Fatmanur Altun: Gazze ve statükonun devamı üzerine

Gazze ve statükonun devamı üzerine
Giriş Tarihi: 28.8.2014 10:51 Son Güncelleme: 3.9.2014 13:03
Fatmanur Altun SAYI:05Eylül 2014
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından bölgeye yerleşen İngiliz güçlerinin Yahudilere bıraktıkları topraklar üzerinde 1948’de kurulan İsrail, kurulduğu günden bu yana bölgeye istikrarsızlık getiren ve dünya siyasetinde gerilimler yaratan bir aktör oldu. Gazze'de İsrail'in giriştiği insanlık dışı katliam gündemi işgal ederken, dünya siyasetinin işleyişine dair analizlerin de hayli yoğunlaştığı bir gündemi takip ediyoruz. İsrail'in Filistin'de giriştiği gayriahlaki ve gayriinsani eylemleri anlamaya ve anlatmaya çalışan yorumcular, hem bölgenin kendi iç dinamiklerine hem de uluslararası ilişkiler ve genel dünya siyasetine dair analizler yapma zorunluluğu ile karşı karşıya geliyorlar. Bu meyanda en fazla karşımıza çıkan vurgulardan biri İsrail-ABD ilişkisi ve bu ilişkinin mahiyetine dair yapılan açıklamalar.

Bir tarafta İsrail'in devasa lobisi ile ABD'yi ele geçirdiği ve ne isterse ABD'ye yaptıracağına dair analizler yer alıyor. İsrail'in artık sıkça kullanılan tabirle 'ABD'nin şımarık çocuğu' olduğu ve İsrail'e yönelik Birleşmiş Milletler kararlarının sürekli olarak ABD vetosuna uğramasının bu ilişkinin en önemli delili olduğu türünden açıklamalarla sıkça karşılaşıyoruz. Diğer tarafta ise bu argümanın tam karşısına yerleşen ve İsrail'in kendi iradesi olmayan bir güç olduğunu savunan açıklama biçimi var. Bu açıklama biçimi içinden İsrail, bölgede ABD adına ve hesabına hareket eden ve adeta ABD'nin maşası bir ülke olarak resmediliyor. Filistin'de yaşananları doğru bir zemine oturtabilmek için bu iki pozisyonu da tartışmak, gerekli ise üçüncü bir açıklama biçiminin peşine düşmek anlamlı görünüyor.

20'nci yüzyıl insanlığın en fazla acı çektiği zaman dilimlerinden biri olarak tarihte yerini aldı. Yaşanan iki büyük savaş, insanoğlunun kolektif hafızasında derin yaralar bırakırken, dünyayı birçok yeni mesele ile karşı karşıya bıraktı. İsrail'in Filistin toprakları üzerinde kuruluşu bu meselelerin başında geliyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasının ardından bölgeye yerleşen İngiliz güçlerinin Yahudilere bıraktıkları topraklar üzerinde 1948'de kurulan İsrail, kurulduğu günden bu yana bölgeye istikrarsızlık getiren ve dünya siyasetinde gerilimler yaratan bir aktör oldu. İşgalin başlaması ve İsrail devletinin ilan edilmesi ile birlikte Filistin halkının maruz kaldığı kitlesel göçler ve kıyımlar her geçen gün giderek derinleşen meseleler doğurdu. Zaman içerisinde burada yaşananlar, Ortadoğu'daki istikrarsızlıkların muharrik gücü haline geldi.

