Moda Politiktir
Yaşadığımız çağa ve küresel çapta hâkim olan hayat tarzına y öneltilen eleştirilerden biri görselliğin, imgelerin, teşhirin giderek gerçekliği de belirler bir şekilde geçer akçe hatta sor gulanmaz bir ideoloji haline gelmesi. "Gösteri" olarak da nitelenen bu görüntüler saltanatı, adının konulduğundan beri geçen 60 yıllık süreçte iletişim teknolojilerinin de etkisiyle günümüzde toplumlar ın kılcal damarlarına ve nöronlarına kadar nüfuz etmiş durumda. Sur etlerin zihinleri kuşattığı bu sürecin gerçekte ne olduğunu, hangi anlamlara geldiğini, dünyanın artık nereye evrildiğini, gerçeklik algımızın nasıl manipüle edildiğini, tüm bunların asıl amacının ne olduğunu ve daha birçok meseleyi sosyolog Prof. Dr. Alev Erkilet Lacivert'e anlattı. Erkilet'e göre bu tartışma basit ve sıradan bir şey değil, pek çok insanın bedel ödediği bir mesele.
Bugün içinde yaşadığımız toplumsal durumu tanımlamak için kullanılan kavramlardan biri de "Gösteri Toplumu." Görüntünün, imajın, gösterişin ve teşhirin geçerli ya da ön planda olduğu bir topluma mı evrildik dersiniz? Sizce dünya genelinde içinde yaşadığımız gerçekten bir "gösteri toplumu" mu? Ne anlama geliyor bu kavram?
Guy Debord'un Gösteri Toplumu kitabını yayımlamasının üzerinden yarım asırdan fazla, 1988'de yayımladığı devam kitabının üzerinden ise otuz yılı aşkın süre geçti. Ama fikirleri hala önemini korumaya devam ediyor. O, ilk ürünlerinden biri olan 1952 tarihli Sade için Ulumalar filminde bile imgelere dayalı sinemayı reddetmiş; tam olarak film diyemeyeceğimiz bu eserde, yerini bir diğerine bırakan siyah ve beyaz bir perde ile arka planda çeşitli metinlerden okunan parçalara yer vermişti. Bu nedenle de şiddetle eleştirilmişti. 7 Mart 1984'te yakın dostu ve yayıncısı Gérard Lebovici bir suikasta kurban gitti. Bu suikastla ilişkilendirilmesi nedeniyle çok kırılan Debord eserlerinin Fransa'da yayınlanmasına yasak getirdi ve 1985'te Gérard Lebovici, Suikastı Hakkında Mülahazalar adlı bir kitap yayınladı. Kitabın sonunda kendisinin ve Lebovici'nin önderlik ettiği Situasyonist Enternasyonal'le ilgili değerlendirmeler yaparken "Bu dünyanın yıkımına katkıda bulunmuş olmak güzel. Başka hangi başarıyı hak etmiş olabilirdik ki?" diyordu. Bunları neden söylüyorum? Burada sıradan tespitlermişçesine zikrettiğimiz meseleler önemli ve sonuna kadar politiktir. Kapitalizmin ortadan kaldırılması ile ilgilidir ve pek çok kişi bunlar için bedel ödemiştir. Debord da 1994'te kalbine sıktığı bir kurşunla aramızdan ayrıldı. Konuşurken bunları hatırda tutalım istedim. Sorunuza dönecek olursak; Debord, bağımsız bir varlık kazanan imgelerin izleyicileri(ni) tahakkümü altına aldığını, onları pasif varlıklar haline getirdiğini öne sürüyordu. İnsanlar arasındaki, imgelerin aracılık ettiği sosyal ilişkiler şeklinde tanımladığı "gösteri" ile yabancılaşma arasında bağ kuruyordu. Gösteri toplumunun yabancılaştırıcı etkilerine atıf yaparken de yabancılaşmayı bireysel psikolojinin bir veçhesi olarak duygular üzerinden tanımlamak yerine onu "kapitalizmde zirve noktasına ulaşan merkantil toplumsal örgütlenme biçiminin bir sonucu" olarak ele alıyordu. Ona göre sistem muhaliflerini de gösterinin bir parçası kılarak kendini yeniden üretmekteydi. Gösterinin tüm hayat alanlarını daha derinden kavramakta olduğu günümüzde, Debord'un düşünceleri hala güncel ve önemlidir.
