Contemporary İbrahim Efendi
Pîrimiz Hacıbektaş Veli; "Eline, diline, beline sahip çık" demişti. Bu sözün bir zahirî bir de batınî manası vardı. Zahirî anlamlara saplanıp kalanlar baba erenlerin bu deyişin derununa gömdüğü hazineyi bulamadılar. El, dil ve beli yalınız vücudun azaları sandılar. Dövene elsiz, sövene dilsiz olmakla karıştırdılar. Güzel sevmenin günah olduğuna inandılar. Bu yüzden iflah da olmadılar. Bir sohbetimizde rahmetli bu kelimelerin aynı zamanda cemiyetin azalarını da işaret ettiğini bana kendisi söylemişti. 'El' aynı zamanda 'il' demekti. İline sahip çık, yani ülkeni namusuna kastedenlerden koru. 'Dil' aynı zamanda lisan demekti. Diline sahip çık, yani ananın ak sütü gibi helal ve tatlı lisanınla konuş, onunla danış, onunla meşveret et. İşlerini onunla hallet.
'Bel' aynı zamanda 'soy-sop' demekti. Soy karışırsa boy da karışırdı.
***
O vakitler bendeniz akıncı babamın yerine geçmiş, Kastamonu havalisindeki yarı göçer Türkmenlerin idaresine vaziyet ediyordum. Altaylı İbrahim Bey olarak biliniyordum. Ceddimiz Anadolu'ya birlikte gelmişti. Hatta Hayme Ana'nın Ankara civarında kurduğu ve bilahare Haymana olarak adlandırılacak olan nahiyede Osman Bey ile birlikte büyümüştük. Akıl baliğ olmadan hemen önce, babalarımız isyan etmesin diye Selçuklu sarayına götürülmüştük.Orada şehzadelerle aynı talim ve tedrisattan geçmiş, birer padişah gibi yetiştirilmiştik. Yani ne Osman'ın ne de benim okuma yazma bilmediğimiz doğrudur.
Babalarımız yaşlanınca yerlerine geçmek üzere obalarımıza gönderildik. Siz birtakım romantik şairlerin; "Cihangirane bir devlet çıkardık 400 çadırlık aşiretten" lakırdılarına aldırmayın. Osman ta o zamanlar anlı şanlı bir beydi. Hem de Selçuklu devletinin sağ uç beyiydi. Yani Bizans'a karşı fetihle vazifelendirilmişti. Savaşçıların en seçkinleri onun emrine verilmişti. Âlim ve hâkimlerin en bilgilileri onun çevresinde toplanmıştı.
***
Selçuklu dağılınca ben de Osman da yerimizde sabit kaldık. Diğer beyler gibi taht kavgalarına karışmadık. İla-yı kelimetullah ve nizam-ı âlem davasından caymadık. Osman devletin başıydı, ben de akıncı birliklerinin komutanıydım. İşlerimizi meşveretle yürütür, fitne çıkmasına müsaade etmezdik.
Osman'ı toprağa sakladıktan sonra da oğulları ile rabıtamız sürdü. Ta ki Bayezid gelene kadar. Tahta çıkınca kendisine bağlılığımızı bildirdiğimiz halde bununla yetinmedi. Üzerimize seferler düzenledi. Emrine girmemizi ve vergi vermemizi istedi. Anadolu'daki beylerden oluşan divanı lağvetti. Kimsenin sözünü dinlememeye, amansız bir sertlikle hükmetmeye başladı.
Bizler elbette bu duruma hayret ettik. Evvelce birlik olup küffara karşı cenge çıkarken, şimdi birbirimizle savaşıyorduk. Bunun sebebi Yıldırım'ın Anadolu'nun sözüm ona birliğini sağlayıp padişah olma hevesiydi.
Çandarlılar olsun, Karamanlılar olsun, 'Biz de beyiz o da bey; neden o padişah olsun, biz paşa olalım' diye yakınmaya başladılar. Paşa olmak demek kul olmak demekti. Bozkırın ve çayırların hür havasını ciğerlerine doldurmuş olan bir Türkmen'in bu terkibi kabul etmesi kabil değildi.