Ne var ki, Batılı güçlerin, özellikle de ABD'nin tutumu nedeniyle, İsrail'in bu özelliği kalıcı etkileri olan bir muhalefet yaratamadı. Batı'nın bilinçaltındaki Yahudi düşmanlığı neticesinde yaşanan soykırım ve sonrasında oluşan suçluluk duygusu bu türden bir muhalefetin oluşmasının önündeki kısmi engellerden biri oldu. Ne var ki bu psikolojik unsura gereğinden fazla önem atfetmek ve Batı'nın İsrail'e yönelik tavrını sürekli olarak bu suçluluk hâli ile açıklamaya çalışmak eksik kalacaktır. Zira İsrail'in konumu, geçmişte kendisine yönelen suçların diyetiyle değil, dünya sistemi içinde oynadığı rolle alakalı olarak biçimlendi. Bu rolü 19'uncu yüzyılda temelleri atılan ve 20'nci yüzyılda pekişen Batı egemenliği ve bu egemenliğin mahiyeti üzerinden anlamak yerinde olacaktır.

Batı egemenliği ve İsrail

19'uncu yüzyılda kesin biçimde yükselişe geçen ve İngiltere önderliğinde örgütlenen Batı gücünün, II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD öncülüğünde yeniden örgütlendiği malumdur. Amerika'nın 1945 sonrasında ortaya çıkan söz konusu liderliğinin ise belli başlı öncülleri vardır. Bu öncüllerin başında, dünya hâkimiyetine sahip olmak için Kalpgâh (Heartland) olarak adlandırılan Avrasya bölgesinin elde tutulması gerektiğini söyleyen ve temelleri Mackinder tarafından atılan stratejik yaklaşım gelir. Sonraları Brzezinski tarafından Amerika'nın dünya liderliğini elinde tutmasına yönelik bir stratejik yaklaşım hâline dönüştürülen bu anlayış, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik politikalarının da temeline yerleşmiştir. Amerika'nın II. Dünya Savaşı'ndan beri Ortadoğu'ya yönelik politikalarında en etkili yaklaşım olan Kalpgâh (Heartland) yaklaşımı zaman zaman yenilense de, temelde fazla bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar devam etmiştir. Bugün ABD Başkanı Obama'nın en önemli dış politika danışmanlarından birinin Brzezinski olduğu düşünüldüğünde yahut Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın "Eğer bir İsrail olmasaydı, çıkarlarımızdan emin olmak için bir tane kurardık" şeklindeki açıklaması hesaba katıldığında, Amerikan dış politikasındaki bu devamlılık daha iyi görülecektir.

Bu dış politika anlayışı içerisinden ABD için İsrail, Kalpgâh'ın merkezine yerleştirilmiş bir üs niteliğindedir. Kızıldeniz'de seyreden bir uçak gemisi neyi ifade ediyorsa ve hatta ondan daha fazlasıdır. Dünya liderliğini sürdürebilmesi için Kalpgâh'ı elinde tutmak isteyen ve enerji anlamında da Ortadoğu'ya bağımlı olan ABD'nin bölgeye yönelik politikalarının kurgulanmasında, İsrail'in merkezî bir yeri vardır. Bu nedenle ABD, bölgede yer alan ülkelere İsrail ile iyi geçinmeleri konusunda tavsiyelerde yahut üstü örtülü tehditlerde bulunurken, bir taraftan da İsrail'e her geçen yıl artan oranda mali ve askeri yardımda bulunmayı ihmal etmez. Pek çok analistin belirttiği gibi İsrail, kısa tarihi boyunca ABD'den, ABD'nin pek çok eyaletinden daha fazla maddi yardım almıştır. Geçtiğimiz günlerde Amerikan Kongresinin, İsrail'e füze savunma sistemini yenilemesi için 224 milyon dolar yardım yapılmasını kabul etmesi bu ilişkinin son ve çarpıcı örneklerinden biridir. İsrail'in fütursuzluğunun ve zaman zaman küstahlığa varan uygulamalarının arkasında işte bu kurgu yer alır.

