Ortadoğu kavramı, yaşadığımız coğrafyanın batıya göre konumlandırılmasının adıdır. Bu tanım, bölge ülkelerinden Avrupa ülkelerine göre daha batıda yer alanlar olduğu için, 'neyin ortası' sorusunu da beraberinde getirir. Yine batıdan bakıldığında bu coğrafya, homojen bir İslam coğrafyası gibi gözükür. Hâlbuki Ortadoğu, farklı dinleri içinde barındırmakla birlikte oldukça kozmopolit ve karmaşıktır. Müslüman nüfus çoğunlukta olmakla ve Şii/Sünni olarak iki mezhep ekseninde belirginleşmekle beraber Ortadoğu dediğimizde aslında Türkler, Araplar, Farslar, Kürtler, Hıristiyan Araplar, Kıptiler, Süryaniler, Ermeniler, Yahudiler ve daha pek çok farklı etnik ve dinî gruptan bahsetmiş oluruz. Yahudiler, coğrafyada zaten var olmakla beraber I. Dünya Savaşı sırasında imzalanan Balfour Anlaşması'ndan sonra Filistin'e yerleşmeye başladılar ve 1948'de İsrail devletinin kurulması ile birlikte Ortadoğu'nun aktörleri arasına katılıp, bölgede pek çok dengenin belirleyicisi oldular.
Ortadoğu, Osmanlı Devleti'nin yıkılışından sonra bir daha stabil hâle hiç gelemedi. Önce batılı devletlerce işgal edildi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra işgaller kalktı ama Batılı devletler ellerini bu ülkelerden çekmediler. Dahası, 50'lerden itibaren askerî darbeler ve devrimler, kısa sürede monarşilere ve oligarşik diktatörlüklere dönüştü. Bugüne kadar bu coğrafyada çatışma, işgal ve istikrasızlık yüzünden siyasi ve ekonomik dengeler bir türlü yerli yerine oturamadı.
Osmanlı Devleti dağıldığında bölgedeki petrol rezervleri henüz fark edilmişti ki imparatorluğun enerji konusunda manevra kabiliyeti kalmamıştı. Hâlbuki bölge, 19'uncu yüzyılın başından beri İngiltere'nin merceği altında idi. Dicle-Fırat taşımacılığı gibi ulaşım yolları, posta teşkilatı, eğitim, istihbarat gibi önemli kalemler zaten öncelikle İngiltere'nin kontrolü altına girmişti. Osmanlı Devleti aslında iktisadi özgürlüğünü çoktan kaybetmiş, siyaseten de toprak kaybetmeye başlamıştı. Bu geri çekilme, düzenli olarak I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar hızla devam etti. Yani ekonomik zayıflığın yanında askeri güç olarak da karşı koyamadığı Avrupa karşısında bu bölgede yeşertilen yeni ortama politika üretmek imkânı kalmadı.
Ortadoğu'yu geride bırakırken
Arap topraklarında Osmanlı hâkimiyetinin sınırlarını belirleyecek olan I. Dünya Savaşı, şüphesiz bölge için geri dönülmez bir dönemin başlangıcı oldu. 'Büyük Savaş'ın o uzun eli ise Hicaz'a, Yemen'e kadar uzanmıştı. Bir de üstelik savaşın tam ortasında İngilizlerle ittifak kuran 'hain' Araplar, 'bizi sırtımızdan bıçaklamışlardı.
'Araplarla bir arada olmanın kurucu ve meşrulaştırıcı gücü elbette din paydasıydı ve bu sebeple İslam'ın oynadığı role yapılan vurgu çok önemliydi. Osmanlı'nın son döneminde bu birliğin korunması aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele de demekti. Lakin Osmanlı'nın içinde bulunduğu durum ve savaş yılları, Araplar açısından yeni siyasi ve diplomatik ilişkilerin kurulması için çarelerin aranmasına sebep olmuştu, üstelik merkezî yönetimle ilişkiler bozulmaya ve milliyetçilik fikri yaygınlaşmaya başlamıştı.
Araplarda kavmini sevme, Arap olmakla övünme gibi kültürel milliyetçilik zaten bulunmaktaydı. Ama anti-Osmanlıcı bir milliyetçilik söylemi ilk kez bu dönemde ortaya çıktı. Ayrıca Abdülhamit döneminden başlayarak beliren bir dizi sıkıntılar sebebiyle Osmanlı yönetimi aleyhtarı bir söylem de gelişmekteydi. Suriyeli bir entelektüel olan Emir Şekip Arslan gibi sonuna kadar Osmanlı idaresine sadakati seçenler dahi rejimin reforma ihtiyacı olduğunu düşünmekte, hatta içinde reform potansiyeli barındırdığını düşündükleri II. Meşrutiyet'i canla başla desteklemekteydi.
