Hüsamettin Arslan ile tanışmanızdan başlayalım isterseniz…
Hüsamettin Arslan'ı 1990 yılında Ankara'da Sakarya çayevindeki buluşmalarımızda tanıdım. Sonradan benim de ilk çevirimin ve kitaplarımın yayınlanacağı Vadi Yayınları'ndan çıkan Alan Chalmers'ın Bilim Dedikleri ile Barry Barnes'ın Bilimsel Bilginin Sosyolojisi isimli iki kitabının çevirilerini yapmıştı. Ciddi bir bilim felsefesi ilgisi vardı. Sonradan İstanbul'da Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nde ve zaman zaman akademik toplantılarda, doktora veya doçentlik jürilerinde, televizyon programlarında karşılaşmalarla devam eden bir diyalogumuz oluyordu. Zaman zaman çevirmek için programına aldığı kitaplar üzerine, yayınevi yönetirken karşılaştığı sorunlar üzerine konuşurduk.
Hüsamettin Arslan Türk sosyolojisinin en önemli isimlerindendi. Onun ülkemizdeki sosyoloji çalışmalarındaki yerini nasıl tanımlarsınız?
Sosyoloji çalışmalarında doktora teziyle başladığı çizgiyi sonuna kadar izleyen ve derinleştiren bir seyri oldu. Telif eserler vermekten ziyade çeviriye yoğunlaşan bir emeği vardı. Tabii ki çeviri için seçtiği eserler üzerinden de ilgisini izlemek mümkün. Bilim felsefesi ve akademik dünyanın sosyolojisi üzerinde yoğunlaşan çalışmaları kendisinin kurduğu ve vefatına kadar yönettiği Paradigma Yayınları bünyesinde daha ziyade felsefe ve bilgi sosyolojisi etrafında yoğunlaştı. Bu kadar aktivitesi olan birinin sosyoloji camiasındaki herkese değmemesi mümkün değil. Gerçi bu etkinlikleri dolayısıyla onu sadece sosyoloji camiasına has görmek doğru değil. Felsefe, ilahiyat ve genel entelektüel kesimlerin tamamı arasında belli bir yer edinmişti.
Sosyoloji açısından "fikir çilesi çeken bir entelektüel" olarak tanımlanıyor. Onun bu "çile"sini siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Çile, bir entelektüelin en önemli seyr-ü sülukudur, ama işin hazzı da erbabı için tam da bu çilenin içindedir. Hüsamettin hoca akademik dünyaya kolay bir yoldan, rahat müreffeh bir hayat tarzından geçiş yapmış değildi. O yıllar akademik dünyaya intisap etmek için türlü engellerin olduğu bir dönemdi. Yüksek eğitimin zaten belli bir elit kesimin alabilmesi için epeyce zorlaştırıldığı bir dönemde, bir de akademik dünyaya intisap etmek için zorluklar birkaç kat fazlaydı. İşin içine bir de kapalı devre oluşturmaya çalışan ve elitlerin tedavülünü kısıtlamak üzere işleyen "Epistemik Cemaat" türünden oluşumlar da vardı.
Siyaseten Kemalist, epistemolojik olarak da pozitivist bir Epistemik Cemaatin dışlayıcı pratiğine karşı tutunmaya çalışan bir taşralının çilesini resmediyor bu durum. Epistemik Cemaat aslında tam da bu elitizmin akademik camia içinde nasıl bir dışlayıcılığa dönüştüğünü ortaya koyan, kendi kişisel gözlemlerinden esinlenerek oluşup süzülmüş bir eser olmuştur. Tabii tek çilesi bu değildir Hüsamettin hocanın. Okumayı, yazmayı, anlamayı, çevirmeyi tam bir hayat tarzına dönüştürmüş, tabiri caizse düşünce yoluna adanmış bir hayatı vardı.
"Epistemik Cemaat" Hüsamettin Arslan deyince akıllara ilk gelen kavramlardan biri gerçekten. Sizce bu kavram Arslan için neler ifade ediyordu?
Aslında yaptığı doktora tezinin başlığıyla bu kadar özdeşleşmek her akademisyene nasip olan bir şey değil. Bu anlamda Hüsamettin hoca çok şey ifade eden, kendiliğinden bir anda bir dizi eleştirel çağrışımı, hemen herkesin hayatına değen bir imgesel muhtevayı ortaya koyan bir kavramı Türk düşünce hayatına kazandırmış ve bunu bir hayli güncel de kılmıştır. Epistemik Cemaat denilince akla Hüsamettin Arslan, Hüsamettin Arslan denilince de akla Epistemik Cemaat gelmiştir.
