Her biri farklı ülkelerde yaşamakta olan Filistin Kurtuluş Örgütü üyesi 11 şair, yazar, entelektüel, düşünür, Mossad ajanlarınca tek tek avlanmak üzere gizlice hedef tahtasına konuldu.
"Siyonizmi elimin tersiyle itiyor muyum? Lydda yıkımını gerçekleştiren Ulusal Yahudi Hareketine sırtımı dönüyor muyum? Hayır. Tıpkı tugay komutanı gibi ben de baş edemeyeceğim büyüklükte bir şeyle karşı karşıyayım. Milli Savunma Bakanı gibi ben de içimde barındıramayacağım bir gerçekliği müşahede ediyorum. Kara kutuyu açınca anlıyorsunuz ki; camideki katliam, trajik birtakım tesadüfi olaylar sonucu oluşan bir yanlış anlamayla tetiklenmişse de Lydda'nın fethi ve Lydda halkının sınır dışı edilişi bir kaza değildi. Bahsi geçen olaylar Siyonist devrimin çok mühim safhalarıydı ve Yahudi devletinin temellerini attı. Lydda, hikâyenin tamamlayıcı ve temel bir parçası. Ve bu konuda dürüst olmaya çalıştığımda seçimin çetin olduğunu görüyorum: Ya Lydda yüzünden Siyonizmi reddedeceksiniz ya da Lydda ile birlikte Siyonizmi kabul edeceksiniz.
(…) Eğer gerekirse, ben de lanetlenenlerle birlikte duracağım, çünkü biliyorum ki onlar olmasaydı İsrail devleti asla doğmayacaktı. Onlar olmasaydı, ben doğmuş olmayacaktım. Onlar, halkımın, ulusumun, kızımın, oğullarımın ve benim yaşayabilmemi sağlayan kirli işleri yaptılar."
(Haaretz yazarı Ari Shavit'in 21 Ekim 2013 tarihli The New Yorker dergisinde 'Lydda, 1948: A city, a massacare, and the Middle East today' başlıklı makalesinden alıntılanıp yazar tarafından Türkçeleştirilmiştir.)
Avner, erken yitirdiği gençliğinin gölgelediği yüzünü annesinden kaçırarak volta atıyor odada. Soykırım görmüş geçirmiş kadın, duyguların her türlüsünü saklamayı bildiği kara gözleriyle takip ediyor onu. "Hiçbir şey söylemene gerek yok. Bu iş senden çok şey alıp götürmüş" diyor oğluna. Hayattayım ya, diyor Avner, gerisi kendiliğinden gelir. Sonra bir koltuğa çöküyor. Ruhunun sökülüp atıldığı bedenini taşımaktan sıkılmış gibi...
Ona tekrar ruh üflemek için sözcükleri sıralamaya başlıyor annesi: "Avrupa'daki herkes öldü. Ailemin çoğu. Kocaman bir aile... Ben ölmedim. Çünkü buraya geldim. Gelir gelmez, Kudüs'teki bir tepenin zirvesine tırmanıp Tanrı'ya dua ettim. Bir çocuk için. Daha önce hiç dua etmemiştim. Ama işte o an ediyordum. Ve ölen her bir aile üyesinin de benimle birlikte yakardığını hissedebiliyordum. Dilediğimiz şey, sendin. Her ne yaptıysan bizim için yaptın. Ölenlerin her biri bunu isteyerek öldü. Onu almak zorundaydık, çünkü kimse onu bize vermeyecekti. Yahudiler arasında Yahudi olunabilecek bir yer, kimseye muhtaç olmadan. Yakarışımı duyduğu için Tanrı'ya şükrediyorum."
Annesine doğru eğiliyor Avner, zihnine çengellenmiş sorularla ve belki de işlediği tüm cinayetlerin sırtındaki yüküyle, sırrını dökmek üzere; "Bilmek ister misin, anne?" diyor. İlk kez göz göze geliyorlar. Yaptıklarının uyandırdığı dehşet, sesinden taşarak: "Ne yaptığımı sana anlatmamı ister misin?"
Aralarında kısacık süren bir sessizlik asılı kalıyor. Çocuğuyla yer değiştirmiş olan bu karanlık bedenin görüntüsünü silmek için istemsizce gözlerini kırpıyor Avner'in annesi ve "Hayır" diyor, "Neye mal olduysa. Neye mal olacaksa...", uzanıp eline dokunuyor oğlunun; "Dünya üzerinde bir yer. Dünya üzerinde bir yerimiz var." Yüzü parıl parıl parlıyor kadının: "Nihayet."
