1997 yapımı Türkçeye Başkanın Adamları diye çevrilen film Robert De Niro ve Dustin Hoffman'ı birlikte izleyebileceğiniz eğlenceli bir yapım. Her ne kadar film dram-komedi olarak sunulsa da izlerken filmin ritminden kaynaklı eğlence ağır basıyor. Öte yandan durumun dramatikliği film bittikten sonra üzerinize çöküyor adeta. Filmin yönetmenliğini 1989 yılında Yağmur Adam (Rain Man) filmi ile Oscar kazanmış Barry Levinson yapıyor. Dustin Hoffman'ın Yağmur Adam'da da Levinson'la birlikte olduğunu da hatırlayalım.
Filmin kendi içerisinde neredeyse tüm mesajlar gayet açık verilmiş. Toplumsal algı yönetimi, Amerika'daki savaş ve kahramanlık algısı, reklam ve sinema endüstrisi çatışması ile ABD'nin muhafazakârlığı da öne çıkan başlıklardan.
Filme bir bakalım… ABD'de başkanlık seçimlerine iki haftadan az bir zaman kalmıştır. Beyaz Saray'a ziyarete gelen kız öğrencilerden bir tanesi başkana taciz iddiasında bulunur. Bu iddialar başkanın seçimi kazanma ihtimalini tehlikeye sokar ve başkan ani bir şekilde Çin'e gitmek zorunda kalır. Gitmeden önce de Beyaz Saray görevlisi Winifred Ames (Anne Heche)'e Conrad Brean ( Robert De Niro) ile iletişime geçip konuyu çözmesini söyler.
Hikâyeyi ve başrolü değiştir
Hollywood sineması, özellikle de popüler filmler tek taraflı bir bilinç üretmeyi amaçlar ve kabul görmesini istediği bir algı oluşturur. Özellikle her yıl düzenli olarak en az bir Amerikan kahramanlık filmi, bir de romantik komedi üreten Hollywood kendi kabullerini toplumda var olan gerçeklikler olarak bizlere sunar. Kahramanlık filmleri üzerinden her defasında yinelenen güçlü ve dünyaya hâkim olan ülke imajını çizer. Belki de var olmayan sorunları önce kabul etmemizi, çözülmüş gibi yapıldığında ise takdir etmemizi bekler, var oluşunu da buna bağlar. Başkanın Adamları filmini bu bağlamda incelersek bütün bu algıların tek tek işlendiğini görürüz.
Film boyunca, Çin'e giden başkanın ardından seçim sürecinde algıyı manipüle etmek için canhıraş bir şekilde uğraşan bir grup insanı izliyoruz. Brean (Robert De Niro) tam bir medya algı yöneticisidir ve bu olay ortaya çıkmadan algıların başka bir yöne kaydırılması gerektiğine karar verir. Bu sebeple, olmayan bir savaş yaratılarak bunun üzerinden kahramanlık, güç ve birlik algısı oluşturulması fikri üzerine yoğunlaşılır. Filmin içinde Körfez Savaşı'na yapılan göndermeler, bizlere ABD'nin olmayan bir savaşı nasıl var edip istenen algıyı oluşturduğunu hatırlatır.
Algı yönetimi konusunda bir başka ayrıntı ise, henüz taciz iddiaları medyaya düşmemesine rağmen karşı tarafın çektiği reklam filminin bu taciz olayına gönderme yapar bir şekilde hazırlanmış olmasıdır. Mesajın etkisini artırabilmesi içinse reklamın alt fonunda "Küçük kız çocukları için Tanrıya şükürler olsun" sözleri ile Thank Heaven For Little Girls şarkısı çalmaktadır. Buradan anlarız ki henüz ortaya çıkmamış bir iddia hakkında karşı taraf zaten bilgi sahibidir ve algıyı tamamen bu tarafa yönlendirme amacı içerisindedir.