Diyebiliriz ki, Epistemik Cemaat akademik dünyanın bir tür sosyolojisine dair Türkiye'de yapılmış, belki aslında Türkiye için geç kalmış, buna rağmen en erken ve en başarılı çalışmaydı. Ondan önce Türk akademik dünyası için bu tür bir bilim sosyolojisi çalışması yapılmamıştır. Akademide bilgi üretiminin nasıl kapalı bir cemaat teşekkülüyle beraber yürüyor olduğuna dair ince eleştiriler ve ciddi gözlemler var. Ama bu kapalı yapının Türkiye'de oluşum tarihine dair de sosyoloji literatürünü kaydedilen öncü bir radikal eleştirel- gözlemi de ortaya koyuyor. Yaşadıklarından yola çıkarak işin tarihine gidiyor. Kitabının giriş kısmında 19'uncu yüzyılın başlarında Türkiye'de klasik veya İslami epistemik cemaatin yanı başında, Osmanlı devletinin Batı ülkelerinde, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu'nda tesis ettiği elçilikler ve yine Batılıların Osmanlı toprakları üzerinde açtığı yabancı okullar ekseni etrafında klasik epistemik cemaatten radikal biçimde farklı yeni epistemik cemaatin doğuşunun hikâyesini anlatır.
Hayatın her yanında geçerli olan bu kopuşun bir de akademik dünyaya yansıması var elbet. Bilimsel dünyaya, bilhassa sosyoloji camiasına… Bilimsel bilgiye atfedilen aydınlanma, özgür düşünce, nesnellik, açıklık gibi meziyetlerin aksine bilim çevrelerinin bazı ön kabulleri, ritüel davranışları ve inanışları kendi aralarında bir mesleğe intisap ve meslekte kalma şartları olarak nasıl muhafaza ettiklerine dikkat çekiyor. Disiplinin ortak jargonu, mesleğe kabul ve devam için sürekli tekrarlanan törensel nitelikli alışkanlıklar (habitus) aslında dünyaya bakmak için meslek ehlini sınırlayan, kısıtlayan bir bakış açısına dönüşüyordu.
Neticede bir yandan Kuhn'un paradigma kavramının bir uygulamasını yaparken bir yandan da onun anarşist bilgi kuramının meşhur teorisyeni Paul K. Feyerabend ile tartışmalarını aktarıyor ve kendi gözlemlerine uyarlamış oluyordu.
Daha önce bir yazımda da ifade etmiştim. Akademik dünyanın en güçlü sosyolojik gözlemcilerinden biri olan Pierre Bourdieu, Homo Academicus'u yazmıştı elbet. Fransızcası çok daha erken ama İngilizcesi 1988 yılında yayınlanmış olan bu kitabın ve yol açtığı tartışmaların Türkiye'ye henüz ciddi bir yansıması olmamıştı. O kitap da akademik dünyanın sosyolojisidir ve bilhassa akademik dünyaya da sirayet eden sınıfsal dışlama mekanizmalarının farklı üniversiteler arası, üniversitelerin farklı bölümleri arasında ve meslekler arasında nasıl usturuplu yollarla oluştuğunu anlatan Bourdieu'nun sınıf ve tabakalaşma analizlerini içeriyordu. Bir yerde "tarihçiler başkalarının tarihini yapmayı pek severler ama kendi tarihlerinin yazılmasından pek hoşlanmazlar, sosyologlar da kendi sosyolojilerinin yapılmasından pek haz almazlar, çünkü galiba kimse kendisinin nesneleşmesinden hoşlanmaz" gibi şeyler söylüyordu, ama yaptığı şey tam da Arslan'ın Türkiye akademik ortamı için yapacağı şeyin Fransız akademik ortamı için bir uygulamasıydı. Bu açıdan Arslan ve Epistemik Cemaat'i akademik çevrelerin de akademik araştırmaların çok eğlenceli, ilginç ve oldukça öğretici bir nesnesi olabileceğini ilk anlatan Türk sosyologlarından biri olarak kaydedilmeyi kesinlikle hak ediyor.
