Elif Eda Karagöz: Taşrada ölüm, şehirde aşk

Taşrada ölüm, şehirde aşk
Giriş Tarihi: 25.4.2014 17:25 Son Güncelleme: 28.11.2014 12:11
Elif Eda Karagöz SAYI:01Mayıs 2014
1927 yapımı Gündoğumu’nun öldürmeye teşebbüs edeni erkek ama o aslında iyi biri; öldürmeye teşvik edeni haz peşinde koşan kadın ve o çok kötü biri; ölümden döneni, katilini affedeni, evliliği yoluna koyanı kadın ve evet o da iyi biri ama başkahramanımız değil. 1920’lerde bunu anlamak kolay da 2010’ları devirmeye yaklaştığımız zamanlarda neden hikâyelerinin başrolünü üstlenen kadın karakterler parmakla sayılacak kadar az, merak konusu. Adam yatağın üzerine oturmuş. Neredeyse Frankenstein'ı andıran bir yüz ifadesiyle karşı yatakta uyumakta olan karısına bakıyor. Bakıyor ama görmüyor. Aklı, sevgilisiyle buluştuğu sazlıkta takılı. Gerçekten yapacak mı söz verdiği gibi? Çocuğunun annesi bu tertemiz kadını... Bir zamanlar sevdiği... Bu kadını boğacak mı kendi elleriyle? Şehre gitmek için onunla, sevgilisiyle.

Adamın ruhunu zehriyle bulandırmış olan şehirli sevgilisi beliriveriyor birden omzunun üzerinde, sonra gözlerinin önünde, kucağında... Her yerde... Kuşatıyor onu. "Öldür onu" dediğini duymuyoruz ama görüyoruz. Ve öldürecek karısını adam, inanıyoruz. Bu sahne 1927 yapımı Sunrise: A Song of Two Humans (Gündoğumu) filminden.

Sadece imajlarla bir hikâye nasıl anlatılır; karakterin içinde bulunduğu ruh hâli nasıl seyirciye aktarılır; teknik, sanat ile nasıl evlendirilir görmek isteyen var ise buyursun F. W. Murnau'nun başyapıtlarından sayılan, ayrıca tüm zamanların en iyi filmleri arasında geçen bu sessiz filmi izlesin. 94 dakika boyunca hem görsel bir ziyafet çekeceğiniz hem de sinema sanatının inceliklerine dair bir örnek göreceğiniz kesin. Filmin yaşadığı talihsizlik ise ilk sesli film olan The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) ile aynı zamanda gösterime girmiş olması. Takdir edersiniz ki; sinemanın sesle buluşması bu alandaki en büyük devrimlerden biri. Sinemanın anlatı yapısını değiştiren bu teknik gelişme elbette ki izleyicilerin de dikkatini bir hayli çekmişti. Bu yüzden Gündoğumu hak ettiği ilgiyi gişede göremedi. Neyse ki o yıl ilki düzenlenen Oscar töreninde 'En İyi Film' -o zamanki adıyla 'En İyi Artistik ve Özgün Yapım'-, 'En İyi Sinematografi' ve 'En İyi Kadın Oyuncu' dallarında ödül aldı.

Film; "Adamın ve karısının bu şarkısı hiçbir mekâna ait değil ve her mekâna ait; bu şarkıyı her yerde her an duyabilirsiniz. Zira güneşin doğup battığı her yerde, ister şehir kıyametinde ister köyün açık semalarında, hayat aslında hep aynıdır; bazen acı, bazen tatlıdır" diyerek başlıyor. Zaten gücünü tam da buradan alıyor: Her zaman her yerde karşılaşabileceğimiz sadelikte bir hikâyeden. Bir zamanlar karısına âşık bir köylü adam, şehirden gelen bir kadının cazibesine kapılır ve rutine girmiş evliliğinden uzaklaşmak, aşkı kalbinde yeniden yeşertmek için sevgilisiyle şehirde yeni bir hayat kurmak ister. İş bu ki, iradesini ortaya koyduğunda yani 'istiyorum' dediğinde, dramatik yapı gereği engeller çıkacaktır. Filmin nihayetinde ise karakterimiz kendisini hiç ummadığı bir farkındalık düzleminde bulacaktır; 'istiyorum' dediği şeyin uzağında kaçmak istediğinin çok yakınında.

Hikâyenizi en sade şekilde karakterlerinizi ise mümkün olduğunca girift kurmayı başarabilirseniz, sinemanın sonsuz olmayan fakat epey zengince imkânlarıyla da gönlünüzce oynayabilirsiniz. İşte Murnau'nun da yaptığı tam bu oluyor Gündoğumu'nda. Sonucunda ise sade iskeletiyle Gündoğumu'nun hikâyesi birçok katmanı rahatlıkla giyebilecek güçte çıkıyor karşımıza.