Ne var ki bu ilişki tek yönlü bir ilişki değildir. Nihayetinde Amerika'ya göbekten bağlı olsa da İsrail'in de bir gündemi ve ulaşmak istediği hedefleri vardır. Bu hedeflere ulaşma noktasında diaspora Yahudilerinin Amerika'da yürüttüğü faaliyetler çok önemlidir. Gerek ekonomik, gerek siyasal, gerekse sosyal alanda ciddi bir varlık gösteren Amerikan Yahudileri, Amerikan yönetimleri üzerinde hesaba katılması gereken bir baskı oluşturmayı ve günlük politikalara etki etmeyi başarmaktadır. Medyayı da sahip oldukları güçlü ekonomik imkânlar aracılığı ile etki altına almayı başaran Yahudi diasporası, medyadaki haber akışlarının İsrail lehine düzenlenmesini temin edecek bir mekanizmadan sorumludur.

Son olarak ABD'li araştırmacı-gazeteci Gleen Greewald'ın "İsrail söz konusu olduğunda, ABD'li gazeteciler korkuyor" açıklaması ile bir kez daha tartışmaya açılan bu mekanizma, Yahudi diasporasının ABD'de ulaştığı güç ve çalışma biçimlerini anlamak açısından son derece manidardır.
Bütün bu anlatılanlar İsrail'e bir taraftan bölgede ABD hesabına çalışırken diğer taraftan da kendi siyonist gündeminin peşine düşme fırsatı vermektedir. Ne yaparsa yapsın bir yaptırımın uygulanamayacağı ve Birleşmiş Milletler'de İsrail karşıtı bir karara yönelik Amerikan vetosunun garanti olduğu bilgisi bu anlamda son derece önemlidir. İsrail'in bölgedeki durumu, sırtını büyük abisine dayamış, mahalleyi sürekli haraca kesen bir kabadayının durumundan farksızdır.

Statüko sürer mi?

Bu değerlendirmelerden sonra statükonun sürdürülebilir olup olmadığı sorusu gündeme gelmektedir. Bölgede İsrail şiddetinin ve adaletsizliğinin yarattığı ortamın ve oluşan atmosferin geleceğini anlamak için, bölge ülkelerinin statüko içindeki yerlerine ve İsrail karşısında oynadıkları rollere bakmak gerekir. Bu nedenle Ortadoğu'da taşları yerinden oynatan Arap Baharı ile başlamak yerinde olacaktır.
2010'da Tunus'ta Muhammed Buazizi'nin kendisini ateşe vermesi ile başlayan ve kısa sürede tüm coğrafyaya yayılan, sonraları Arap Baharı olarak adlandırılan olaylar, Ortadoğu coğrafyasının kaderini derinden etkilemiştir. Bir demokrasi ve özgürlük arayışı olarak ortaya çıkan Arap Baharı'nın bölgede arzu edilen sonuçları oluşturmadığı, kaos ortamını pekiştirdiği kanısı artık giderek yaygınlık kazanırken, oluşan karmaşadan en fazla istifade eden ülkenin de İsrail olduğu zikredilmeye başlanmıştır. İsrail'in 1967 savaşından sonra giriştiği en kanlı eylemlere Arap Baharı sonrasında imza attığı düşünülürse, bu yargı hiç de yabana atılacak bir yargı değildir. Peki, bölgedeki karmaşa neden İsrail'in işine gelmektedir?
Arap Baharı'nın özgürlük ve demokrasi ile ilişkisi aslında bölgedeki daha önceki demokrasi deneyimlerinden bağımsız değildir. 1991'de Cezayir'de seçimlerle iktidara gelen FIS'in başına gelenler bölgedeki demokrasi talebinin sonuçları açısından son derece öğreticidir. Demokrasi güzellemeleri üzerine kurulan dünya sisteminin, Müslümanları iktidara getirecek bir demokrasi deneyiminden hazzetmediği ortadadır. Mısır'da İslamcıları iktidara getiren demokrasi deneyimi darbe ile son bulmuş, ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanı hapse atılmıştır. Gazze'de büyük umutlarla seçime giren ve demokratik yollarla iktidara gelen Hamas, İsrail terörü ile demokrasi alanının dışına itilmiştir. Bu deneyim konusunda şimdiye kadar farklı bir örnek ortaya koyabilmiş tek ülke Türkiye'dir. Türkiye'nin örnekliği ise tamamen tarihsel bir fırsatlar silsilesi sonucu ortaya çıkmış ve akamete uğratılamaması konusunda da benzer iç ve dış şartların yardımı olmuştur.

