklikleri yerle bir olmuştu. Elbette bu dönemde hiçbir şey yapmadıklarını söylemek haksızlık olur. Bir kısmı okullar açıp buralarda kadınlara iş ve eğitim sağlamaya çalışırken, güçle var olan bu kimlik kendinden daha güçlü olan öteki yani devlet ile bir kez daha karşı karşıya gelip silah bırakmak zorunda kalmıştı.
Daha derinlere inildiğinde Cumhuriyetin ilanına kadar giden 'muhafazakâr erkek kimlik oluşumu' yakın tarihte geçirdiği büyük evrim hasebiyle büyük önem taşıyor. 28 Şubat'ta iş ve sosyal hayattan devlet eliyle soyutlanan, istenmeyen vatandaş ilan edilen muhafazakâr kesim bu dönemin beklendiği üzere bin yıl sürmemesinin ardından kendine toplumda yeniden yer edinmeye başladı. Sosyal hayatta var olabilmeyi isteyen muhafazakâr erkekler bunu nasıl yapacaklarını pek bilemediler. Bu kabul edilme ve onaylanma isteği, toplum içerisinde var olma biçimi ve sosyal adaptasyon süreciydi. Adaptasyon yeterince kafa karıştırıcı ve zorken, adaptasyon öncesi bu konuda düşünmemiş erkekler için daha da karışık bir hal almıştı.
Kabulün ilk şartı olan ötekine benzeyerek toplumda var olabilme isteği erkekleri ilk olarak kendi evlerinden uzaklaştırdı. Evlerden uzaklaşıp yalnızca para getiren birer bireye dönüşen erkekler aile içerisindeki varlıklarını devam ettirme biçimi olarak tüketimi gördüler.
Daha ilginç olansa, bir neslin dışarıdaki babaları ve evde bekleyen annelerinin kızları, sıra kendilerine geldiğinde artık evde bekleyen kadın olmak istemediklerine karar vererek bugün birçok noktadan eleştiri oklarına hedef olan kadınlar oldular. Dışarıdaki varlığı evdeki babalığa tercih eden birçok erkeğin çocukları da dışarıdaki varlığı ve ötekinin değerlerini öncelemeye ve farklı yaşamlar ortaya koymaya başladı. Aslında çoğu kez bu tercihler farkında olarak yapılmadıysa da uzun vadede değişen cinsiyet rollerine neden olduğu da su götürmez bir gerçek. Söylem olarak kullanılan koruma, kollama, lider olma vasıfları artık yalnızca dışarıda sosyal statü kazanıp eve para getiren bir erkekliğe dönüşmüştü erkek için bu yeni rol dağılımında.
Peki, yıkıldığından bahsedilen bu erkeklik nasıl bir şeydi ve tam olarak oluşmasına, beslenmesine, daha da önemlisi yıkılmasına sebep olan kaynaklar nelerdi? Muhafazakâr dediğimiz bu erkeğin erkeklik algısının sekülerleşmesini neye borçluyduk? Sahip olduklarını söyledikleri inanç, kimliklerini oluştururken hiç etkili olmamış mıydı?
Erkeklik dediğimiz kavram ne genlerle gelir ne de sosyal olarak tek bir gerçekliğe dayanır. İçerisinde bulunulan sosyal yapının kaynaklarının kullanılması ve oluşturulan stratejiler ile var edilmiş bir kimlik biçimidir. Cinsiyet çalışmalarında, erkeklik kavramının erkek çocuklarının sosyal olarak kabul gören erkeklere dönüşmesi için yapılandırılmış bir kimlik olduğundan bahsedilir. Ve bu kimliğin en önemli unsurları aile, iş, eğitim ve karşı cinsle olan ilişkiler noktasında rekabetçi, karizmatik, başarılı ve güçlü olmalarıdır. Çağımızda gücün en büyük temsili ise popüler kültürün istediği güç öğelerine sahip olmaktan geçer. Çünkü ancak bu şekilde kabul görür ve kendinizi ispat edersiniz. Toplumda kabul görmenin bir belirtisi olan 'sözün dinlenilmesi' de ancak toplumun beklediği tarzda bir güce ve etkiye sahip olmakla mümkün olabilir. Ve bu toplumda bu güce sahip olabilmeniz için var olan kaynaklardan ötekiler kadar yararlanmanız ve en iyiyi başarmanız gerekir. Bu güç kaynakları kimi zaman paradır, kimi zaman sosyal statü, kimi zamansa kariyer... Yani Müslüman olma kriterlerinden daha önemli ve daha önce gelen kriterler ve kimlikler vardır sizi siz yapmasını istediğiniz.