Brean olayın gerçek olup olmaması ile hiç ilgilenmemiş, asıl olanın yaratılacak algıya farklı bir yön vermek olduğunu söyleyerek başlamıştır işe. Gerçeklerle ilgilenmemesi daha önceki tecrübelerinin de bir sonucudur. Geçmişten verdiği şu örnekler de durumu biraz daha açıklar: "Reagon döneminde Beyrut'ta 240 denizci öldürüldü. 24 saat içinde Grenada'yı kuşattık! Hikâyeyi değiştir, başroldekini değiştir. Yeni bir kavram değil bu." Reagan döneminin 240 denizcinin ölümü ile sonuçlanan başarısızlığındaki gibi tüm algıların bir anda askerlerden alınıp kazanılmış bir kahramanlık gösterisine yönlendirildiğinde halkın nasıl bir anda istenilen konuya yönleneceğine ikna eder Ames'i sonunda. Yine de yapılan her şeyi halkın öğreneceğinden korkan Ames'e Brean'in verdiği cevap hepimizi 90'ların başındaki Körfez Savaş'ına götürür. "Kim öğrenir? Amerikan halkı mı? Onlara kim söyleyecek? Körfez savaşı hakkında ne bildiler? Dama düşen ve binayı havaya uçuran bir bomba gördüler. O bina legodan da olabilirdi." Belki de öyleydi. Buradaki Körfez savaşı göndermesi savaş propagandasının ABD'de nasıl bir gelenek olarak yıllardır yapıldığının örneğiydi.
'War is a show business'/ Savaş gösteri dünyasıdır
Brean'in savaşın kime karşı olacağı konusundaki önerisi de başka bir noktaya çekiyor dikkatimizi bu defa. Arnavutluk'a savaş açmaya karar verilir. Neden? Çünkü hakkında kimsenin bir şey bilmemesi, toplumsal algı olarak yönlendirilmesi ve inandırılması kolay bir düşman yapıyordu onu.
Beyaz Saray görevlisi, TV ekranlarında Arnavutluk ile savaşa girildiğini ilan eder. Konuşma esnasında bir gazetecinin bu savaşın 'Müslüman kökten dinci Amerikan karşıtı ayaklanma'yla bir ilgisi olup olmadığını sorması üzerine aslında savaşı meşru, haklı ve yerinde göstermek için her zaman kullanılan ortak düşman hedef gösterilmiş olur. Amerika basınında ve siyasetinde kökten dinciliğin İslamofobi ile birleştirilerek ne sıklıkla kullanıldığına yapılan bu atıf bir yandan da savaşın meşrulaştırılma çabasıdır. Ve Amerikan halkı tarafından kolay ve içtenlikle kabul edilişinin de bir göstergesi olarak izleyiciye sunulur. Brean bir şov halinde sunulacak yapay savaş projesi için Hollywood yapımcısı Stanley Motss (Dustin Hoffman)'a başvurur. Daha öncesinde de bir şovla savaşa ikna edilen Amerikan halkının yeniden bir paket program ile bu savaşa ikna edilmesini ister Motss'dan. Görseller, şarkılar ve vidolarla oluşturulacak hayali bir dünya ile.
Bölgenin özgürlüğünün bir savaş sebebi olup olamayacağı tartışılırken, ABD'nin Afganistan'a özgürlük getirme adı altında (Operation Enduring Freedom) 2001 yılında açtığı savaş geliyor akıllara. Ama bu defa daha kolay bir ikna sebebi olarak Arnavutluk'a 'ABD'nin sahip olduğu hayat tarzını yok etmek' istediği için savaş açılacaktır. Hayali bir bombanın varlığı ile hayali bir savaş kurgulayan Brean, "Zamanla bir tehdide cesaret ve güçle karşılık verilme vakti gelir" der.
Ve fonda yeni bir şarkı duymaya başlarız:
"Atalarımız özgür olma hakkını kazandı
Şimdi rüyalarını koruma zamanıdır
Amerikan sınırlarımızı koruyoruz
Amerikan rüyasını koruyoruz
Demokrasi için savaşma
Ve ülkemizi hür tutma hakkımızı koruyoruz
Amerikan ruhumuzu koruyoruz
Amerikan rüyasını koruyoruz."
Amerika'nin bitmeyen Er Ryan fantezileri
Film böyle olur da içinde kahramanlık olmaz mı? CIA, savaşın bittiğini ilan eder. Rakip başkan adayı da savaşın bittiğini doğrular. Bu durumda başkanın adamları bir B planı bulmak zorundadır. Biten savaşı kurtaracak tek şeyin savaşta geride bırakılan bir kahraman olduğu fikri ortaya atılır ve bu kahramana ithaf edilmek üzere bir şarkı yazılır. Gayet basit bir şekilde zaten önceden varmış gibi lanse edilerek bir plak doldurulur ve eski koleksiyon içerisine yerleştirilir. Her ayrıntı tek tek düşünülerek, algının toplu bir propaganda olması için hiçbir detay atlanmaz.