Biliyorsunuz Şerif Mardin'in meşhur bir TÜBA macerası bile bu Epistemik Cemaat kavramı eşliğinde daha anlamlı olarak okunabilir. Onun da bu kapalı yapıdan dışlanışı, belli bir epistemik cemaatin söylem, sorunsal ve kavramsal ritüellerinin dışına çıkması yüzünden olmuştur. Din çalışmış olması, üstelik dini çalışırken orada anlaşılması gereken ciddi şeyler olduğunu düşünmüş olması, pozitivist epistemik cemaat hegemonyası altında olan TÜBA'nın kapısından girememesine yol açmıştır.
Arslan, toplumu çok iyi analiz edebilen bir isim olarak biliniyor ve gerek ilmî tavrı gerek yorumlarıyla her zaman sağlam bir duruşu olduğu söyleniyor. Siz onun duruşunu nasıl görüyorsunuz?
Kesinlikle. Arslan akademik çalışmalarında ilk doktora tezinden sonraki dönemde büyük ölçüde çeviriye odaklanmışsa da Türkiye'nin içinden geçtiği zor süreçlerde bir aydın sorumluluğuyla tavır yazıları ortaya koymaktan da geri durmadı. Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu süreçlerde, yaşanan ayrışmalarda lakayt bir gözlemci- seyirci gibi durmadı, tavrını ve tarafını hep belli etti.
Bu bağlamda 2007'de yaşanan, gerçi akim kalan bir darbe teşebbüsü olarak e-muhtıra sürecinde ve Türkiye'nin yarısının oyunu almış ve yeni seçimden çıkmış hükümet etmekte olan AK Parti'ye karşı asıl iktidarın kim olduğunu, haddini bildirir gibi açılan kapatma davasında entelektüel bir sorumluluk adına öne fırlamış ve tavrını siyasetten yana koymuştur. Siyaset dışı güçlerin siyasal alanı işgal girişimlerine karşı, sözüm ona aydınlar arasında bir söylemsel norma dönüşmeye yüz tutan PKK şiddeti ve ulusalcılığı güzellemelerine karşı Jöntürkler, Jönkürtler, Muhafazakârlar isimli kitabıyla, "meçhul okuyucusuyla söyleşiler" kitabıyla tezahür eden duruşlarını kayda geçirmiştir.
Gezi olayları ve 17-25 Aralık darbe süreçlerine karşı basiretli ve hakikatperver bir aydın endişesiyle yazdığı makaleler, televizyon programları ve konferanslarıyla da FETÖ'ye karşı tavrını en net biçimde ortaya koydu.
Bilimsel çalışmalarının, araştırmalarının yanında aynı zamanda önemli bir çevirmendi ve Türkçeye değerli fikir kitapları kazandırdı. Arslan'ın çeviriye verdiği önemi nasıl açıklıyorsunuz?
Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde uzun yıllar ders verdi. Orası akademik hayatının bir sabitesi gibi oldu. Oradan İstanbul'da kurmuş olduğu Paradigma Yayınları'ndaki faaliyetlerini sürdürdü. Doğru, aslında en önemli faaliyeti tercümeydi. Tercüme çalışmasını küçümseyenlere karşı savunması çok güçlü ve kendince çok haklıydı: Türkiye'de önemli bazı metinlerin mutlaka Türkçe okumaktan başka bir çaresi olmayan okuyucuya ulaştırılması gerekiyordu. Bunu yapabilecek durumda olanlar için bu bir görev ve sorumluluk olmalıydı. Kendisi bu sorumluluğu yerine getirmek için epey çalıştı. Yaptığı işi püriten bir ahlakla, severek, zevkle ve büyük bir titizlikle yapıyordu. Türk entelektüel hayatına söylenmesi gerekeni bu çeviriler üzerinden söylüyordu.
Bu anlamda Türk entelektüel hayatının tartışma gündeminde yer alan bilim felsefesi, postmodernizm, Kıta Avrupası felsefesi, Fransız ve Alman felsefesinin ve sosyolojisinin birçok önemli eserini Türkçeye çevirdiğinde bir bakıma söylenmesi gerekeni de kendince, kendi üslubunca söylemiş oluyordu. Ortak dostlarımız Erol Göka ve Abdullah Topçuoğlu ile birlikte 90'lı yılların başlarında hermenötik üzerine Önce Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme isimli kitabı bir tür Türkçede olmayan literatürün bir özeti gibi yayınlamıştık. O ise hiç üşenmedi o kitabın kaynakçasında yer alan İngilizce metinlerin önemli bir kısmını Türkçeye çevirerek 3 ciltlik bir çalışma olarak yayınladı. Bence bu, Türkiye'deki hermenötik literatürüne çok önemli bir katkı olmuştur. Bundan daha değerlisi, çağdaş felsefi hermenötiğin geçtiğimiz yıllarda 104 yaşında ölen meşhur Alman filozofu Hans- Georg Gadamer'in şaheseri olan Hakikat ve Yöntem'i çevirip yayınladı. Sadece bu çalışma bile sosyal bilim camiasından güçlü bir teşekkürü hak ediyordu.