İttihad-ı İslam düşüncesine ek olarak Araplar, bu coğrafyada çok uzun süre en anlamlı şeylerden biri olarak hilafet makamına bağlılıklarını da dile getiriyorlardı. Mesela Mısır'ın önemli âlimlerinden Muhammed Abduh da Osmanlı'nın bekasının en başta ümmet için çok önemli olduğunu düşünmekteydi. İslam'ın dirilmesi, Batı'ya karşı tekrar üstün olması, bunun için reform yapılması, teknolojiden yararlanılması ama en önemlisi siyasal birlik içinde olunması çok yaygın dile getiriliyordu. Bu anti-Batıcı ve reformist İslamcı bakış açısına göre dünya Müslümanlarını çatısı altında birleştirebilecek tek güç Osmanlı gibi gözükmekteydi. Genel olarak adem-i merkeziyetçilikten doğan sıkıntılar, özelde Trablusgarb'ın İtalyanlara kaybedilmesinden doğan endişe ve mutsuzluk, Osmanlı Devleti'nden; Arapça'nın en azından Arap vilayetlerinde resmi olarak kullanması, Arap vilayetlerine Arapça bilen görevliler atanması, yerel askerlerin kendi bölgelerinde kullanılması yani uzak bölgelere savaşmaya gönderilmemesi gibi talepler doğurmuştu fakat hiçbir zaman ne tam bir bağımsızlık ne de isyan dile getirilmişti.
Savaş başladıktan sonra Osmanlı Devleti İslam topraklarında cihat çağrısında bulunmuştu. Asker, mühimmat, yardım istiyordu. İşte bu çağrı, yüzyıllar süren Haşimi-Osmanlı ilişkilerinin dönüm noktası oldu. Mekke Şerifi Hüseyin, başkentin 'mukaddes bölgelerde cihat ilanının duyurulması talebini' yerine getirmedi ve konu uzun süre sürüncemede kaldı, iki tarafın talepleri de karşılanmadı. 1916 yılında, yani Osmanlı Devleti tam da savaşın ortasında iken Araplar, İngilizlerin de desteğiyle sonunda başarılı olacakları bir isyan başlattılar.
Çok uzun sürmedi, İngilizlerin bölgedeki emelleri, Sykes-Picot anlaşması ile ortaya çıktı. Sykes-Picot anlaşması, 1916 yılında bölgenin Fransa, İngiltere ve Rusya tarafından bölünmesi anlamına gelen gizli bir anlaşmaydı. 1917 yılında Rusya'da devrim olunca Bolşevik idaresi bu anlaşmayı açıklamış ve sırlar ortaya dökülmüştü. Ortadoğu, Avrupa için iştah kabartıcı bir bölge idi ve 1918'de Casus Lawrence, Arapları ayaklandıracaktı. İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Ortadoğu siyasetini şöyle özetliyordu: "Anadolu'da Helenik dünyanın dirilmesi, Filistin'de yeni bir Yahudi uygarlığının oluşması, Süveyş'in güvene alınması, Hindistan yolunun her türlü tehditten arındırılması, Verimli Hilal topraklarında, Dicle-Fırat vadilerinde sadık ve söz dinleyen Arap devletlerinin olması, İngiltere'nin İran'dan aldığı petrolün korunması ve birtakım yeni kaynakların doğrudan İngiltere kontrolü altına alınması…"
Görüldüğü gibi, Arap milliyetçiliği, Araplarda kendi ulusal devletlerini kurma amaçlı ve anti-Osmanlıcılıktan beslenen bir ayrışmanın ürünü değildi. Hatırı sayılır düzeyde Arap eliti, son dakikaya kadar Osmanlı sınırları içinde yaşamanın yollarını aramıştı. Osmanlı'dan koparak kendi kaderleri ile kalmaları ve belirsiz bir gelecek fikri ürküttüğünden, adem-i merkeziyetçilik düşüncesi savunulmuştur. Çünkü Arapçılık düşüncesinin temel sorunlarından birisi Mısırlı Sati el Hüsri'ye göre 'Osmanlı'nın yerine ne konacağı' meselesidir. Bu endişenin altında açıkça Osmanlı'nın ardından bölgede belirecek gücün bağımsız Arap devletleri mi yoksa başka güç veya güçler mi olacağı sorunu yatmaktadır. Bugün Ortadoğu'da gördüğümüz manzara tam da bu tarihsel sürecin doğurduğu sonuçlara işaret etmektedir. Osmanlı Devleti, savaşla beraber cepheden cepheye giderken Arap coğrafyasında gittikçe bozulan yönetim sorunlarına ve acil reform çağrılarına çözüm bulamadı. Büyük bir savaşın ortasında yanarken, dönüp Araplara bakacak hâli olmamıştı. Daha sonra ise Araplara sırtını dönme, kültürel ve dinî bağları koparma bilinçli olarak yapılmış, ortak bir hafıza ve gelecek çok hızla unutturulmaya çalışılmıştır.
Tarih kadar yabancı ülke: Arap diyarı