Görselliğin çağımızda bu kadar geçer akçe oluşunu, hatta görüntünün bir tür tiranlık teşkil etmesini nasıl yorumlamak gerekiyor?
Bu tamamen kapitalizmle ilişkili bir mesele. Malumunuz olduğu üzere bir kültürel devrimci olarak nitelenen Debord, modern toplumda kapitalist üretimin doğasından kaynaklı olarak, toplumsal yaşamın bir görüntüler toplamı haline geldiğini, ondan ibaret olduğunu vurgular. Gelinen noktada eylemenin kendisinden ziyade buna ilişkin görüntülerin biriktirilmesi önem arz etmeye başlamıştır. İmgelerin eylemenin yerini alması, insanların pasif hale gelmesi daha önce sözünü ettiğimiz yabancılaşma durumuna gönderme yapmaktadır. Burada felsefi bir yabancılaşma tartışması söz konusudur. Debord düşüncesinde eylemin kendisinden ayrışarak, ondan soyutlanarak kendi başına varlık kazanan imgeler Marx'ın yabancılaşma kuramının temel kavramlarından biri olan meta fetişizmi ile ilişkilendirilir. Zira Marx'a göre, modern kapitalist toplumda emekçiler üretimlerini kendileri için değil piyasada mübadele edilmek üzere başkaları için yapmakta, birer meta olan bu ürünler üreticilerinden bağımsızlaşarak dışsal varlıklar haline gelmektedir.
Kavramı ortaya atan Guy Debord, Gösteri Toplumu kitabında hâkim olan yaşam modelini temelde kapitalizm, tüketim, eğlence ve reklama dayalı olarak tanımlıyor. Hem eğlence odaklı bir yaşam idealize ediliyor, hem de telefonlarda, ekranlarda sürekli reklam bombardımanıyla karşı karşıyayız aslında. Özellikle sosyal medya fenomenleri bu iki unsuru da içerisinde barındırıyor. Sizce durum böyle mi? Bunun temel nedeni nedir?
Aslında Debord kadar Baudrillard'ın da altını çizdiği bir husus bu. Kapitalizmin ileri evrelerinde üretim yerine tüketim sorunsallaştırılmaya başlamıştır. Aslında bu Batı toplumlarının bir alamet-i farikasıdır; Baudrillard da bunun altını çizmiştir. Aşırı üretim yabancılaşması kadar aşırı tüketim yabancılaşması da söz konusudur. Tüketim toplumunda bireyler tarafından tüketilmesi gereken bir ürün bolluğu mevcuttur; kapitalizmin dayandığı aşırı üretim bu ürünlerin tüketilmesi zorunluluğunu da beraberinde getirir. Baudrillard ürünün kendisinden ziyade sunumunun merkeze oturduğunu, reklamın önem kazandığını, gerçekliğin imajlar üzerinden tanımlandığını ve artık görüntülerin fiziksel bir şeyle ilişkileri olmaksızın çoğaltılabildiğini vurgular. İmajlar artık kendi başlarına bir hakikat oluşturmaya başlamışlardır. Baudrillard, tüketim toplumunun, insanları kendileri olabilmek adına tüketim peşinde koşmaya zorladığını vurgular. Bireyler kendi kişiselliklerini tükettikleri nesnelere dair küçük nüanslarda bulmaya ve sergilemeye çalışırlar. Mesela sürekli değiştirdikleri saç renginin tonlarında yada arabalarının özelliklerinde. Sosyal medya fenomenlerinin bu sürece katkı sağladığını söylemek mümkün. Ama aslına bakarsanız sosyal medya sadece bir aracı, bir mecra. Daha öncesinde de hayatımıza sızmış olan ekranlar üzerinden bir tanıtım/ reklam bombardımanı altında değil miydik? Şahsen ben sosyal medyanın kapitalizme karşı durmaya, gereksiz ve aşırı tüketimi sınırlandırmaya yönelik çabalara da zemin sağladığını düşünüyorum. DIY akımını bu bağlamda örnek verebilirim. Bir akım olarak DIY (Do it yourself/Kendin yap) kişinin kendi imkânlarıyla tamir, tadilat ve inşaat gibi işlerini yapmasını ifade ediyor ve sosyal medyada çok sayıda örneklerine rastlayabileceğimiz videolarda tüketmek yerine üretmek, yeniden biçimlendirmek ve yeniden kullanmak için izleyebileceğimiz yollar gösteriliyor. Velhasıl mecraya takılmadan doğrudan kapitalizmin etkilerine odaklanmak lazım diye düşünüyorum.