Arslan aynı zamanda bir yayıncıydı. Sadece akademi için çalışmalar yapmıyor ve çalışmalarını herkes için ulaşılabilir hâle getiriyordu. Arslan'ın bu çabasından ve çalışmalarındaki temel kaygılarından bahsedebilir misiniz?
Arslan'ın yayıncılık çabasının aslında bir tarafı trajik. Yayıncılarla olan anlaşmazlıkları onu kendi yayınevini kurmaya ve çevirdiği metinleri yayınlamaya sevk etti. İlk yayınlarının tamamı kendi telif ve çeviri eserlerinden oluşurken zamanla çok renklendi ve önemli bir hacme ulaştı. Yayıncılıkla uğraşması bir yandan çevirmek için daha geniş ekipler kurarak literatüre daha fazla eser kazandırmayı sağlıyor, bir yandan da fikir emekçileriyle daha geniş bir ağ kurmasını sağlıyordu. Normalde fikir çilesinin yolcusu olarak görece bir uzlet yaşamak durumunda kalan biri olmaktan kendisini daha fazla sosyalleştiren bir düzeye taşıyordu. Bunun olumlu tarafları oluyordu, olumsuz tarafları oluyordu. Olumsuz tarafı Arslan'ı yayıncılığın piyasa koşullarının meşgaleleriyle fazla haşir neşir kılıyor olmasıydı. Olumlu tarafı, bunun da hayatın başka bir gerçekliği olması ve buna entelektüellerin fazla bigane kalmasının, hayattan kopuk olmasının zararlarına karşı gerekli boyutu temin etmiş olmasıydı. Ancak ortada onun yayıncılık emeğiyle oluşmuş ciddi bir külliyat var ve sağ olsun Vadi Yayınları'nın şimdiki sahibi Bekir Cantemir sayesinde devam ediyor.
Hüsamettin Arslan Kimdir?
12 Ocak 1956 yılında Ordu'da dünyaya gelen sosyolog, yazar, çevirmen Hüsamettin Arslan, 1979 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1979-81 yılları arasında yüksek lisansını aynı üniversitede tamamladıktan sonra 1991 yılında doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde "Epistemik Cemaat/ Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi" başlıklı teziyle tamamladı. Doktora çalışmasında konu edindiği "Epistemik Cemaat" kavramı daha sonraki bilgi sosyolojisi, bilim sosyolojisi, sosyal bilimlerde yöntem ve hermenötik gibi telif ve çeviri çalışmalarında önemli bir yer edindi. 2 Ocak 2018 yılında vefat edene kadar profesör olarak Uludağ Üniversitesi'nde görev aldı.
Eserleri: Epistemik Cemaat-Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi/Jöntürkler, Jönkürtler, Muhafazakârlar/Meçhul Okurla Söyleşiler/Twitmania, Etnomania, Şiddetmania,
Derleme ve çeviri: İnsan Bilimlerine Prolegomena/Dil, Gelenek, Yorum/Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler/Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler
Çeviri: I. Lakatos ve A. Musgrave (ed.), Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi/Chalmers, A., Bilim Dedikleri/Barnes, B., T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler/John W. Murphy, Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri/Ellul, J., Sözün Düşüşü/Woolgar, Steve, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme/Falzon, C., Foucault ve Sosyal Diyalog/W. J. T. Mitchell, İkonoloji: İmaj, Metin, İdeoloji/(İsmail Yavuzcan'la birlikte) Gadamer, H. G., Hakikat ve Yöntem I ve II/ Kearney, Richard, Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler/Kathleen M. Wheeler, Romantizm, Pragmatizm ve Dekonstrüksiyon/Zimmerman, Michael E., Heidegger: Moderniteyle Hesaplaşma/Teknoloji, Politika, Sanat/ Michele Dillon (ed), Din Sosyolojisi Elkitabı/Moore, Rob, Eğitim ve Toplum/Eğitim Sosyolojisinde Sorunlar ve Açıklamalar
Konferans: Meselelerimizi Konuşmak (Haz. Asım Öz)