#Sayfa#
Fazla erkek olan ümmeti neye borçluyuz?
Neden kadınları tam tesettür dinin timsali olarak görürken erkeklerden beklentimiz bu yönde değil? Bu soru iki cinsi birbiri üzerinden kıyaslayarak eksikliklerin yarıştırılması için sorulmuyor. Yalnızca görünürlükleri fazla olduğu için her bir hatanın ardından dinden aforoz etmeye kadar götürdüğümüz kadınlara karşın, sokakta gördüğümüzde tam olarak hangi fikre ve inanca sahip olduğunu anlamadığımız erkeklere neden kafa yormuyoruz merakı.
Bazı muhafazakâr erkekler yaşadıkları ilişkiler ve hayat tarzı itibarı ile içerisinde bulundukları ortamlarda dinî hassasiyetlerinden bahsetmemelerini farklı açıklamalarla meşrulaştırırlar. Bir kısmı kendi hatalarının kişi üzerinden dine mal edilmesinden çekindikleri için kendi kimliklerini gizlediklerini söyler. Bir diğer kısmı ise açıkça ifade etmese de içinde bulundukları sosyal çevreden dışlanma korkusu güder. Devamlı olarak bir şeyleri korumaya ve sakınmaya çalıştığından bahseden bu erkekler tam olarak neyi koruyorlardı? Dinin böyle bir korunmaya ihtiyacı var mıydı gerçekten? Ya da korunması gereken kariyer, sahip olduğu kimlikten vazgeçecek kadar değerli miydi?
Müslüman ülkelerin çoğunda din eğitimi kültürle karıştırılarak verilir. Ve ne yazık ki kültür de, din de bu manada erkeği önceleyen bir sistem içerisinde anlatılır. Bizde de süregelen bu olmuştur. Dinin emir ve yasakları anlatılırken dahi erkeği önceleyen ve yücelten kısımlar üzerine yoğunlaşılır. Oysaki İslami kaynakların en genel okumasında bile karşımıza insanlar arasında üstünlüğün ancak takvada olabileceğini vurgulayan bir erkek Peygamber çıkar. Güçle olan ilişkisini "Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz dahi bu davadan vazgeçmem" diyerek ortaya koyan, teklif edilen sosyal statü ve gücü reddederek en büyük görev olan vahyi omuzlayan bir Peygamber. Ve bu kadar önemli ve ağır bir yükü taşırken elbisesini yamamaktan, odasını süpürmekten imtina etmeyen, eşlerine vakit ayırıp çocukları ile zaman geçirmeyi öncelikleri arasında gören bir erkek örneği var. Bu noktada şaşırtıcı olansa vahiyle görevli bir Peygamberin bu kadar 'küçük ve önemsiz' eş ve baba rollerine bu denli önem vermesidir. Zira son dönem muhafazakârlarımız hizmet ve görev aşkıyla çağın sunduğu tüm kaynakları sonuna kadar kullanırken en yakınlarını çok da umursamayarak dini kurtarabileceklerine inanıyorlardı. Kurtarılması gereken dinmiş gibi.
O halde dini kurtarma söylemiyle yıllardır bir şeyler yapmaya çalışan bu erkeklerin eskiden popülariteden uzak kalmaları biraz da imkânlara sahip olamamaları ile mi alakalıydı? Yani fırsatlar çoğaldığında değişen imkânlar dâhilinde değişen çevreler ve kimlikler edinebiliyor ve önceliklerini çok rahat değiştirebiliyorlardı.