Tüketimin, kapitalizmin, metanın ve onu bize yansıtan imajın adeta kutsandığı böyle bir furyada biz nasıl bir gerçeklikle karşı karşıyayız, yoksa gerçekliğin sadece temsillerine mi muhatap oluyoruz dersiniz? Görüntünün-gösterinin bu denli hâkimiyetinde ne kadar sahicilik arayabiliriz?
Asıl mesele de bu zaten. Deminden beri zikrettiğimiz düşünürlerin vurguladığı husus, kendi başına bir varlık kazanmış olan bu imajların bize gerçekliğin kendisini kaybettirdiği yahut hakikat arayışımızı baltaladığıdır. Ancak ihtiyaç merkezli, değişim değerine değil kullanım değerine odaklanmış bir üretim ve tüketim ile adalet temelli bir bölüşüm sistemi içinde bu sorunları aşmak mümkün olabilir. Dahası tefekkür edebilmek ve tevhidin manasını idrak edebilmek için ihtiyacımız olan zihin sükûnetine de ancak kapitalizmin bu dayatmalarını aşarak kavuşabiliriz.
Gösteri (ya da gösteriş) toplumundan bahsederken popüler kültüre de değinmek gerekir mutlaka. Dinlediğimiz müzikler, diziler, Netflix derken popüler kültür çemberinin içinde gibiyiz şu an. Gerçek manada popüler kültür ne anlama geliyor? Biz bugün gerçekten popüler kültürün "köpeği" miyiz?
Popüler kültür kitle kültürü manasında da kullanılıyor. Yüksek kültüre ya da elit kültürüne karşı yaygınlıkla, kolay erişilebilirlikle niteleniyor ve eğlence, spor, sinema, müzik gibi alanlara gönderme yapıyor. Marksist kuramcılar popüler kültürü ideolojik tahakkümün bir aracı olarak tanımlasalar da de Certau gibi kavrama olumlu mana yükleyen sosyal bilimciler de var. De Certau'ya göre söz konusu tahakküm halkın gündelik yaşam pratikleri içinde aşılır; sistem tarafından yeniden içersenir ve yeniden aşılır. Halk direniş taktikleriyle kendisine dayatılanı aşmaya çalışırken, sistem içine katma stratejisiyle bu direnişlerin ürünlerini yeniden üretim sürecine katar. Yayın platformları üzerinden bize ulaşan popüler kültür ürünleri olarak diziler, mesela Kore dizileri bir yandan sektörün egemeni olan Amerika'nın ve batılı ülkelerin hâkimiyetini kırarken, öbür yandan piyasaya fazla düşünmeden tüketebileceğimiz seri olarak üretilmiş ürünler sunmaktadırlar. Aslına bakarsanız bu sadece popüler kültürle sınırlı bir şey değil. Mesela sivil toplumun iş yapma biçimi de artık aynı seri üretim mantığına dayalı. Seri olarak proje üretmek, seri olarak yayın yapmak, seri olarak çevrimiçi etkinlikler düzenlemek gibi… Popüler kültürün etkisindeyiz bu doğru ama aynı zamanda bu seri üretim ve tüketim zincirini kırma arayışı içindeyiz. Galiba biraz yavaşlamak lazım. Yaptığımız ya da ürettiğimiz şeylerin dönüştürücü bir etki yaratabilmesi için -tüketilmesi değil- özümsenmesi gerekiyor. Bunun için de bir tefekkür süresine ihtiyaç var.