Batı dünyasının Ortadoğu'da demokratik yönetimleri tercih etmeyişinin birden fazla sebebi vardır. Bu sebeplerin başında bölgedeki halklarla yönetimler arasındaki derin anlayış farkı gelmektedir. Batı'nın ve başta ABD'nin bölge ülkeleri ile kurduğu ilişkilerde, Batı çoğunlukla avantajlı konumdadır. Bölge ülkeleri ile yürütülen her türlü ticari ilişkiden, enerji anlaşmalarına kadar her konuda şartlar bölge ülkelerinin aleyhinedir. Bu ilişkiden faydalananlar, her ülkede bu ilişkileri yürüten sınırlı birer zümredir. Halklar, idarecilerin Batı ile girdikleri bu ilişki biçiminden rahatsızdır. Tüm bunlardan daha fazla rahatsızlık duyulan şey ise bölge ülkelerinin İsrail ile ilişkileridir. Bölgede halklar Filistin davasına sahip çıkarken, yönetimler İsrail ile iyi ilişkileri sürdürmenin arayışındadır. Bu durum halklar nezdinde yönetimlerin meşruiyetini ciddi şekilde tartışmaya açmaktadır. Öyle ki bugün Filistin konusu bir turnusol kâğıdı niteliğine bürünmüştür. Yönetimlerin halk nezdindeki meşruiyetini anlamak için, Filistin konusunda takındıkları tutumlara bakmak yeterlidir. Arap Baharı ve özellikle Mısır deneyiminden Batı'nın anladığı şudur: Ortadoğu'da demokrasi İslamcıları iktidara getirir, İslamcılar ise İsrail karşıtı politikalar izler. Bu yargı nedeniyle Mısır'da yaşanan darbeye Batı ses çıkarmayarak destek vermiş ve Mısır üzerinden Ortadoğu'daki demokrasi deneyimi akamete uğratılmak istenmiştir. İslamcı gelenekten gelen bir partinin yönettiği demokratik bir ülke olarak Türkiye'nin pekâlâ bölgede varlığını idame ettirebilmiş olması, hatta söz konusu İslamcı partinin iktidara geliş sürecinde Batı'dan ciddi destek görmüş olması bu yargıyı değiştirmeyecektir. Zira Türkiye örneği yukarıda da belirtildiği gibi konjonktürel pek çok olumlu şartın bir araya gelmesi ile oluşmuştur ve Batı politikası açısından bir sapmaya işaret etmektedir. Batı dünyası, özellikle 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan demokrasi ihracı yaklaşımı ve bu meyanda 'ılımlı İslam'ın desteklenmesi gerektiği inancı ile AK Parti'yi desteklemiş olsa da bugün Türkiye'nin İsrail karşısındaki tutumu Batı dünyasında ciddi soru işaretleri uyandırmaktadır. Tam da bu nedenden dolayı özellikle Gezi olaylarıyla birlikte Türkiye'de demokrasiyi akamete uğratmak isteyen demokrasi dışı güçlere Batı tarafından destek verilmiştir. 2009 Davos krizinden bu yana 'kral çıplak' diye haykıran Türkiye'nin tutumu bugün Filistin davasında Batı'yı köşeye sıkıştıran ve statükoyu değişmeye zorlayan en önemli faktörlerden biridir.

Gelinen noktada, İsrail'in sınır tanımaz saldırganlığı ve vahşeti üzerine kurulu politikalar artık miadını doldurmak üzeredir. Parçalanan her bir çocuk ve masum insan karşısında, eski masalların bir önemi kalmamaktadır. İnsanlığın kolektif vicdanı bu ahlaksız savaşta Filistin'in yanında saf tutarken, statükonun devam edebileceğine dair işaretler giderek zayıflamaktadır.
BİZE ULAŞIN