Elif Eda Karagöz: Burası dünya buradan çıkış yok!

Burası dünya buradan çıkış yok!
Giriş Tarihi: 5.06.2014 14:49 Son Güncelleme: 28.11.2014 12:12
Elif Eda Karagöz SAYI:02Haziran 2014
İnsanoğlunun varoluşu üzerine aynı hikayenin farklı iki tonu: Inside Llewyn Davis ve Chinatown. Llewyn Davis, Chicago'da Gate of Horn'a varmış, müzik dünyasının tanrısı Bud Grossman'a şarkılarını sunmak üzeredir. "Bana 'Llewyn Davis'in İç Dünyası' bir şeyler çal" der Grossman, Davis'in solo albümünü kast ederek. Birlikte sahneye geçerler. Tanrılar için kurbanların en iyisini sunağa bırakan bir adamın hali vardır Davis'te. Eğer Grossman ondaki cevheri görebilirse ait olduğu evi bulmuş olacaktır.

Değil mi ki Gate of Horn aslında sadece gerçekleşebilecek olan rüyaların zuhur ettiği kapı? Davis eşiği atlamak üzere işte.

Llewyn Davis'in içinden "Kraliçe Jane doğum sancısı çekiyor" sözleri dökülüyor, "Tam dokuz gündür/Belki de daha fazla…" Sanki her kelimesiyle Grossman'ı büyüleyerek kendine bağlamak ister gibi söylüyor. Ve şarkısı bittiğinde… İki dudağı arasında asılı duran yıkıcı gücün elbette farkında olan Bud Grossman sessizliği derinleştirmeyi seçiyor. Sonra… "Bu pek para etmez" deyiveriyor. İşte o kadar. Peki Llewyn Davis, bu hükmü değiştirmek için savaşıyor mu? Hayır. O da "Pekâlâ" deyip toparlanmaya başlıyor. Demek ki her hayal öyle gürültü patırtıyla kırılmıyor. Bir de tavsiyede bulunuyor Grossman ona: "Eskiden birlikte şarkı söylediğin arkadaşınla tekrar bir araya gelin." Buna da bir eyvallah çekiyor, Davis: "Güzel tavsiyeymiş" diyerek. Bud Grossman, muhatabının intihara güzelleme yaptığının farkında değil tabii. Zaten Llewyn Davis de birlikte şarkı söylediği eski dostu Mike gibi intihar etmeye niyetli değil. Yaşadığı hayata hayat denmese de ölmek bir seçim olamaz onun için. Çünkü o Camus'un Sisyphus'u.

Sisyphus, Yunan Mitolojisinde 'ölümü' kandırıp zincirlediği ve bu şekilde insanoğluna ölümsüzlüğü bahşettiği için tanrılar tarafından bir kayayı bir tepeye çıkartmakla cezalandırılan kral. Zirveye her vardığında kaya geriye yuvarlanır, o da peşinden aşağı inip kayayı tekrar yukarı çıkartır. Sonsuza kadar. İstediği ölümsüzlüğe kavuşmuştur Sisyphus. Tek sorun sonsuz ömrünü beyhude bir çaba ile geçirmeye mahkûmdur.

Albert Camus hayatın absürtlüğünü, Sisyphus'un hikâyesi ile karşılaştırdığı The Myth of Sisyphus kitabında, insanoğlunun dünya üzerindeki beyhude anlam arayışının neden intihara kapı açmayacak bir sorunsal olduğunu açıklar. Aslında her şey yolundadır. Beyhude de olsa mücadelenin kendisi insanın kalbini ateşlemeye yeter. "Sisyphus'un mutlu olduğunu düşünmeliyiz" der nihayetinde Camus. Bu yüzden de tanrısız ve hakikatsiz dünyada tek başına bırakılmış olan insan intihar etmeyecektir. Tıpkı Coen Kardeşler'in 2013 yapımı son filmi Inside Llewyn Davis'de (Sen Şarkılarını Söyle) olduğu gibi. Hep başa dönecektir. Sürekli bir daire çizecektir. Fakat bu beyhudelik karşısındaki tutumu 'kabullenmek'ten başka bir şey olmayacaktır.