Örtbas edilmek istenen karşısında insanların zihnine nasıl bir geçmiş yerleştirildiğinin bir örneği ile karşı karşıya kalırız. Er Ryan'ı Kurtarmak filmini hatırlayalım, aynen burada da 'sona kalan adamı kurtarma' fantezisi ile karşı karşıyayız. Seçilen kahramanın özel askerî taburdan değil de özel hapishaneden seçilmiş biri olduğu fark edildiğinde ise bu yeni gerçeğin ortaya çıkması durumunda nasıl örtbas edileceği geliyor gündeme. Tam bu noktada artık kendisini bu oyuna iyice kaptırmış olan Ames devreye girer ve o askerin içinde olduğu birlikteki herkesin hapishane sicili olduğunu, bunun da gizlilik politikası ile alakalı olduğunu söylediklerinde aslında bir şeylere kılıf bulmanın çok da zor olmadığını görüyoruz. İyi ya da kötü fark etmez. Önemli olan onun nasıl görünmesinin istendiğidir sadece.
ABD'nin yaşanan katliamları sunma biçiminden bile her gün bir kahraman yaratmasa dahi yaşanan her felaketten sonra aktörün iyi ya da kötü olacağına, veyahut bir grubu ya da yalnızca kişiyi temsil edip etmeyeceğine onu sunuş biçimi ile karar verir. Ne zaman bir beyaz suç işlese bu onun psikolojik sorunlarına bağlanır ya da bireysel geçmişi ile açıklanır. Velev ki olay siyahi bir Amerikalı, bir Müslüman ya da farklı etnisiteden biri tarafından işlensin, o zaman o kişinin ya kriminal bir sicili, ya da fundamentalist bir geçmişi vardır. Ve muhakkak bağlı olduğu ırka, dine ve etnisiteye bir vurgu yapılır. İşlenen bu suçlar hiçbir zaman tekil olarak ele alınmaz ve kişiyi bağlamaz. Direkt bir dini, bir grubu, etnisiteyi ya da ırkı bağlar. Ve bu gruplar zan altında bırakılır.
'President is a product'/ Başkan bir üründür!
Filmin sonuna geldiğimizde, bu seçilen kahraman yolda bir kıza tecavüze yeltendiği için babası tarafından vurulur. Bu sefer de öldüğü için mükâfatı ikiye katlanmıştır. Yapılan ölüm seremonisine bakarak bunun ne kadar gerçek bir oyun olduğunu söyler Motts ve her şeyin nasıl yapılandırılmışbir oyun olduğuna ithafta bulunur. Kendi başarısı ve en büyük eseri olarak görür bu oyunu ve gurur duyar.
O sırada TV'de gördüğümüz 3 programcının arka fonda dönen 'Derenin ortasında at değiştirilmez' sloganı üzerinden her şeyin reklamla var olduğunu iddia etmeleri ve seçimlerden büyük bir başarı ile çıkan başkanın aslında her şeyi reklamlara borçlu olduğunu söylemeleri Motts'u çileden çıkarır. Ve reklam-sinema sektörü arasındaki çekişmeye de bir gönderme yapar. Motts ise bu reklamları eski kafalı basit ve sıradan bulur. Hele ki kendi kurguladığı oyun sayesinde kazanılan bu seçimin reklamcılara ithaf edilmesi onu çileden çıkarır. Bütün yapılanları açıklayacağını söyler ve ayrılır. Ertesi gün havuz başında kalp krizi geçirerek öldüğü haberini duyarız.
Özellikle filmde sık sık tekrar edilen "Her zaman kazananla birlikte ol. Bırak Amerika çalışsın. Derenin ortasında at değiştirmeyin. Seçim gününde başkanı yeniden seçin." sloganı film boyunca peşimizi bırakmaz. 'Derenin ortasında at değiştirmeyin' sloganı Amerikan halkının muhafazakârlığının bir göstergesidir. Bu slogan, var olanı kabul etme ve yenilikten korkmak adına devamlı sahip olunanı muhafaza etme fikrini veriyor yeniden yeniden. Aslında aynı reklam filminin devamlı tekrar edilmesi ve söylemin 'var olanı muhafaza etme' üzerinden geliştirilmesi de çift taraflı ve daha ikna edici olmasını sağlıyor.
Böylece 97 dakikada vidolar, şarkılar, ürünler ve kahramanlarla süslenmiş bir seçim sürecine tanıklık etmiş oluyoruz. Algıyı istenen yöne çekmede, kahraman ve düşman yaratmadaki başarısı ile ABD'nin kendi içerisindeki muhafazakârlığı bize tek bir film ile göstermiş oluyor Barry Levinson. Filmin çıktığı zamandan kısa bir sure sonra Clinton'ın taciz davası ile muhatap olması da kaderin bir cilvesi olsa gerek!