1972 yılında Münih'te düzenlenen Yaz Olimpiyatları sırasında kendilerini Kara Eylül olarak adlandıran Filistinli bir grup, 11 İsrailli sporcuyu rehin aldı ve nihayet havaalanında Alman polisiyle çıkan çatışma esnasında öldürdü. Buna misilleme olarak İsrail, Tanrı'nın Gazabı Operasyonu'nu (Operation Warth of God) başlattı. Her biri farklı ülkelerde yaşamakta olan Filistin Kurtuluş Örgütü üyesi 11 şair, yazar, entelektüel, düşünür, Mossad ajanlarınca tek tek avlanmak üzere gizlice hedef tahtasına konuldu. Ortada bariz kanıtlar yoktu ama İsrail sorumluların onlar olduğuna inanıyordu. Bu inanç elbette yeterliydi.
2005 yılında görücüye çıkan Steven Spielberg filmi Münih, işte bu operasyonu konu alıyor. Mossad ajanı olduğunu söyleyen Yuval Aviv hakkındaki Vengeance: The True Story of an Israeli Counter-Terrorist Team (İntikam: Bir İsrail Karşı-Terörist Takımının Gerçek Hikâyesi) kitabından esinlenerek yazılan filmin ana karakteri Avner Kaufman. Kaufman, yakın zamanda doğum yapacak olan karısını geride bırakıp çok sevdiği ülkesine, devletine hizmet etmek için bu gizli ve tehlikeli göreve atılıyor. Kendisine refakat eden dört gönüllü ajanla birlikte önlerine konulan 11 hedefi avlamaya koyuluyorlar.
Süreç içerisinde ekibin başı olan Avner'in aklı sorularla gölgelenmeye başlar. Özellikle de devletlerle çalışmayı reddeden bilgi kaynağı Fransız aile ile yakınlaşınca devlet kavramı zihninde çatırdar gibi olur. Nihayet katledilen her adamın yerine yenilerinin geldiğini gördükçe belki de bu ölüm sarmalından hiç kurtulamayacağını yavaş yavaş fark eder. Hele ki kendisinin de başka ülkelerin ajanlarınca aranan ve hedefe konan bir av olduğunu anlayınca, kendisi için esas kıymetli olana yani karısına ve doğduğu günden sonra hiç görmediği kızına sığınmayı tercih eder.
Münih, gösterime girdikten sonra Amerikan Siyonist Organizasyonu, filmi boykot etme çağrısında bulundu. Farklı çevrelerden kritikler filmi, İsrailli tetikçileri teröristlerle aynı kefeye koyduğu gerekçesiyle eleştirdi. Oysa düşününce, başka başka ülkelerdeki kişileri, suçları henüz ispat edilmeden ve kendilerini savunma hakkı da vermeden öldürmek acaba ne olarak adlandırılabilirdi? Ah tabii, Tanrı'nın gazabı…
Columbia Üniversitesi'nde İran İncelemeleri ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü hocası olan İran asıllı Amerikalı Hamid Dabaşi ise filmi Filistinlilerin temsiliyet sorunu üzerinden eleştirir. Ona göre Spielberg, klişelere yaslanmak suretiyle, Kara Eylül gerillalarını 'yüzü olmayan teröristler' olarak resmederken, 1972 Yaz Olimpiyatları'ndaki olaylarla ilgisi olsun olmasın, Filistinliler'e zulmetsin ve onları öldürsün diye gönderilen İsrailli suikastçiler çetesini ise 'kendi ilkelerine aykırı, kirli tezgâhlara girişen bir uygarlığın ahlak timsalleri' olarak göstermektedir. Hamid Dabaşi'nin bu görüşleri, gene kendisinin derlediği Filistin Sineması: Bir Ulusun Hayalleri (2009, Agora Kitaplığı, çev. Osman Akınhay) adlı kitaptaki 'Uçarılığa Övgü: Elia Süleyman Sineması Üstüne' adlı makalesinde okunabilir.