Bir başka çarpıcı örnek ise çok eşlilikten ve bunun verilmiş bir izin olduğundan bahsedilirken bile Hz. Peygamberin her iki kızı için de kocalarına ikinci evlilik için izin vermeyişinin İslam tarihi derslerinde pek de anlatılmamasıdır. Ya da bu konu tartışılıp bugünün şartlarında verilen izinle önceliklerin neler olması gerektiği mevzu bahis olamazdı, çünkü en ufak bir hak eksikliği bile erkeklerin bu manada zoruna gidebilirdi. Ve elbette ki birçoğu -ufak bir azınlığı bundan muaf tutabiliriz- bu hakları ve izinleri sonuna kadar sömürmeyi kendine bir görev addetmişti. Sonunda ortaya çıkansa, ne kendi kimliklerinden ne de yaşamlarından mutmain olan, tam olarak ne istediğini de bilmeyen ama dünyadan sonuna kadar da nemalanmak isteyen bir erkek güruhu oldu.
#Sayfa#
Yani...
Kültürün erkeklik kavramının oluşumundaki etkisi elbette yalnızca Türkiye' ye ya da muhafazakâr kesime ait bir sorun değil. Kültür tarafından yaratılan bir erkekliğin zaman içerisinde kutsal metin değerinde kendi beklentilerini ve görevlerini oluşturduğu da aşikâr. Bu bağlamda gücün o kültürde sahip olduğu anlam bu erkekliğin yaratılmasındaki en önemli faktör. Sosyal beklentileri karşılayarak toplumda kendini tam bir erkek olarak gösterebilen biri onaylanmış ve tatmin hissini sonuna kadar yaşamış olarak kendini tamamlanmış hisseder.
Öte taraftan, bu kadar kültüre, şartlara ve sosyoekonomik duruma bağlı olarak değişebilen kimliklerin şu an toplumsal olarak sahip oldukları anlam ve önem her an geçebilir. Yani bugün için işlevsel olan neyse yarın değişmeyeceğinin teminatı yok.
Bu tanımlamalar oluşturulurken kim olduğunuzdan ziyade ne olmadığınız üzerinden bir tanımlama yapıldığını da düşünürsek, tanımlayana göre her zaman değişebilecek eksik, kusurlu ya da mükemmel bir kimliğiniz olması da, birden bunu yitirmeniz de olasıdır.
Muhafazakârlara geldiğimiz zamansa; artık dinî mensubiyet ile dinî kimlik arasındaki farkı görmek gerekiyor. Mensubiyet çoğu kez toplumun size atfettiği zorunlu bir kimlikken, aidiyet sizin o kimliği bile isteye seçmenizle oluşuyor. Toplumun oluşturduğu erkeklik kimliği gibi muhafazakârlık ve dindarlık kimlikleri de verilirken çoğu kez okunan okullara, aileye, bulunulan ortamlara ya da geçmişe bakılır. Bu nedenle yapılan bu mensubiyet çoğu kez tam bir dinî eğitim almamış ya da aldığı halde bunu hayatına uygulamayı istemeyen erkeklerin zorunlu kimliği oluyor. Kendini kimlik olarak dinî öğretilerle tanımlayan erkekler hayatlarında önceliği dinî hükümlere göre verirken, bu gruba toplumca mensup edilmiş erkeklerin hayatlarındaki amaç ve araç önceliğindeki farklılıkları da kimlik ve mensubiyet arasındaki farkı görmemizi sağlıyor. Bir kişinin bir kimliği bile isteye, gerekliliklerini ve zorunluluklarını bilerek kabul etmesi ile kendisine bilmediği bir zamanda bilmediği bir şekilde yüklenen kimliği çok da farkında ve umurunda olmadan taşıması tamamen iki farklı erkeklik algısı ve dünya görüşü oluşmasına neden oluyor. Bir kimliğe sahip olmakla, verilen bir kimliğin taşınması birbirinden farklı şeylerdir. Ve belki de birçok muhafazakâr sadece kendilerine verilen ama aidiyetini tam da hissetmedikleri bir kimlikle var olmaya çalışıyorlardır.