Günümüzde pahalı marka kıyafetler almak, çok hızlı telefon, araba değiştirmek bir dayatma oldu neredeyse. Toplum olarak neden imaja bu kadar para harcıyoruz sizce? Tüm bunlar bizim için gerçekten gerekli mi?
Uğruna çokça para harcadığımız şey ürünlerin kendisi değil, statümüzdür aslında. Veblen'in dediği gibi sınıfımızı, statümüzü tüketimlerimiz üzerinden "diğerlerine" gösteriyoruz. Onlarla aramıza mesafe koyuyoruz. Veblen tam da bu nedenle gereksiz ürünlere ve gereksiz derecede pahalı olan ürünlere harcama yapmanın toplumun kaymak tabakasının yahut onun deyişiyle aylak sınıfın bir vasfı olduğunu söyler. Alt sınıflar da aradaki bu sınıfsal mesafeyi aşmak için taklit ürünlere para harcarlar. Sınıf/ statü belirteci olarak tüketimin manası budur.
Instagram, Youtube, Twitter ve son olarak Tiktok artık günlük yaşantımızı domine etmiş durumda. İnsanlar neden kendini diğerlerine göstermekten, mahremini teşhir etmekten bu kadar haz duyuyor? Sosyal medyayı gösteri toplumunun neresine koyabiliriz?
Bugünün iletişim mecraları geleneksel medyadan farklı özellikler taşıyorlar. Bir televizyon kanalında ya da bir gazetede çalışmasanız bile fotoğraf, video, metin üretebilir ve bunları dünyanın her yerindeki insanlarla paylaşabilirsiniz. Bunun olanaklı hale gelmesi, sokaktaki insana "ben de buradayım" deme şansını veriyor. Demokratik diyebileceğimiz bir katılım, söz söyleme, dâhil olma imkânı sağlıyor. Ama kapitalizm bu olanağı yeni bir reklamcılık alanı, yeni bir şov ortamı olarak sistemin yeniden üretilmesinde kullanmak arzusunda. Lakin kapitalizme hizmet eden mecralar değişimin zeminini de oluşturabilir. Marx'ın ironik bir şekilde vurguladığı üzere, kapitalizmin ilk ürünlerinden biri olan matbaa, muhalif metinlerin basılmasında da kullanılmıştır. Sosyal medya üzerinde örgütlenen hareketlerin son on yıla damgasını vurmasından da çıkarsayabileceğimiz üzere, asıl önemli olan mecrayı gösteri toplumunun aşılmasının bir vasıtası olarak nasıl kullanabileceğimizdir.
Sosyal medya yoluyla çoğu akımın tüm topluma nüfuz ettiğini görüyoruz. Örneğin bir Tiktok videosunda çalan bir şarkı bile "viral" olup özellikle gençlerin diline kolayca takılabiliyor.
Fakat bu akımların da çok hızlı tüketildiğini, hızla yayılıp anında söndüğünü görebiliyoruz. Kapitalizmin doğası gereği böyle.
Demin altını çizdiğimiz seri üretim ve seri tüketim mantığı bunu gerektiriyor. Kalıcılık, klasikleşme kapitalizmin sürekli değişim mantığı içinde yeri olan özellikler değildir. Önemli olan tek şey, bu ürünlerden kâr edilebilmesidir.
Bir yandan da özellikle Uzak Doğu'dan minimalizm/ sadeleşme akımı Batı'ya doğru geliyor. Hatta bu da sosyal medya fenomenlerinin dahi kullandığı yeni bir moda diyebiliriz. Peki, burada bir tezat yok mu sizce de?