İşte iyi tasarlanmış bir film size bunu yapar. En basitinden topraklarında her gün terörize edilen; keyfî aramalara ve sokağa çıkma yasaklarına tabi tutulan; evleri, okulları, sokakları bombalanan bir halkın kendi cümleleri, klişe kalıplar hariç anlatının içinde yer alamasa da filmi onların cihetinden izlediğinizi zannedersiniz. Münih'te aynen bu olur. İsrail'in devlet terörüne yöneltilebilecek her türden eleştiri bir şekilde bir İsrailli tarafından birkaç cümleyle yerini alır filmde. Böylece dersiniz ki; evet film konuya adil yaklaşıyor. Üstelik, ana karakter Avner Kaufman da o kadar ilkelidir ki… Bir çocuğa, bir kadına, olimpiyat saldırısıyla ilgisi olmayan herhangi birine bir zarar gelecek diye ödü kopar. Kendini bu uğurda tehlikeye bile atar. Sonra sonra öldürmesi istenen bu hedeflerin gerçekten olimpiyat saldırısıyla ilgisi olup olmadığını sorgulamaya başlayınca da kedere düşer, vicdanı sızlar. Ne var ki FKÖ'den bir gerilla ile konuşma fırsatı bulduğu anda söylediği ilk şey; "Hayal kuruyorsun. Hiçbir zaman sizin olmamış bir ülkeyi geri alamazsın" olur. Filmin içinde İsrail devleti ile ilgili bütün mantıklı argümanlar yer bulabilirken, gerillanın Avner'e verdiği cevap o kadar cılız kalır ki hepimiz şuna inandırılırız: Eh, evet o topraklarda yaşamışlar, zeytin ağaçları olmuş filan ama sonuçta oranın sahibi onlar da değilmiş… Bir İsraillinin geçmişten miras kalan hüznünü, korkularını, bir devletin güvenli sınırları arasında soluk almaya duyduğu ihtiyacı hissederiz de Filistinlilerin İsrail işgali altında süregiden hayatlarına bir türlü dokunamayız. Bu yüzden yücelir Avner'in sorgulayışı. Gözümüzde insan suretindedir o. Fakat ya Filistinlerin bir yüzü var mıdır?
Bu soru neden önemli? Fiilen işgal altında olan bir halk için cevaplandırılması gereken daha acil sorular yok mudur?
24 Ocak 2003'te Columbia Üniver-sitesi'nde düzenlenen Filistin Film Festivali'ndeki konuşmasında şöyle der Edward Said: "Filistin mücadelesinin bütün tarihinin 'görünür olma arzusu'yla bir ilgisi vardır." Çünkü onlar görünmezleştikçe ya da işgalci devletin bakışıyla gözler önüne sunuldukça seslerini duyurmaları güçleşecektir. Hatta imkânsız hâle gelecektir. Böylece ortaya bir türlü yakayı kurtaramadığımız bir karabasan çıkacaktır. Ki öyle de olmaktadır. Bu karabasanın en yakın örneğini geçtiğimiz Temmuz ayından beri yaşamaktayız. Filistinliler, dışarıdan izlemekte olan insancıkların zihnine terörist olarak kazındıkları için bombalanan okullar, hastaneler, çocuk parkları; ölen kadınlar, çocuklar, yaşlılar... İşte bu olan bitenin hepsi mübahtır. Burada bir soru çengellenir: Zihinlerimizi bu türden bir işgalden kurtarmadan, fiili herhangi bir işgale ses çıkarmamız mümkün müdür?
Temsiliyet sorununun neden önemli olduğuna belki şuradan da bir cevap bulabiliriz: Münih filminde kendine dönemin başbakanı olması hasebiyle de yer bulan Golda Meir, 1969 yılında iki farklı gazetede birden yayımlanan -Sunday Times, 15 Haziran ve The Washington Post, 16 Haziran- şu sözleri etmiştir:
"Filistinliler diye bir şey hiç olmadı. Filistin devleti altında yaşayan bağımsız bir Filistin halkı ne zaman var oldu ki? Ya I. Dünya Savaşı öncesindeki Güney Suriye idi ya da Ürdün'ü içeren bir Filistin'di. Sanki kendilerini Filistin'de Filistin halkı olarak gören bir halk vardı da biz geldik onları attık ve ülkelerini ellerinden aldık. Hiçbir zaman var olmadılar."
Yaşadıkları topraklarda hiç var olmadıkları iddia edilen insanlar, buna ne şekilde cevap verebilir? Bu bir karabasan değilse nedir? "Ve ant içerim ki, / bir mendil işleyeceğim yarına kadar, / gözlerine sunduğum şiirlerle süslü / ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: / Bir Filistin vardı, / bir Filistin gene var!" der Mahmud Derviş.
Filistin'in hikâyesini Filistinlilerden dinleme vakti geldi de geçiyor. Çağdaş Filistin Sineması'nın kurucusu olarak kabul gören Michel Helifi'den beri çeşitlenen, incelen, güzelleşen bir Filistin sineması var. Belki de duyabilmek için görmeliyiz. Mesela bu yazıyı okumayı bırakın ve gidip Elia Süleyman'ın Kutsal Direniş'ini izleyin.