Film, dönem olarak şehirleşmenin eşiğinde çekilmiş. Hâliyle içinde bulunduğu zamanın gidişatından etkilenen, buna kafa yoran her sanatçı gibi Murnau da sorularını çektiği filme taşımış.

'Adam', 'karısı' ve 'adamın şehirli sevgilisi' arasında geçen olaylar aslında bir karabulut gibi taşra hayatının üzerine toplanan, onun ışığını kesen, hayatını emen şehrin tetiklediklerinin bir izdüşümü. 'Proto Femme Fatal' kabul edebileceğimiz, 'adamın şehirli sevgilisi' köye 'kötülüğü' getiren karakter. Aylak bir kere… Herkes bir işle meşgul iken o ayakkabılarını dahi, yemeğini güç bela yemekte olan yaşlı bir köylü kadınına parlattıran biri. Aklı fikri eğlencede, gece hayatında, zaten saçları da gece gibi kopkoyu. 'Adamın karısı'nın aksine… Çünkü 'adamın karısı', bebek gibi yüzü, sarı saçlarıyla gündüze ait. Çalışıp çabalamaya, sebat etmeye, emek vermeye. Onu kim sevmez ki? Ne var ki beşer bu şaşar. İnsanoğlu olarak hazza meyyalimiz vallahi derttendir. Burada insanoğlunun temsili olan 'adam' da kendini haz tuzağında buluveriyor. Şehir uzaktan mitolojik hikâyelerdeki sirenlerin çağırdığı gibi çağırıyor onu ve bir kurban istiyor: Ailesini.
Buraya kadar değme 'film noir'lere taş çıkartacak karanlıkta ve çıkmazlıkta bir film izler iken Murnau ilk makası atıyor ve filmi ustalıkla yeni bir raya oturtuyor. Adamın karısını boğmaya çalışmasından sonrasındaki sahnelerde 'şehir' bambaşka bir yüzüyle karşımıza çıkıyor. Bir imkânlar denizi olarak. 'Adam' ile 'karısı'nın kelimenin tam anlamıyla ölmekte olan evliliğine hayat öpücüğü konduran bir karakter olarak izlemeye başlıyoruz şehri. 'Adam' ve 'karısı'nın karakterleri de şehirle etkileşime geçtikçe ayçiçeği gibi açılıyor, bize bambaşka yüzlerini gösteriyor. Bir karı-kocanın şehrin sokaklarında ve mekânlarında dolanması kadar basit bir eylemi, karakterlerin giriftlikleri sayesinde büyük bir ilgi ile izliyoruz.

'Adam' ile 'karısı' şehri terk ederken artık bambaşka bir hikâyenin yolcusu olarak arz-ı endam ediyorlar gözlerimizin önünde. İşte tam o noktada ikinci makası atıyor Murnau. Bu ikinci makasın nihayetinde ise yeniden doğuş tamamlanıyor ve taşranın üzerine gün doğuyor.

Elbette ki Gündoğumu insan-şehir ilişkisinden kadın-erkek ilişkilerine kadar tamamen muhafazakâr kodlarla bezenmiş bir film. Filmin öldürmeye teşebbüs edeni erkek ama o aslında iyi biri; öldürmeye teşvik edeni haz peşinde koşan kadın ve o çok kötü biri; ölümden döneni, katilini affedeni, evliliği yoluna koyanı kadın ve evet o da iyi biri ama başkahramanımız değil. 1920'lerde bunu anlamak kolay da 2010'ları devirmeye yaklaştığımız zamanlarda neden hikâyelerinin başrolünü üstlenen kadın karakterler parmakla sayılacak kadar az, merak konusu. Ah evet elbette, naylon hikâyelerin başrolü birçok kadın karakter var ama mesela kendisini aldatan ve öldürmeye teşebbüs eden kocasının bile içindeki iyiliği görebilen onu affedebilecek kadar cesur ve güçlü olan bir kadının, kendi hikâyesinin ana karakteri olmasına hâlâ müsaade yok. Ne de olsa bu kıymet verilecek türden bir kadın hikâyesi değil. Başka türden bir muhafazakârlık örneği göstererek, gündelik hayatta binbir güçlük ve cesaretle yaşayan kadınları edilgenlikle, zayıflıkla, 'koyunluk'la etiketleyip hikâyelerine kulak tıkamayı tercih ediyoruz biz. Bu yüzden mi bir türlü gün doğmuyor şehrimize?
BİZE ULAŞIN