Bir tema olarak varoluşun absürtlüğü, çabanın beyhudeliği ve karakterlerin bu tema karşısındaki pervasız tutumu Coen Kardeşler'in filmlerinde ilk kez karşımıza çıkmıyor. Aksine dönüp dolaşıp işledikleri, her seferinde başka bir hikâye giydirerek seyre sundukları bir mesele. Hatta o kadar derinleşmiş durumdalar ki bu sularda, Ethan Coen bir röportajlarında Inside Llewyn Davis'in senaryosunu diğer tüm senaryolarından çok daha çabuk yazdıklarını, neredeyse hiç zorlanmadıklarını söylüyor. Belki de kendilerine iyi bir mentor bulduklarındandır.

Camus modern insanı Sisyhpus ile karşılaştırdıktan sonra der ki; "Günümüz insanı da her Allah'ın günü aynı işleri yapıp durur. Kaderinin absürtlüğü Sisyphus'unkinden aşağı kalır değildir. Ama kaderi, sadece ve sadece bu absürtlük bilinç düzeyine ulaştığı nadir anlarda trajik bir hâl alır". Inside Llewyn Davis'te o nadir anlara denk geliriz aslında. Birkaç kez, birkaç saniyeliğine Llewyn Davis'in çıkmazıyla, bu çıkmazın yarattığı varoluş sancısıyla göz göze gelir gibi oluruz; fakat sonra "pekâlâ" der Davis ve aşağı yuvarlanmakta olan kayanın ardından bir koşu gidip tekrar tepeye doğru itelemeye başlar onu. İşte bu kabulleniş -belki de farkında olmamayı tercih ediş- filme tonunu verir. İzlediğimiz bir trajedi değil, bir kara mizah örneğidir.

Roman Polanski ise Sisyphus'un, Albert Camus'nün iddia ettiği gibi pek de mutlu olduğunu düşünmüyor olacak ki 1974 yapımı neo-noir filmi Chinatown'da (Çin Mahallesi) insanın bu dünyadaki beyhude çabasını karşımıza bir kara mizah örneği olarak değil de bir trajedi olarak çıkarır. Filmin senaristi Robert Towne her ne kadar film için görece mutlu bir son tasarlamış olsa da Polanski dizginleri eline alır ve insanoğlunun kendi hakikatine karşı körlüğünü her sahnede pekiştirir. Jack Nicholson'ın canlandırdığı özel dedektif J.J. Gittes her şeyi çözdüğünü düşündüğü her an aslında hakikatle arasındaki yeni bir perdeyi keşfetmektedir sadece ve adım adım başından beri kaçmakta olduğu sona yaklaşmaktadır: Çin Mahallesi'ne.

"Orada bulunmak neden talihsizlikti?" diye sorar Bayan Mulwray. "Bir kadına zarar gelmesini engellemeye çalışıyordum," der Gittes doğum lekesi iris tabakasındaki siyah bir nokta olan kadının gözlerinin içine bakarak: "Ama sonucunda kendi ellerimle zarar görmesini sağladım." Geçmişte Çin Mahallesi'nde yaşanmış bu olayı asla öğrenemeyiz ama Bayan Mulwray, Gittes'in 'körlüğü' neticesinde, Çin Mahallesi'nde tam da doğum lekesinin olduğu gözünden vurulup öldüğü an biliriz ki geçmişte her ne yaşandıysa o an yaşanandan farklı değildir. Ve Sisyphus tepe aşağı yuvarlanan kayanın ardından koşar. Tekrar ve tekrar ve tekrar çıkartır onu tepeye.

Gittes'in daha önce birlikte çalıştığı arkadaşı ona "Asla öğrenmeyeceksin, değil mi Jake?" diye sorar; "Sanırım öyle" der Gittes. Kaya aşağı yuvarlandığı her seferinde çabasının, yorgunluğunun, hayatının beyhudeliğini fark edip içi acısa da asla öğrenmeyecektir insanoğlu. Bu böyledir. "Unut gitsin Jake" der Gittes'in ortağı filmin sonunda "burası Çin Mahallesi".

İnsanoğlunun varoluşu üzerine aynı hikâyenin farklı iki tonu: Inside Llewyn Davis ve Chinatown. İki filmin karakteri de beyhude bir uğraş içinde daireler çizerek tamamlıyorlar ömürlerini. Her ikisi de isimlerinin yanlış telaffuz edilmesinin sinir bozukluğunu paylaşıyorlar.

Ve son sözü söylüyor hikâye anlatıcısı: "Hanımlar, Beyler… Burası dünya, buradan çıkış yok!"
BİZE ULAŞIN