Bu çok güzel bir soru. Aşırı tüketim mecburiyetinin ihtiyaç duymadığımız ürünleri alıp evlerimizi tıkış tıkış doldurmamıza, nesneler arasında boğulmamıza neden olması uzun zamandır sosyolojik ve psikolojik düzlemlerde eleştiriliyor. Bu eleştiriyi çok sistematik ve başarılı biçimde yapan düşünürlerden biri de Eric Fromm idi. Sahip Olmak ya da Olmak kitabında kapitalizmin sahip olma merkezli bakış açısının hayatımıza nasıl egemen olduğunu mükemmel bir şekilde ele alır. Kapitalizmin hesapçı ahlakını eleştirir. Goonewardena'nın harika bir biçimde formüle ettiği üzere, Debord da insanlık durumunun sermaye eliyle olmak'tan sahip olma'ya ve nihayet yalnızca gözükmekten (boy göstermekten) ibaret olmaya doğru nasıl irtifa kaybettiğini ortaya koyar. Minimalizm hayatımızdan ihtiyaç duymadığımız ürünleri çıkarmamızı salık veren bir yaklaşım ve yaşam biçimi olarak kapitalist toplumun bağrında doğmuştur. Ancak hemen ardından sistem minimalizmi içeriye almak üzere kendi hamlesini yaptı. Bu yaşam biçimini tavsiye eden ve savunucularına kazanç getiren belgeseller, kitaplar, videolar, seminerler ve minimalist yaşayabilmek için satın alınması gereken ürünlerle birlikte giden bir dâhil etme, içeriye alma süreci söz konu bugün. Yırtık kot kullanmak ve ardından yırtık kotun üretim sürecinin bir parçası ve giderek bir moda haline getirilerek sisteme dâhil edilmesi örneğindeki gibi. Bu noktada de Certau'ya bir selam gönderebiliriz.
Peki, nedir bu sürekli bir şeylerin moda olma durumu? Neler moda olur ve sonrasında nasıl hayatımıza dâhil olur? Gerçekten hepimiz modayı takip ediyor muyuz, etmek zorunda mı kalıyoruz? Bu da imaj üzerinden bir dayatma değil mi aslında?
Moda da tüketimle ilgili sosyolojik meselelerden biridir. Hatırlarsanız gösteriş tüketiminin sınıflar arasına bir sınır çekme çabasının ürünü olduğunu söylemiştik. Moda bunu sağlayan araçlardan biri, belki de en önemlisidir. Konuyu sosyolojik açıdan ele alan ilk düşünürlerden biri olan Georg Simmel, Moda başlıklı makalesinde sınıf ayrımlarının ortaya çıkmış ve belirginleşmiş olduğu toplumlarda modanın görüldüğünü, sınıf ayrımlarının ortaya çıkmamış olduğu toplumlarda/topluluklarda ise modanın görülmediğini belirtir. Kadınların modaya olan düşkünlüğünü de genellikle topluma ekonomik ve entelektüel katkılarda bulunamamalarıyla açıklar. Kadınların eğitim almasına ve kamusal hayata katılmasına izin veren ortamlarda modaya olan ilgileri azalır. Tüketim, gösterişçi tüketim, moda birbirlerine bağlı kavramlardır ve mesele daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi politiktir. Kapitalizme dair tespit, karar ve amellerimizin ne olacağı ile ilgilidir.
PROF. DR. ALEV ERKİLET KİMDİR?
1983'te Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. Yüksek lisans (1985) ve doktorasını (1996) araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamladı. 1997-2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde yardımcı doçent olarak çalıştı. 2012'den sonra Kırklareli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde, Sakarya Üniversitesi İletişim Tasarımı ve Medya Bölümü ile Şehir ve Bölge Planlama bölümlerinde, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve İstinye Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde görev yaptı. 2020 Mart ayından bu yana İbn Haldun Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde çalışmakta olan Erkilet'in Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler, Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya, Eleştirellikten Uyuma, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları, Mazlum Doğu'nun Mağrur Çocukları, Kenti Dinlemek: Kültürel Miras, Kentsel Ayrışma ve Yoksulluğa Dair Yazılar, İstanbul Halkının Dilencilik Olgusuna Bakış Açısı (İ. Coşkun ile birlikte), Magnetsiz Şehirler: Türkiye'de Kentlerin Dönüşümü (der.) (Yunus Çolak ile birlikte) olmak üzere sekiz kitabı, çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmış makaleleri vardır.