Ben de onlardan farklı düşünmüyordum.
***
Bayezid, Emir Sultan dâhil kimsenin sözünü dinlemez olmuştu. Şaraba düşkünlüğüne dair şayialar halk arasında giderek yaygınlaşıyor ve tenkit ediliyordu. Akınlar ve fetihler durmuştu. Bizim payımıza kılıç düşerken küffar hükümdarları ile Bayezid arasında gelip giden hediyelerin haddi hesabı yoktu.
Bu hediyelerden biri bardağı taşıran son damla oldu. O da Sırp Kralı Stefan Lazareviç'in kız kardeşi Despina adlı bir kadındır. Bayezid bu kadınla evlendi. Kadın, Orhan Bey'imizin eşi Holofira (Nilüfer) hatun gibi Müslüman olmak şöyle dursun, adını bile değiştirmedi.
Bayezid'in Despina'ya bağlılığı arttıkça bizim Bayezid'e bağlılığımız azalıyordu. Timur, Anadolu'ya gelene kadar bu böyle devam etti.
***
Timur yaklaşırken Bayezid'e uzun bir mektup yazdım. Hacı Bektaş Veli pîrimizin deyişini hatırlatıp iline, diline, beline sahip çıkmasını, atalarının yoluna dönmesini, casusları sarayından kovmasını ve aksakallar meclisini ihya edip devlet işlerini onlara danışarak yerine getirmesini tavsiye ettim. Böyle yaptığı takdirde Anadolu'daki beylerin kalbini kazanmasının ve onları Timur'a karşı seferber etmesinin mümkün olacağını, aksi takdirde yenilginin mukadder olduğunu anlattım.
Cevap olarak bana katlime ferman buyuran bir müzekkere gönderdi. Fermanı getiren askerleri tutuklatıp zindana attırdım. Bunun üzerine bir suikastçı gönderdi. Onu da tam hançeri kalbime saplayacakken engelledim ve hemen oracıkta başını kestim.
Nihayet önceleri kayıtsız kalmayı düşündüğüm bir savaşa mecburen iştirak ederek Timur'un saflarına katıldım.
Bu kararı vermemde bizzat Timur tarafından yazılan Tüzükat isimli bir eserin de tesiri oldu. Biz Timur'u tanrı tanımaz bir zorba zannederdik fakat o kendisini şöyle anlatmıştı: "Allah'ın dinini ve Hazret-i Muhammed'in hükümlerini dünyaya yaymayı esas edindim, her zaman her yerde İslamiyet'i tuttum."
***
İki Müslüman ordu o gün Çubuk ovasında karşı karşıya geldi. Çetin bir cenk oldu. Beylerin saf değiştirmesi savaşın neticesini tayin etti. Timur kazandı; Bayezid kaybetti, esir düştü.
Despina, Yenişehir'de bir evde iki kızı ile saklanıyordu; yakalanıp Timur'a teslim edildi. Timur, Yıldırım'ı ve ailesini yanında götürdü. Yıllar sonra Şerefeddin Yezdi adlı bir adamla karşılaştım. Despina'nın Kazan'da Müslüman olarak öldüğünü söyledi. Ne kadar acıklı...
Timur, Anadolu'dan ayrılmadan kendisini ziyaret ettim. Savaşta gösterdiğim yararlılıklara karşılık Çubuk ovasını aşiretime tahsis etmesini istedim. Kabul etti.
Bunu istedim, çünkü Bayezid esir düşünce bir anda devletsiz kaldığımızı anlamıştım. Seneler boyunca boş muharebe meydanına bakıp pişmanlık gözyaşları döktüm.
Şehzadeler arasındaki taht kavgalarını intiyahla ve intibahla izledim. Hatamı anladım. Affet beni Allah'ım. Âmin...